Allah'a ve Ahirete İman

Sakarya Üniversitesi ile Afet İşleri Müdürlüğü'nün deprem bölgesinde 3000'den fazla lise öğrencisi üzerinde yaptıkları bir ankette, öğrencilerin yarısı, depremi tamamen veya kısmen ilâhî bir ceza olarak görüyor. Buna karşılık, % 20'ye yakını, hayatı mânâsız bulmakta ve yaklaşık yarısı da, gelecekten ümitlerini kesmiş durumda; geleceğe ait herhangi bir beklentileri yok. Yine yarıya yakını, deprem ânında artık her şeyin bittiği gibi bir hisse kapılırken, % 30'a yakını, diğer aile fertlerinin yanına koştuğunu, sadece % 1'i, eğer depremden sağ çıkarsa, iyi bir insan olmaya karar verdiklerini söylüyor. Bu anketi nasıl değerlendirmeliyiz? Anketten çıkan neticeye göre, bu bölgede üzerimize düşen vazifeler var mıdır?

Alvarlı Efe Hazretleri, "(İnsan için) belâ-yı ekber oldur ki, özünü gaflete sala." derdi. Yeni Müslüman olanlar veya Müslümanlıklarını yeni keşfedenler, ne hikmetse, hemen radikalizme kayıyor; siyasî ve içtimaî sahaya yöneliyor. Hâlbuki, bütün meseleler "ben"de başlar ve "ben"de biter. Allah, "Ben" dediği zaman, ilk taayyün meydana gelmiş ve yaratılışın kapısı açılmıştır. İnsan, kendinde bütün ilâhî isimlerin tecellî ettiği ve dolayısıyla Allah'a en câmî (kapsamlı) bir ayna olarak, Cenâb-ı Allah'ın "Ben" demesinden de nasibini almış ve bu, onun "ego"su olarak tecellî etmiştir. Fakat insanın "ben"i bağımsız, insana ait, bizzat insan tarafından yaratılmış bir "ben" değildir. O, çok ince bir çizgi, görünürgörünmez bir nokta, tabir-i diğerle, bir sıfır dır. Bu 'sıfır'da, 'Sonsuz'un isimleri, tecellîleri yansır. Eğer insan, kendisinde vehmettiği her şeyi; güç, hayat, irade, bilgi, güzellik, kısaca, hayır ve kabiliyet adına neye sahipse, Allah'a verir, kendisini sadece yansıtıcı bir ayna, şeffaf bir sıfır olarak görürse, o zaman, yaratılmış varlıklar hiyerarşisinde en üst mertebeye, a'lâ-yı illiyyîne çıkar. Allah'ın kudretiyle kadir, servetiyle ğanî (zengin), iradesiyle mürîd (dileyen), ilmiyle âlim olur. Sıfır iken âdeta sonsuzlaşır. Fakat tekrar etmek gerekirse, bütün bunlar, onun kendi benliğinin, egosunun, hiçbir şeye malik olmayan şeffaf bir sıfırdan, bir aynadan ibaret olduğunu görmesine bağlıdır.

Buna karşılık, insan, özünü gaflete salar ve egosunu Allah'ı tanımada, arz edildiği şekilde bir vâhid-i kıyasî (mukayese birimi, ölçüsü) olarak kullanmak yerine, Allah'ın kendisine vedia (emanet) olarak yerleştirdiği her şeyi; hayatını, gücünü, servetini, kabiliyetlerini, güzelliğini ve muvaffakiyetlerini, onların asıl sahibinden gaspla kendine mâl eder; Allah karşısında "Sen Sen'sin, ben benim" rekabetine girişirse, bu defa ego kalınlaşır; bir cemaat veya kavme, bir mesleğe, bir gruba mensubiyet hisleriyle şişer ve sahibini yutacak hâle gelir. Sonra, Allah'ın mülkünde, O'nun tasarrufunu başka gerçek veya hayalî varlıklara da taksime girişir; kendince birtakım ilâh veya ilâheler üretir. Tarihteki pek çok firavunlar, nemrutlar, Ebû Cehiller böylesine şişip, sahibini yutmuş birer ego oldukları gibi; tapılmış putlar da, bu egonun birer sembolü olarak ortaya çıkmıştır. Günümüzde, kendisine âdeta yaratıcılık verilen tabiat ve tabiat kuvvetleri gibi vehmî varlıklar ve bu tavrı, bu yönelişi besleyen bilim de, yine egonun, Allah'ın mülkünü ve mülkündeki tasarrufunu paylaşma adına ürettiği birer tağut tan ibarettir.

Netice olarak, hayatın içtimaî, iktisadî, siyasî bütün sahalarında ortaya çıkan problemlerin hem kaynağında, hem de çözümünde, egonun kendi mahiyet ve hüviyet hakikatini, sonra da, bu mahiyet ve hüviyet adesesinden Rabbini ve yaratılışı tanıyıp tanıyamaması yatmaktadır.

İnsana düşen, egonun gerçek mahiyetini tanıyarak, zatında âciz ve fakir bir varlık olduğunu idrakle, hakikî kudret ve servet sahibine yönelmek ve her şeyin O'nun tasarrufu altında olduğuna inanmaktır. Fakat gerek eğitim sistemimizle, gerekse depremden sonra yapılan yayınlarla, kalblere tam bir tabiatperestlik (natüralizm) aşıladık. Depremi, sadece bir tabiat hâdisesi olarak görüp, fayların kırılması na bağladık. Allah, hikmet inin gereği, dünyada icraatına bazı sebepleri perde yapar. Fakat bu sebepler ince birer perde olmaktan çıkarılıp, hâdisenin müsebbibi, yaratanı hâline getirilirse, hâdiseler karşısında insanın yapacağı hiçbir şey olmaz. Çünkü, meselâ depremi, kesin bir ilmî gerçek olmamakla birlikte, fay hatlarındaki kırılmaya bağlayarak, tamamen tabiî bir hâdise olarak izaha kalkıştığımız zaman, insanın deprem ânında yapacağı hiçbir şey olmayacak; o anda her şeyin bittiği vehmi içinde bir boşluğa yuvarlanan insan, depremden sağ çıksa bile, artık her an deprem olabileceği korku ve endişesi içinde, düştüğü bu boşluktan bir daha çıkamayacaktır. Oysa, insanı hayata bağlayan, her türlü felâket karşısında ümit ve azm inden hiçbir şey eksiltmeyen, onun ruhunda hissettiği nokta-i istinad ve nokta-i istimdad (dayanma ve yardım isteme merkezi) kaynağı olarak Allah inancıdır. Geldiği zaman karşısında hiçbir şey yapılamayacak herhangi bir felâket ânında, yani bütün sebeplerin, bütün çarelerin tükendiği noktada insanın yöneleceği bu kaynaktır ki, ondaki korkuyu alıp götürecektir.

Evet, hakikî imanı elde eden insan, yeryüzü bir bomba olup patlasa hiçbir endişe duymaz ve onu, bir icraat-ı ilâhî olarak hayranlıkla seyreder. İnsan, felâket karşısında hayatını kaybedecek bile olsa, bu da, onda bir korku meydana getirmeyecektir. Getirmeyecektir çünkü, bu hayat, ebedî hayatın sadece bir tarlası, kazanma yeridir. Sonsuz değildir ki, bizatihi gaye olsun. İster bir hastalık, ister bir felâket veya musibet, isterse bir başka sebeple mutlaka bitecektir ve onun bitme zamanı da, insan daha hayata gelirken kararlaştırılmıştır. İnsan için, bu dünya hayatına gelişi gibi, buradan ayrılış tarihi de önceden takdir edilmiştir ve değişmez. Asıl hayat, ahiret hayatıdır. İşte, bu inançtaki bir insan, dünyada başına gelen musibetleri, "Günahlarıma keffarettir veya derecemi artıracaktır." diyerek, sabrın ötesinde hatta şükürle karşılar; "Ecelim seninle ise, ahirete gidiş biletim sen isen hoş geldin; benim şehit olarak gitmeme ve dolayısıyla ebedî saadeti kazanmama vesile olacaksın; yoksa, sen benim canımı alamazsın." diyerek, kalb huzurunu seslendirir.

Hakikat bu olduğu hâlde, ateist bir güruh, yayınları ve meseleye yaklaşımlarıyla, zaten "inançları" gereği Allah'ı hiç gündeme getirmezken, inananların pek çoğu da, tamamen tabiatperestlik zemininde, Allah'ı, sanki kâinatı yaratıp bırakmış, ona hiç müdahalesi olmayan, hatta sözü geçmeyen, fay hatlarının mahkûmu bir ilâh gibi takdim etti. Hâlbuki, kâinatta yeryüzü sadece bir zerreden ibarettir. Dün "atom" derken, bugün "zerre (partikül)" diyoruz. Yarın, belki esirin ispatıyla, ölçülemeyecek, laboratuvara sokulamayacak maddelere, anti maddelere inecek ve Allah'ın ilmi, kudreti ve icraatı önünde hayret ve hayranlıkla iki büklüm olacağız. İşte, Allah'ın kudreti karşısında, kâinatta, kâinatın büyüklüğüne nisbetle âdeta görünmez bir zerrecik olan yeryüzü nedir ki!? O, onda dilediği gibi tasarruf eder; fay hatlarını kırar, tekrar oluşturur, yeryüzünü bir başka şekle çevirir. İşte, her varlığın, her hâdisenin O'nun tasarrufunda olduğuna inanan insan, bilhassa felâketler karşısında, tecelli-i Ehadiyet'i duyacak ve daha bir içtenlikle O'na yönelecektir. Bu ölçüdeki bir Allah ve ahiret inancının kalblerde yıkılması, insanımızı ister istemez ümitsizliğe, yarınlarından endişeye ve hayatı mânâsız görmeye sevk etmektedir. Öyle ise, kalblerde Allah ve ahiret inancını yerleştirmeye ve bir yakîn hâline getirmeye ihtiyaç vardır. Ne yapılacaksa, bu konuda yapılmalıdır.

Bir yanda bu hatalar işlenirken, diğer yanda daha başka hatalar yapıldı. Hz. Musa (aleyhisselâm), bir kuraklık zamanında, kavmiyle yağmur duasına çıkar, fakat yağmur gelmez. Bunun üzerine, Allah'a yönelir ve bunun sebebini sorar. Cenâb-ı Allah (celle celâluhu), "Yâ Musa, içinizde bir günahkâr var, o yüzden yağmur vermedim." der. Hz. Musa, onun kim olduğunu sorunca da, "Ben Settâr'ım, günahları örter, günahkârı açığa vurmam. Hepiniz tevbe edin." buyurur.

Umumî gelen musibetler, umumun günahı ve ihmali üzerine gelir. Bu ihmal ve günah, dinde olabileceği gibi, şeriat-ı tekvîniye dediğimiz, hayat kanunlarında da olur. Hakikat bu iken, günahkârı biliyormuşçasına, günahı bazılarına yüklemek ve nefsimizi temize çıkarmak, günahı ikileştirmek demektir. Felakete uğramış bir insana, o anda, "Bu, günahlarından dolayı oldu." demek, çok defa onu tamamen küfre itmekle aynı mânâya gelebilir. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), birinde bir hata gördüğünde, onu, onun yüzüne söylemek yerine, umuma konuşurlardı. Kaldı ki, arz edildiği üzere, umumî felaketler, umumun günahları üzerine geldiğinden, herkes, bilhassa mü'minler, Hz. Ömer tavrıyla, "Bu, benim hatalarımdan dolayı oldu." demeli ve kimseyi suçlama cihetine gitmeden, tevbeye yönelmelidir.

Her davranışımız ıslah gayesi taşımalıdır. Hem dinî sahada, hem de şeriat-ı tekvîniye sahasında ıslah hareketine girişmek, fert fert muhasebe de bulunarak, hatalarımızı tamir etmek, bu türden musibetlerin önünü alabileceği gibi, onları istismar etmek isteyenlere de fırsat vermeyecek ve toplumumuzda daha başka yaralar ve ayrılıklar açmak yerine, açılmış bulunan yaraların ve ayrılıkların kapanmasına hizmet edecektir.