Cahiliye İçinde Yaşayıp Cehalete Bulaşmayanlar

Efendimiz'in, bir cahiliye çağında neş'et etmesine rağmen, O'nun o dünyanın dışında olduğunu vurguluyorsunuz. Bugün de O'nun mesleğini temsil eden insanların kendi çağlarının önünde veya çağ üstü diyebileceğimiz bir konumda bulunmaları söz konusu mudur?

Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) neş'et ettiği döneme, o günkü kültür ve anlayış itibarıyla "Cahiliye Çağı" diyoruz. Bir başka yaklaşımla "Cehl" kelimesi, daha ziyade Allah bilmeme mânâsına da kullanıldığından, çoğunluğu itibarıyla o Allah bilmeyenler çağına cahiliye denmiştir. Ayrıca ulemâ arasında şöyle bir yaklaşım da vardır; bir insan, allâme-i cihan da olsa, şayet Zât-ı Ulûhiyet'i bilmiyor ve O'nu tanımıyorsa, o insan cahil sayılır. Zira o, asıl bilmesi gerekli olanı bilmiyor demektir. Ve böyle bilgisizlerin yaşadığı dönem de cahilî ve karanlıktır.

Bundan başka şöyle bir yaklaşım da söz konusudur. Eğer bir insan, bilip kabullendikleriyle amel etmiyorsa, yani onun bilgisi amele dönüşmüyorsa, ona cahil denir ve onunla bir şey bilmiyor gibi muamele edilir. Hususiyle de bilgi mârifete dönüşmüyor ve insan kendinden, yaratanından habersiz yaşıyorsa o tam bir cahildir. Yunus Emre bu hâli,

"İlim ilim bilmektir,
İlim kendin bilmektir.
Sen kendini bilmezsen
Ya nice okumaktır."

mısralarıyla ifade eder.

Bu itibarla bilinen şeylerle bir yere varılması gerekir. Aksine insanın, duygu, düşünce ve davranışlarını, onu yaratılış gayesine yönlendirmeyen ve onda yeni bir hâl hâsıl etmeyen ilmin cehaletten farkı yoktur.

İşte biz, "Cahiliye Dönemi" derken, bu türlü insanların yaşadığı ve toplumun hemen her katmanında bu duygu ve bu düşüncede kimselerin bulunduğu bir çağı kastediyoruz. Bu itibarla Efendimiz'i (sallallâhu aleyhi ve sellem), yaptığımız böyle bir cahiliye tarifi içinde, o çağla irtibatlandırmamız mümkün değildir. Çünkü O, hayat-ı seniyyelerinde hiçbir zaman, Allah bilgisinden gafil olmamıştır. Değil inanç ve itikada ait meselelerde bir yanlışa düşmesi, daha genç bir delikanlı iken, Kâbe'nin tamiri esnasında mübarek vücudunun bazı yerlerinin açılması karşısında Hz. Cibril O'nun gözüne görünmüş ve sahabilerin ifadelerine göre, bu hâdiseden sonra kimse O'nun o ölçüde açılmasına şahit olmamıştır. Evet, peygamberlikten önce bile kendisine mekân ötesi âlemlerden ihtarda bulunulan böyle bir insanın, bizim tarifimiz çerçevesinde cahiliyede bir yere konması mümkün değildir. Bu açıdan biz "Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) döneminde bir cahiliye vardı, ama O, o cahiliyenin dışındaydı." diyoruz.

İşin gerçek yönü bu olmakla beraber, peygamberlikle serfiraz kılınmış, insanlığın medar-ı iftiharı ve her şeyimizi O'na borçlu olduğumuz bir Zât'ı ele alırken, O'nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) tasavvurlarını, düşüncelerini, Allah'la olan münasebetlerini hesaba katmadan O'nu sırf o döneme ait kriterlerle ele almamız fevkalâde saygısızlık olur. Hatta değil İnsanlığın İftihar Tablosu'nu, O'nun sadık bendeleri kabul ettiğimiz ashab-ı kiramı dahi kendimizi esas alarak değerlendiremeyiz. Bir hadislerinde Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem): "Allah beni seçtiği gibi ashabımı da seçti." buyurarak kıyamete kadar tek din olan İslâm'ın temsilcilerinin seçme insanlar olduğuna dikkatleri çekmiş ve bizi temkine çağırmıştır. Elbette onlardan da bir kısım hatalara düşenler olmuş ve yer yer gaflet yaşayanlar bulunmuştur. Ancak onlar, Allah Resûlü'ne arkadaşlık etmiş olmaları, sürekli vahiy sağanağıyla sulanmış, peygamber boyasıyla boyanmış olmaları açısından değerler üstü değere sahiptirler. Dolayısıyla onları da cahiliye kriterleri ile değerlendiremeyiz. Kur'ân, "Onlardan sonra gelenler, "Ey kerim Rabbimiz, derler, bizi ve bizden önceki mü'min kardeşlerimizi affeyle, içimizde mü'minlere karşı hiçbir kin bırakma. Duamızı kabul buyur yâ Rabbena; çünkü Sen Rauf'sun, Rahîm'sin: Şefkat ve ihsanın son derece fazladır."[1] buyurmakla onları ele alıp değerlendirmede bizlere edep dersi vermektedir. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) de aynı şekilde: "Ashabıma sebbetmeyin (dil uzatmayın). Nefsim elinde olan Zât-ı Zülcelâl'e yemin olsun (sizden) biriniz, Uhud dağı kadar altın infak etse, onlardan birinin infak ettiği bir müdd'e (yaklaşık 875 gr) hatta yarım müdd'e bile mukabil gelemez." buyuruyor.

Bence bu ifade, onların hukukuna daha saygılı olmamız açısından önemli bir tembih ve irşad olsa gerek. Haddizatında cahiliye döneminde bile, onlardan Hz. Ebû Bekir gibi, "Ben cahiliye döneminde, evet, Kâbe'nin açık-saçık kadınlar tarafından tavaf edilip el çırpılarak dolaşıldığı bir dönemde bile, harama uçkur çözmedim, ağzıma içki koymadım, puta secde etmedim.." diyen aşkın insanlar vardır. Benzer ifadeleri daha nicelerinden duymak mümkündür. Meselâ, Hz. Süheyb için Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem): "Ne güzel kuldur o; Allah'tan korkmasa da günah işlemez." der. Yani o tabiatı itibarıyla günaha kapalı ve fıtraten saygılı yaratılmış...

Bu itibarla bize, başta Efendimiz olmak üzere sahabe-i kiramı saygıyla ele almak düşer. Aksine, o dönemde yaşanan bir cahiliye vardı diye onların hepsini o cahiliye içinde düşünmemiz kat'iyen doğru olamaz. Bu yüzden çoğu zaman ben o dönemi, "Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yaşadığı devirde, o dönemi paylaşan insanların yaşadıkları dönem." diye tavsif etmeyi yeğledim ve O'nun, zaten Allah katında muallâ, müberra, mukaddes ve münezzeh olan hayat-ı seniyyelerini, bu dönemle aynı tutmamaya çalıştım. Bilindiği gibi Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) isimlerinden biri de Mustafa'dır. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah meleklerden ve insanlardan bir kısım kimseleri elçi olarak seçer, onları saf ve temiz tutar."[2] âyetiyle ifade buyurduğu hususla irtibatlıdır. Yani Allah (celle celâluhu) O'nu seçmiş, O da bütün ömrünce tam bir seçilmişlik örneği sergilemiştir.

Evet, sanki Allah (celle celâluhu) ta baştan O'nu önemli bir misyon ve vazife için seçerken, daha sonra ortaya koyacağı performansı görmüş, ilk seçmeyi de ona bina etmiştir. Başka bir ifadeyle, bu mevzudaki istidat, kabiliyet ve performans, Efendimiz'e baştan bir avans olarak verilmiş, O da, o avansın hakkını çok iyi yerine getirince, Cenâb-ı Hak O'nu Nebiler Sultanı olmakla serfiraz kılmıştır.

Hz. Musa (aleyhisselâm) için de Kur'ân'da benzer ifadeler kullanılır: "Seni insanların üzerinde saflardan saf kaymak hâline getirdik."[3] Bu ifade hayale, süt kaynarken kaymağın sütün üzerine çıkması gibi bir mânâyı hissettirir. Bu açıdan bütün insanlık kaynayan sütse, peygamberler de o kaynayan sütün kaymağıdırlar diyebiliriz. Bu açıdan da Allah'ın (celle celâluhu) böylesine seçkin kıldığı o zatları, bizim, cahiliye içinde bir yere oturtmamız fevkalâde yanlış olur.

Aynı şeyler, günümüzde iman ve Kur'ân hakikatlerini neşr ve temsil eden insanlar için söz konusu olmasa da, böyle bir işi temsil eden zat/zatlar için düşünülebilir. Muhammed Kutub'un "20. Asrın Cahiliyeti" dediği, yani boyunduruğun tamamen yere konduğu bir dönemde, iman ve Kur'ân davasına sahip çıkan gönül insanları ve fikir mimarları için aynı şeyler söz konusu olabilir.

Gerçi Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), sahabe, tâbiîn ve tebe-i tâbiîn dönemleriyle yaşanan bir altın devirden sonra, artık İslâm milletleri velûdiyetlerini kaybetmiş, üretici yanları kalmamış ve şablonculuk yaşanmaya başlamış. Ciddî eserler ortaya konamamış, eski eserlere şerhler ve haşiyeler yazma dönemi başlamış ve bu hâl Fatih'in İstanbul'u fethetmesine kadar da devam etmiştir.

Bu, işin bir yanı; diğer yanına gelince, bu mütalâaların kat'iyen İslâmiyet'ten geri dönüldüğü ve tekrar bir cahiliye yaşandığı şeklinde anlaşılmamasıdır. Evet, 5-6 asır batı yamaçlarında İslâm dünyasının karakolluğunu yüklenmiş, şanlı, namlı, hatta Muhyiddin İbn Arabî'nin Şecere-i Numaniye'sindeki ifadelerine göre, sahabeden sonra onlar kadar idarede başarılı ve muvaffak bir millet ve mübarek bir nesil için bu ifade doğru olmaz. Ne var ki baştaki o velûdiyet, o kariha zenginliği daha sonraları devam ettirilememiş ve Fatih'in İstanbul'u fethetmesiyle daha da durmuş, Tanzimatla beklenmedik bir kısım fezâi ve fecâinin patlamasıyla bütün bir toplum yerle bir olmuştur. Son 40-50 yıldaki durumu ifade içinse kelime bulmakta galiba biraz zorlanacağız...

Bu zaviyeden de günümüzde bir çeşit cahiliyenin yaşandığından söz edebiliriz. Bu cahiliyenin en önemli yanı ise, ilimlerin ilhad ve değişik ideolojiler adına kullanılmasıdır. Eskiden insanlar, cehaletleri değerlendirerek küfür ve dalâlete çekiliyorlardı; şimdilerde küfür ve sapıklık fen ve felsefeyle besleniyor. Zannediyorum bu cahiliye, Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) neşrettiği nurlarla bertaraf edilen cahiliyeden daha tehlikeli. Öyle ki, âdeta bugün bütün ilimler, ilim adına değil de, dalâlet hesabına yorumlanıp değerlendiriliyor gibi bir durum söz konusu. Dolayısıyla dünya kadar insan, bu cahiliyenin "alfa"sından, olmazsa "beta"sından, o da olmazsa "gama"sından mutlaka müteessir oluyor. Bu hususa Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde şöyle işaret buyururlar: "Bir dönemde bir duman zuhur edecek. Bu kâfirleri bütün bütün öldürecek, mü'minler de zükkâma (nezle) tutulacak (yani onların da burunları akacak, gözleri sulanacak)."

Merhum Muhammed İkbal, kendi döneminde yetişen pek çok aydın için, "Kalbleri mü'min, fakat kafaları kâfir." der. Cemil Meriç merhum da aynı tabiri, yerinde başka fikirlere, yerinde bizim duygularımıza ve düşüncelerimize tercüman olmuş olan kendi dönemindeki aydınlar için kullanır. Meselâ Yahya Kemal yerinde Süleymaniye'de bizim insanımızın namazını, bayramını dile getirir, yerinde Koca Mustafapaşa'da kendisinden başka oruç tutmayanın bulunmadığını ifade eder ve bunun inkisarını yaşar. İhtimal böyleleri, bizim kültürümüzü beğenip benimsiyor, milletimizin maddî-mânevî dinamiklerini takdirle karşılıyor, ama kafasındaki yüzlerce şüphe ve aksi hükümlerden de bir türlü sıyrılamıyor. Geçmişteki bu insanları bu şekilde tavsif etmenin bir yararı var mı, yok mu bilemeyeceğim ama pek çok aydınımıza ait hayat karelerinin pek de iç açıcı olmadığı açık. Ve yine bu dönemde, her adını anışımızda sinelerimizin saygıyla çarptığı ve eserlerini tavsiye edip herkesin okumasını istediğimiz öyle kimseler oldu ki, Darvinizmin zihinleri bulandırdığı bir dönemde, yaratılışla alâkalı âyetleri, evolüsyona uydurma lüzumu duymuş ve evrime, olabilir nazarıyla bakmıştır. İşte bu, bir yönüyle küfrün "beta"sından, "gama"sından müteessir olup, nezleye tutulma demektir.

Yanlış anlaşılmasın, o insanların bu hâle düşmesi, onların Allah'la irtibatlarının kopması demek değildir. Bu, bir teknik nakavt ve meselelere çözüm bulmada âciz kalma demektir. Ve bir mânâda hepimiz cevaplayamayacağımız istifhamlarla karşı karşıya kalmışızdır. Fakir de Darvinizmle alâkalı bazı şeyleri okuyunca, ciddî mânâda sağlam cevaplar bulamamanın telâşını yaşadım. Bu mevzuda size yardımcı olacak ve elinizi uzattığınız zaman onlarcasını bulacağınız kitap, dergi şöyle dursun, o günlerde, konuyla alâkalı bir makale bile yoktu. Âdeta can havliyle Şeyhülislâm Hayrullah Efendi'ye sığındım, ama baktım o da ona kâil ve bir sarsıntı daha yaşadım. Bu dönemde azıcık okuyan herkes sarsıktı; sarsığı bol o günlerde sarsılmayan bir insan vardır, o da, bir yönüyle bu cahiliyeye karşı kavga veren, küfrün plânlarını alt-üst eden Bediüzzaman'dı. O, Meşrutiyet yıllarında yazdığı ilk eserlerinden en son risalelerine kadar bütün kitaplarında hilkati vurguladı ve her şeyi O biricik Yaratıcı'ya bağlamasını bildi. "Tekâmül yok, yaratılış var." dedi ve hep dimdik durdu.

Evet, o, 20. asrın bu denli karanlık cahiliyesi içinde neş'et ettiği hâlde, ne duyguda, ne düşüncede, ne de amelde cehalet asla ona bulaşmamış ve o hep kendi çağının üstünde yaşamıştır. O, âdeta çağıyla hesaplaşmak üzere yaratılmış bir fıtrattır. Bu hâliyle o, -Eşref Edib'in haklı olarak dediği gibi- şayet Devr-i Risaletpenâhî'de yaşasaydı, Allah Resûlü'ne çok yakın sahabilerden biri olurdu. Ve putperestliğe o kadar düşmandır ki, Mekke fethinde Allah Resûlü, putları kırma vazifesini ona verirdi.

Yine o, tam bir iffet âbidesiydi; meselâ, 15-20 yaşlarında, Van'da Tahir Paşa'nın sarayında altı ay kadar kaldığı hâlde, onun kerimelerini bir türlü tanıyamamıştı. Aynı şekilde 20-25 yaşlarında İstanbul'a geldiğinde, Çamlıca'da Yusuf İzzettin'le birlikte onun köşkünde kalırken, çoğu zaman geze geze Üsküdar'a inip, oradan kayıkla karşı tarafa geçerlerdi, Haliç'te kadın-erkek, çoluk-çocuk şarkı söyleyip saz çalmak için sahile döküldükleri hâlde, bir kerecik olsun göz kapağını kaldırıp onlara bakmamıştı. Kendisine neden bakmadığı sorulduğunda da, kaçamak bir cevapla, "Ben âlim olmanın izzet ve onurunu koruyorum." demişti. Oysa o, mehâfetullaha (Allah korkusu) ve mehâbetullaha (Allah saygısı) o kadar kilitliydi ki, hayatını sürdürdüğü kalb ve ruh ufkundan öyle şeylere bakılmazdı ve bakmadı.

Yine, nasıl ki cahiliye içinde yaşadığı hâlde, o cahiliyeye bulaşmayan Efendimiz'in Ebû Bekirleri, Ömerleri, Osmanları, Alileri vardı; onun da, ona yakın, onun çizgisinde, onun düşüncesini temsilen ikinci varoluşun fikir işçileri ve davasının temsilcileri temiz arkadaşları vardı. Hepsi de pırıl pırıldı. Ben şahsen Hasan Feyzi'nin günaha girmiş olacağını hiç düşünemedim/düşünmedim. Hafız Ali'nin imanı karşısında hep ürperdim. Hoca Sabri içimde saygı olup esti. Hulusi Efendi'yi bir kâmil mürşid gibi gördüm. Hüsrev Efendi ayrı bir derinlik insanıydı. Tahirî Mutlu öyle engin bir aydı ki, değil bir günahı üzerine sıçratması, hayatında abdest suyunu bile üzerine sıçratmamıştı. "Allah" deyince gözleri dolardı ve başka bir âleme urûç etmiş gibi bir görüntü sergilerdi. Re'fet Beyi, Ahmet Fevzi'yi, Âtıf Efendi'yi, Âsım Beyi görmek gerekirdi. Alperen yürekli, uhrevî derinlikli Zübeyir Gündüzalp bir vefa âbidesi; Mustafa Sungur, Abdullah Yeğin, Bayram Yüksel, Sait Özdemir, Hüsnü Bayram bu ışık kaynağının hâlesi gibiydi. Ve bunlar çağın cahiliyesi karşısında dimdik kalabilmişlerdi.

Demek kendi dönemlerinde cahiliyeyi aşarak yaşayan insanlar da olabiliyor. Bu açıdan, ikinci dirilişi temsil eden o büyük zatla birlikte, çevresinde yaşanan korkunç cehalete rağmen cehalet yaşamayan, cehalete bulaşmayan bir hayli insan vardı. Ve onlar şimdi birer yâd-ı cemil. Onlardan sonrakilere gelince, -inşâallah- Cenâb-ı Hak onları da bu davanın feyiz ve bereketinden istifade etmiş olarak günahlarından arındırır ve o ilklere ilhak buyurur.

[1] Haşr sûresi, 59/10
[2] Hac sûresi, 22/75
[3] A'raf sûresi, 7/144