İdarecilere Karşı Tavrımız

Millet menfaatlerinin politik mülâhazalara feda edildiği, şahsî çıkarlar uğrunda gelecek nesillerin dünyasının yıkıldığı günümüz toplumunda taban olarak, hasbelkader idareci konumunda bulunan büyüklerimize karşı tavrımız nasıl olmalıdır?

Bazen sorduğumuz sorular, bazen de vermiş olduğumuz cevaplarla, kalıcı olmasa da, bir kısım karanlık tablolar çizebiliyoruz. İşte böyle bir durum karamsarlığı da beraberinde getiriyor. Aslında bir kısım tahakkümlerin, tasallutların yaşandığı şu dönemde bir kısım ideolojiler adına, bazı kirli ellerin nerelere kadar uzandığını düşündükçe, hafakandan hafakana giriyor ve "Bu güzel millet için bunlar olmamalıydı." diyorum.

Yine de bütün bunların milletimiz için gelip geçici olduğunu/olacağını da düşünüyor ve teselli oluyorum. Zira bu kötülüklerin hemen bütünü ayrı ayrı düşüncelerin meydana getirdiği ayrı ayrı anaforlar veya girdaplar gibi ve kat'iyen birbirine dayanan, birbirini takviye eden kubbelerdeki taşlar misâli birbirine dayanmak suretiyle ayakta duran heyetler gibi değiller. Evet, bugün bizim maruz kaldığımız şeyler, şahsî duygular veya hizipçiliğe dayanan öyle kötülüklerdir ki, zamanı gelince o kötülükleri temsil eden insanlarla birlikte onlar da yok olup gideceklerdir. Bu yüzden de bence paniğe kapılmaya hiç de gerek yok.

Oysaki doğruluğu, güzelliği temsil eden insanlar hem umumun hüsnü kabulü gibi bir mazhariyetleri var hem de daimîdirler. Zira doğruluk bir olduğu için onların doğruluk adına attıkları her adım, doğru duygu, doğru düşünce ve doğru anlayıştan kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla onların ortaya koydukları eserlere ferdîlik nazarıyla bakılamaz; onlar kolektif şuurun semeresidir ve hepsi de kalıcılık vaad etmektedir. Bu itibarla da bunların bir damlası diğerinin deryasını yutabilir. Çünkü hakikate ait bir zerre hayale ait dünyalara bedeldir.

Bunu başka bir zaviyeden şöyle de değerlendirebiliriz; kötülükleri temsil eden insanların her biri kendi batılının esiri, kendi batılının azmışı, kendi batılının anarşistidir. İyilikleri temsil eden insanlara gelince, onların dayandıkları hak Allah ile, Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile, Kâbe ile irtibatlıdır. Dolayısıyla hakka temessük eden herkes bu hakikatlere, başka bir ifadeyle "Artık kim tâğutu reddedip Allah'a iman ederse, işte o, kopması mümkün olmayan en sağlam tutamağa yapışmıştır."[7] âyeti ile ifade edilen hablü'l-metine, sağlam ipe tutunmuş olur.

Bu itibarla biz bütün bu hâdiselere bir taraftan bu nazarla bakar, diğer taraftan da "Belki hâlihazırdaki durum bizim günahlarımıza terettüp etmiştir, onu yaratan Allah olduğuna göre, izale edip yok edecek olan da yine O'dur, dolayısıyla her şeyden evvel biz, O'nunla irtibatımızı kavi tutmalıyız. Zira O'nun güç ve kudretiyle olmaz gibi görünen şeyler birdenbire oluverir; karlar erir, buzlar delinir, çiçekler açar ve her yer nevbahar olur. Yine o güç ve kuvvetle dünyadaki hasım güçler bozguna uğrar, en zayıf insanlar en güçlü hâle gelir." der ve O'na yöneliriz.

Konuya şöyle de bakabiliriz: Bu kabîl karanlık tabloları bugüne kadar ne sadece biz görüp biz yaşadık ne de onlar olduğu gibi kaldı. İnsanlık tarihinde tarihî tekerrürler devr-i daimi içinde çok defa karanlıklara girildi. Girildi ancak hemen ardından aydınlığa çıkıldı. Meselâ İnsanlığın İftihar Tablosu'na tekaddüm eden yıllar belki günümüzden de karanlıktı. -O dönemi tasvir etmek konusunda ben çok defa hayâ ediyor, hicap duyuyorum.

Âkif'in ifadesiyle:

"Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta,
Dişsiz mi bir insan onu kardeşleri yerdi."

Günümüzdeki karanlıklar içinde aynı ışık patlamalarının olabileceğini ümit ederiz. Allah (celle celâluhu) her şeye kadirdir. Hz. Sahipkıran, "O'nun kudretinden ümit ederiz ki, bu kışta bir bahar göstersin." der ve "Ne yapayım ben kışta geldim, sizler Cennetâsâ bir baharda geleceksiniz." sözleriyle bunun bişaretini de verir. O hâlde ne kadar karanlık tablolar çizilirse çizilsin, bizler madem birer neferiz, öyleyse sadece kendi vazifemizi yapmalı ve Hakk'ın işine karışmamalıyız. Nefer, vazifesini kusursuz yerine getirmeye çalışır; kendisine verilen stratejileri uygular; sonucu elde etme meselesine gelince, onu da her hâline nigehbân olan Zât'a havale eder. O isterse zaferyab kılar, isterse olduğu yerde bırakır...

Son bir husus da, başımızdaki idareciler için "hasbelkader" tabiri kullanılıyor ki, bu ifadeye bayılmamak mümkün değil. Çünkü her dönemde insanların başına hasbelkader yani kaderin bir hesabı, bir takdiri olarak çeşitli insanlar gelmiştir. Gerçi onların seçilip başa gelmesinde insanların bir cehd ü gayreti vardır. Ve bu cehd ü gayretin neticesini de görmezlikten gelemeyiz. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), "Siz nasılsanız öyle idare olunursunuz." buyuruyor. Yani buna biz istersek bir kısım içtimaiyatçıların yaklaşımıyla "Baştaki dinamik güçleri statik güçler belirler." veya "Bir binanın mukavemeti, üzerinde oturduğu blokaja göre belirlenir." ya da Üstad'ın yaklaşımıyla "Eczası günahlardan mürekkep bir heyetten sevap hâsıl olmaz." diyebiliriz.

Evet, bütün bu mülâhazalara dayanarak diyebiliriz ki, ferden ferda her insanın bir sahabi kadar cehd ve gayreti varsa Allah onlar için hususi mahiyette bir Ömer, bir Ebû Bekir yaratır ve bunda hiç kimsenin şüphesi olmamalıdır. Ama o kadar bir cehd ve gayretleri yoksa o zaman da kendi oluşumlarının üstünde daha üst bir şey beklemeleri, uyumsuzluk talep etmeleri demek olur. Başka bir ifadeyle onlar ruhen serazad, çakırkeyf ve cismaniyetlerine yenikse başta Hz. Ömer, Hz. Ebû Bekir gibi insanlar da olsa genel bir uyum olmadığı için onların hayat anlayışları, hayat felsefeleri karşısında bunalıma girerler ve arada çarpışmalar, çatışmalar meydana gelir. Bence bu çok önemli bir meseledir. Bu açıdan da o ruh ve mânâya sahip olmayan insanların hâlihazırdaki durumu garipsememeleri gerekir. Zira durum tam bize göre her yanda yalan, tezvir, iftira, millet malını hortumlama ve daha bin türlü mesâvî... Sokaklar kirli, her tarafta kırk haramîler ve tabiî "Devletin parası deniz..." diyenlerin hadd ü hesabı yok. Hiçbirimiz bir kısım inhiraflardan hâlî ve fâriğ değiliz; az fırsat düştüğü zaman hemen başımız dönüyor, bakışımız bulanıyor, aynı anlayışa kayıyoruz.

Ve bu çerçevede onları başlarına musallat eden Allah'ın kendilerine zulmettiğini düşünmemelidirler. Kur'ân, "Allah size zulmetmez, siz kendi kendinize zulmediyorsunuz."[8] buyurur. Yani onları başınıza musallat eden sizlersiniz. Her ne kadar kader onları o makama getirmişse de sizin mesâvînize, kötülüklerinize bir ceza olarak getirmiştir. "Aleyküm enfüseküm - Öyle ise siz kendinize bakmalısınız."[9]

Hâsılı, eğer siz kendi rahatını ve huzurunu düşünmeden, kendi füyûzât hislerini hesaba katmadan başkalarının zevkleriyle yaşayacak insan yetiştirmekle toplumu onarır ve ihyâ ederseniz işte o zaman bir kalb, bir vicdan, bir ruh toplumu başka bir ifadeyle her ânı Allah ile irtibatlı bir toplum meydana getirmiş olursunuz. Yoksa böyle bir toplum yetiştirmeden o mevzu ile alâkalı alternatif düşünceler teklif etmeniz bence dengesizlik teklif etme demek olur. Çünkü teklif ettiğiniz şeyler o toplumun yapısıyla örtüşmemektedir. Onlar ancak faziletli, başka bir ifadeyle kendi iradesiyle günde bir defa yemeye, kalori hesabıyla yaşamaya kilitlenmiş, komşusunu aç gördüğü zaman yemekten iştahı kesilen, ibadet ü taat dendiği zaman tıpkı şehevanî hislere gittiği gibi giden ve gecelerini ihyâ etmekte cismaniyeti adına zevk alan başyüceler gibi haz duyan insanlara mahsustur.

[7] Bakara sûresi, 2/256
[8] Yunus sûresi, 10/44
[9] Mâide sûresi, 5/105