Kur'ânî Emirlerde Tedricîlik

İslâm'ı anlatmada birtakım meseleleri gündeme getirmeme, "Kitab'ın bir kısmına inanıyorsunuz da, diğer kısmını inkâr mı ediyorsunuz?" âyetinin tehdidi altına girer mi? Bu konuda takip edilmesi gereken üslup hakkında ne buyurursunuz?

Evvelâ her mü'minin, Kur'ân-ı Kerim'in ifade buyurduğu her gerçeği iz'an çerçevesinde kabullenmesi lâzımdır. Bu mevzuda muhalif bir mütalâada bulunma ya da muhalif bir fikir beyan etme, o mevzudaki tereddüdün ifadesi olur. Bizim ne Kur'ân-ı Kerim'deki bazı hükümlere itiraz etmeye, ne de bazılarını geçersiz saymaya hakkımız yoktur ve haddimiz de değildir.

Ancak Kur'ân'ın nüzul vetiresinin "tenzil yöntemi" de göz ardı edilmemelidir. Bu, ne haramlar üzerinde helâl vehmi uyarma gayretidir ne de meşruları nâmeşru sayma cehdidir. Bu yöntem, emir ve yasakların, bir başka ifade ile teklifî hükümlerin belli zaman aralıkları ile nazil olmasındaki esprinin kavranması demektir. Buna tedricîlik veya zihnin rehabilite edilerek her şeyi kabule hazırlanması da denebilir. Kur'ân'a bu gözle bakıldığında, onun Mekke dönemi mesajları ile Medine dönemi mesajları arasında ciddî fark olduğu görülecektir. Ayrıca bu emir ve yasaklar, "alâ hasebi'l-vakâyî" yani hâdiselerin zuhuruna göre olmuştur. Hâdiseler zuhur ettikçe, sebepler ve münasebetler ortaya çıktıkça, o hâdiseler ve sebeplerle alâkalı olarak Allah (celle celâluhu) emirlerini inzal buyurmuş ve İnsanlığın İftihar Tablosu da onları tatbik edilmek üzere ashabına sunmuştur. Bu, işin bir yanı...

Diğer yanına gelince, Hz. Sahipkıran'ın ifade ettiği gibi, her doğruyu her zaman söylemek doğru değildir. Her söylediğin doğru olmalı, yani ağzınızı açtığınız zaman hep doğrulardan söz etmelisiniz. Bunun aksi, İslâm'ın genel talim ve terbiye sistemine aykırıdır. İsterseniz bunu biraz daha açalım:

Eğer insanlar İslâm'dan uzaklaştırılmış ve tamamen bedevileştirilmişlerse, İslâm'a ait meselelerin öğretilmesi, tıpkı ilkokulda bir talebeye okuma-yazmanın öğretilmesi gibi en önemli meselelerin önceliklerini koruyarak, peyderpey ve ceste ceste olmalıdır. İşi sadece eğitim açısından ele alacak olursak; pek çok şeyin bir anda insanlara verilmesi doğru olmayacağı gibi, o insanların onları birden hazmetmeleri de mümkün olmayacaktır. Her şeyden evvel İslâm, Allah'a imandan sonra, ameli ile pratiğe dökülerek insanın tabiatının bir yanı hâline gelmesi demektir. Yani insan sadece, "İnandım ve bunları kabul ettim." demekle beş başı mamur bir Müslüman olamaz. Elmalılı M. Hamdi Yazır gibi büyük allâmelerin de üzerinde durduğu gibi, o yaşana yaşana insan tabiatının en ciddî bir derinliği hâline gelmesinden ibarettir.

Evet, ta baştan söylenen "Lâilahe illallah Muhammedün Resûlullah" ifadesi, ancak namazla, oruçla ve İslâm'ın sair amelî ve ahlâkî emirlerini yerine getirmekle insanın tabiatı hâline gelebilir; gelebilir sonra da insanın tıpkı tiryakisi olduğu ve bir türlü bırakamadığı alışkanlıkları gibi hep canlı bir alışkanlığa, bir tiryakiliğe dönüşür. Dolayısıyla da bu şekildeki hareket ve aksiyona dayanan iman kat'iyen sarsıntı görmez. Aksine eğer iman dediğimiz o büyük gerçek, amel-i salihle beslenmezse -ki Kur'ân-ı Kerim hiçbir yerde imanı mücerret bir gerçek olarak bırakmamış, onun hemen ardından amel-i salihten bahsetmiştir- o kalbde kalıcı olamaz; olsa da sarsıntılara açık olur.

Demek bazı meseleler var ki, onlar öncelikle imanın insan tabiatına tam mâl olmasına vâbestedir. Müsaadenizle burada konuyla alâkalı bir örnek vermek istiyorum. Meselâ tesettür, İslâm'ın ortaya koyduğu esaslara göre kadın ve bir mânâda erkekler için bir örtünme şeklidir ve kimsenin burada aksi bir şey iddia etmeye hakkı yoktur. Ama bu emir, siyercilerin ifadesine göre, Efendimiz'in, Zeyneb bint Cahş'la izdivaç yaptığı zaman gelmiştir ki, bu da Hendek savaşından daha sonraki bir döneme, yani hicretin beşinci yılına tekabül etmektedir. Dolayısıyla Mekke dönemi de hesap edilecek olursa, bu, Efendimiz'in peygamberliğinden tam on sekiz yıl sonra teşri kılınmış demektir. Zira bazı şeylerin iyice sindirilmesi ve kabul edilmesi lâzımdır ki öyle bir meselede hazmedememiş bazı kimselerin itirazı olmasın.. temsil ettiği her İslâmî emirde ayrı bir derinlik, ayrı bir eda ve şive, ayrı bir vakar görüntüsü içinde görsün ve gönül rızası ile onu kabullensin.

Bu mevzuda bir diğer husus ise, bu konuyla ilgili hüküm, fıkıh metodolojisi açısından, -inkâr etme başka- olmazsa insan dinden çıkar mânâsına ümmühâttan değildir. Ayrıca fukahâ-i kiramın bu mevzudaki farklı mülâhazaları üzerinde de durmak icap eder; şöyle ki, onlardan bazıları, yüzü açmayı tesettüre muhalif görmezken, bazıları yüzün de kapanması lâzım geldiği üzerinde dururlar. Bu da, üzerinde durulması icap eden başka bir konu.

Keza İslâm, faizi ve tefeciliği hicretin dokuzuncu senesi yasak etmiştir ki, ondan sonra Efendimiz sadece bir yıl yaşamıştır. Aynı şekilde içki de Uhud savaşından sonra yasak edilmiştir. Hatta bu yüzden sahabe efendilerimiz, Allah Resûlü'ne gelip, "Yâ Resûlallah! Uhud'da şehit olan falan falan şahıs içki içip savaşa öyle gitmişlerdi. Ne olacak onların hâli?" demişlerdi. Bu durum, bizi İslâm'ın o büyük kahramanları hakkında farklı düşünmeye sevk etmesin; çünkü onlar, içki o gün yasak edilmediği için içmişlerdi. Dolayısıyla, meselâ kahramanlık adına en büyük kahramanlığı temsil eden, yiğitliği dillere destan ve kendisine göklerde Allah'ın aslanı denilen Hz. Hamza, Uhud'da şehit düştüğünde kursağında içki bulunması kat'iyen onun değerine olumsuz bir tesiri olmaz; olmaz ve sahabenin bu konudaki endişesi üzerine âyet nazil olur ve: "Allah (o içkiden dolayı) sizin imanınızı zayi edecek değildir."[1] buyrulur.

Görüldüğü gibi bütün bunlar belli yerlere konulmuş; bazılarına evveliyet, bazılarına da âhiriyet (sona bırakma) takdir edilmiştir. O hâlde benzer dönemler itibarıyla da usûl ve ümmühâta ait meselelerin öne alınarak değerlendirmeye gidilmesi fıkıh metodolojisine uygun bir tavır olsa gerek. Böyle yapmak -hâşâ- içkiye, faize, tefeciliğe mubah, tesettüre gereksiz demek değildir. Aksine onlardan evvel anlatılacak çok daha önemli şeyler var demektir. Zamanla diğer yasakların zararları anlatıldığı ve bu zararlar, faydalar insanlar tarafından bizzat müşâhede edildiği zaman, zaten onlara karşı tedbir alınıp belli sınırlamalar getirilecek ya da tamamen yasak edilecektir. Aslında günümüzde de bu tür çabaları görmek mümkündür; meselâ içkinin, uyuşturucunun zararları görüldükçe yasak ediliyor ya da en azından onlarla alâkalı belli sınırlamalar getiriliyor. Zamanla gelişen yeni bakış açıları, keza zamanın ortaya koyduğu yorumlarla bir gün her türlü fuhşiyat ve ahlâksızlığın da zapturapt altına alınacağına inanıyorum. Demek toplum, İslâm'ın bu ve benzeri konulardaki talimatlarını da benimseyebiliyor. Bu da, bu işi dinî gayretinden dolayı yapan kimselerin işlerini büyük ölçüde kolaylaştırıyor ve daha rahat yürümelerini sağlıyor.

Çağın önemli mütefekkirlerinden birinin bu mevzuda acı bir itirafı vardır. O, "Biz iman ve İslâm adına değişik şeylere teşebbüs ettik, ama yanılmışız. Bu milletin öncelikle imana ihtiyacı varmış..." der. Evet, insanların ne ile karşılaşırlarsa karşılaşsınlar, her şeye rağmen dinlerinden dönmeyecek kadar sağlam bir inanca, ahireti dünya yamaçlarında geziyor gibi görmeye ve her gün bu yakîni daha da artırıp katlamaya, dininden taviz verip bozgunculuk yapmayacak kadar bu mevzuda metanete ihtiyaçları var.

Asrın Fikir Mimarı meâlen, "Sizin bu iddia ettiğiniz meseleler, İslâm'ın yüzde beşi nispetindedir. Yüzde doksan beşini ise bizler zaten yaşıyoruz.." der. O hâlde, dinin yüzde doksan beşini yaşamak, ya da yaşanmasını sağlamak ve toplumun değişik kesimlerine bu konuda talim ve telkinde bulunma imkânı varken, âdeta arı kovanına çomak sokma gibi, gözlerinin içine baka baka başkalarını rahatsız etmek, bence Allah Resûlü'nün tebliğ adına sunduğu şeylere muvafık görünmemektedir. Eğer bütün mülhit ve mütecaviz ruhlar sizi takibe almışsa, sadece söz yanı ağır olan bu şeylerle koskocaman bir dünyayı tahrik etmiş, üzerinize saldırtmış, dini yaşama şartlarını ağırlaştırmış, dolayısıyla da hizmet atmosferinizi içinde yaşanmaz hâle getirmiş olursunuz ki, bu da, İslâm'a samimiyet ve sadakatten daha çok bir ihanet demektir.

Bu açıdan da, bazı şeyleri öne alıp, "Hele yapılması mümkün olanları bir yapalım, Allah Kerîm.." diyen insanları, "Dinin bazısına inanıyor, bazısına inanmıyor." şeklinde mütalâa etmek yanlış olsa gerek. Kur'ân'ın bu hitabı bir kısım Ehl-i Kitap içindir. Hamdolsun bizler, "Elhamdülillahi Rabbi'l-âlemîn" âyetinden, "mine'l-cinneti ve'n-nâs" âyetine kadar her şeye inanıyoruz, hem de aksine ihtimal vermeyecek ve zerre kadar tereddüde düşmeyecek şekilde...

Bir de soruda, "birtakım meseleleri gündeme getirmeme" tabiri kullanılıyor ki, bugün İslâm ahkâmına ait dünya kadar şey söyleniyor ve bu söylenen konular içinde muamelata ait şeyler de var. Her şeyden önce bu kabîl meselelerin ne olduğunu çok iyi anlamak lâzım. Eğer bunlar muamelat cinsinden, yani insanın davranışları ile alâkalı meseleler ise, onlardan çok daha önemli bir kısım konular var ki, Allah'a, haşr u neşre, peygamberlere, kitaplara, meleklere iman gibi... Acaba bu çok ciddî meselelerde iman mı daha önemli yoksa fürûatı yerine getirmek mi, içki içmek mi daha büyük bir günah, yoksa ahireti kabul etmemek mi?

Elbette imanın büyüklüğü, bütün bunlarla kıyas kabul etmeyecek derecededir ve bu hususta kat'iyen münakaşa yapılamaz. Çünkü o, dünyevî hayatımızın dengesi, onun çeşitli sıkıntılarından kurtulmamızın teminatı, gençliğin bunalımlarının aşılması ve uhrevî saadete nailiyetimizin de biricik senedidir. Meselâ, ölümle biz şu sıkıntılı dünyadan karanlığa değil aydınlığa, ruhlarla beraber kanat çırpıp huzur-u Rahmân'a uçmaya, bir dakika dünya hayatının binlerce mesudâne senesine denk olan Cennet'e ve binlerce sene Cennet hayatı da onun bir dakikasına mukabil gelmeyen rü'yet-i Cemalullah'a imkân bulacağımıza inanırız.

Dolayısıyla hangisine öncelik tanıyacağımız burada kendiliğinden tebeyyün edecektir. Evet Allah, Ehl-i Sünnet akidesine göre amele veya muamelata ait meseleleri, engin mağfiretiyle affedip bağışlayacağı sözünü vermiştir ama kendisine inanmayanı mağfiret edeceğini bugüne kadar hiç kimse söylememiştir, söyleyemez de. Allah Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) içki içen bir kişi hakkında beyanı açıktır; "Allah dilerse affeder, dilerse azap eder." Ama Allah'a şirk koşmak suretiyle dünyasını da, ahiretini de yıkmış biri hakkında ise:

"Kim Allah'a ortak koşarsa sanki o, gökten düşüp parçalanmış da kendisini kuşlar kapmış, yahut rüzgâr onu uzak bir yere sürüklemiş (bir nesne) gibidir."[2] hükmü devreye girer.

O halde, meselâ yetmiş-seksen seneden beri zulmün paletleri altında preslenmiş, duygu, düşüncesi dümdüz olmuş insanlara gidildiği zaman, işin temeli sayılan "Elif-Bâ"dan başlanmalı, yani "Âmentü billah.." denmeli ve bu mesele halledilmeden diğer esaslara geçilmemelidir. Zaten o insanların, zannediyorum başka mevzuları dinlemeye tahammülleri de yoktur. Evet, "Âmentü billahi ve melâiketihî..." şeklinde ifade edilen iman esasları, Sefine-i Nuh gibi insanın içine girip onu sahil-i selâmete çıkaracak esaslar; diğer şeyler ise, o sefinenin içine ayağını bastıktan sonra yapılacak şeyler cümlesindendir. Dolayısıyla en başta bu esasların sağlamlaştırılması, onların etrafında tahşidat yapılıp kuvvetlendirilmesi lâzımdır.

Diğer taraftan bu ülke insanının, hususiyle 21. asra girerken yakaladığı bir kısım fırsatları değerlendirmesi gerekmektedir. Bu fırsatların değerlendirilmesinde, Nâm-ı Celîl-i Muhammedî'nin -Yahya Kemal'in ifadesi ile- her tarafta şehbal açıp bayrak hâlinde dalgalanması da söz konusudur.

İşte böyle önemli bir şey yapılabilecekken, üslûp yanlışlığı bunun yapılmasına engel teşkil edebilir. Ayrıca ülkemizin büyüklüğe yürüdüğü bir yolda dünya devletlerinin rahatsız edilmemesi de çok önemlidir. İnanıyorum ki Allah (celle celâluhu), bu milletin büyüklüğe giden yollarını açacak, her ferdinin içine huzur üfleyecek ve onları mutlaka mutlu edecektir. Basiretli insan, yapacağı her şeyin bugününü, yarınını ve sonrasını hesap eder ve bu millete zarar vermemeye çalışır. Böyle bir acelecilik furyasına kapılmayan bir hayli insan vardır ki, bugün değişik imkânları değerlendirip ta Çin'e, Maçin'e ulaşmışlardır. Onlar, bir taraftan gittikleri o yerlere milletimizin sesini-soluğunu taşımakta, diğer taraftan da Hz. Ruh-u Seyyidi'l-Enâm'ın mübarek soluklarını götürüp muhtaç gönüllere üflemektedirler. Yine oralarda tüttürülen ocaklarla, bu milletin düşüncelerini oralara ulaştırmak suretiyle gelecekte orada yetişecek insanlarla, bizim insanımızın aynı terbiyeyi, aynı kültürü, aynı anlayışı paylaşması ve omuz omuza verip dünyaya ait pek çok problemi çözmesi böyle bir oluşumun tabiî sonucu olsa gerek.

[1] Bakara sûresi, 2/143
[2] Hac sûresi, 22/31