Fert ve toplum plânında kulluk psikolojisi

Fert ve toplum plânında kulluk psikolojisi

Soru: Hizmet eden bir topluluk içindeki bir kimse diğer kardeşlerine karşı mânen kendisini sukût etmiş ve onların nazarında düşük hissediyor. Bu suçluluk ve aşağılık psikolojisinin sebebi nedir? Bundan nasıl kurtulur? Hizmet etmeye mâni oluyor.

Bir insanın kendisini diğer mü’min kardeşlerinden aşağı görmesinin iki yönü vardır: Bu yönlerden biri çok faydalı ve Allah indinde çok makbul, diğeri de zararlıdır. Bir insanın aşağılık duygusuyla kendisini kötülemesi ve kusurlu görmesi zararlıdır. Ancak kişinin yarınlarda karşısına ne çıkacağını bilememe hissiyle bunun dertlisi olarak Allah’ın diğer kullarının yanında kendisini aşağı görmesi bir bakıma fazilet ve meziyettir.

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), kendisine verilen fazla pâyeler karşısında, “Ben bir beşerim ve Allah’ın abdiyim. Siz bana Allah’ın kulu ve Resûlü deyin.”[1] buyururlardı. Devr-i Risalet-penahide sahabeden herhangi birisine, “Sen şusun.. busun…” dendiğinde, “Ben ancak Allah’ın kullarından herhangi bir kulum.” diye cevap verirdi.[2] Ehlullah dediğimiz Hak dostları da meseleyi böyle ele almışlardır. Mesela, Şâh-ı Geylânî Hazretleri, kendisini yere göğe sığdıramayan kimselere karşı, “Ben sadece Allah’ın ibâdından bir kulum.” derdi.

İşte bu istikamette insanın kendisini dûn, hatta bir hiç görmesi mahzursuzdur, belki de faydalıdır. Bu arada, bir kimsenin, başkalarının vesâyası altında Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinden istifade etmeye liyakati olabileceğini düşünmesinin tezkiye-i nefis açısından yararlı olduğu bile söylenebilir. Ben yirminci asırda insanlığı kurtarmaya namzet gördüğüm nesilde, bir bakıma bu duygu ve düşüncenin, ağırlığıyla kendisini hissettirmesini bekliyor, gözetliyor ve bu hasletin onlarda olmasını şiddetle arzu ediyorum. Hizmet ehlinden hiçbir fert kendisini diğer insanlardan daha üstün ve daha farklı görme hastalığına düşmemelidir. Ehl-i dünya, felsefeden aldığı dersle üstünlük hastalığına kapılabilir. Mü’min kardeşlerimiz bu türlü hastalıklara kapılmamalı, herhangi bir sun’îlikle, Batı’da olduğu gibi, insanları yükseltme adına abartılara girmemelidirler.

Konuyu biraz daha açma adına bir üslûp değişikliği çerçevesinde “ben”den başlamak istiyorum. Başkaları da “ben” deyip konuyu kendi hesaplarına değerlendirebilirler. Ben, bir fert olarak imana ve Kur’ân’a hizmet yönüyle Allah’a hamd ederim ki, Cenâb-ı Hak önemli vazifelerle şerefyâb kıldı. Ben mahiyetim ve maddem itibariyle hiç ender hiçim. Fakat bu hiçlikte Allah farklı varlık cilvesi lütfetti. Allah bazen mücrim bir kuluna da vaaz u nasihat etme imkânını bahşedebilir... ve öyle yaptı; yaptı ve sizler gibi nadide bir cemaatin karşısına çıkardı. Çıkardı da geleceği nescedebilecek bir cemaatle hemhâl kıldı. Ben bu yönden kendimi dünyanın en bahtiyar insanlarından sayar ve “Allah, zavallı bir merkûbu tuttu, nezahetle yaşayan, hizmet etmeye namzet insanların yanına getirip koydu.” derim. (Burası nefsime ait olduğu için siz kendinize hakaret saymayın.) Ben işte buna aşağılık duygusu demiyorum. Madde ve mahiyetim itibariyle Rabbimin nazarında kirli bir damla sudan ibaretim.[3] Buna rağmen halk şayet beni i’zam ve tebcilde bulunuyorsa, bu hususta yanılmış olabilirler. Ama kendi zaviyemden ve bakışım açısından ben hep böyle düşünürüm. Halk, düşüncesinde ve verdiği hükümlerde yanılmış olabilir. Bu noktada da çok korkarım ve korkmam da lâzım, sonra da, “Rabbim, beni halkın nazarında büyük, Senin nazarında küçük eyleme.”[4] derim. Halk, bir insanı büyük görebilir. Ancak ben, nezd-i ulûhiyetinde boyum ne kadar ise o kadar ve onun da altında görünmek isterim. Bugün bâlâlardan bâlâ fakat yarın ayaklar altında merkûp bile olamayacak hâle düşmektense,

كَالْأَنْعَامِ بَلْ هُمْ أَضَلُّ
“Doğrusu onlar davarlar gibidirler, hatta onlar yolca, yöntemce daha da sapıktırlar.” (Furkan sûresi, 25/44)

sırrıyla mahkeme-i kübrâda o duruma düşmektense burada kat kat hatalarımın cezasını çekmek veya Senin nâmütenâhî affına sığınmak isterim. Vahşî’yi bağışlayan, onu sahabî şerefiyle serfiraz kılan o engin rahmetine iltica ederek ve Sana sığınarak, “Sen dilersen merkepten de insan yaparsın ama dilersen insanı da merkep kılarsın.” derim.

Bizi insan olarak en güzel sûrette yarattın. Ancak biz, insanî sîretimizi irademizle bozduk, çamur ve bataklık içine girdik. Şimdi öyle bir çamur içinde bocalayıp duruyoruz. Ama bir yerde dendiği gibi Senden gayrısına secde etmemiş bir başımız var. Gönül bozulsa, iç âlemi pörsüse bile Senden gayrısına secde etmedik ve kimseye bel kırmadık. İşte Sana vereceğimiz şey budur. مَا عَرَفْنَاكَ حَقَّ مَعْرِفَتِكَ5 kalkanıyla nezd-i ulûhiyetine iltica ediyor ve bizi bağışlamanı diliyoruz.

Bu bir anlamda muhasebe sayılır. Bu durumumda ben kendimi asrımızda kendinden ders aldığım kâmetin arkasında yürüyen ve yer yer havlayan bir mahlûk gibi görürüm. İnsanımıza sahabe-i kiramı anlatırım. Hani bir kıtmir vardır ki şahları ve onların bağını, bostanını korur. Bir kıtmir de vardır ki, o da sahabîden en küçüğünün arkasında hav hav eder ve yanında bulunmayı şeref sayar. İşte ben, onların adından bahsederim ve onları tanıtmaya çalışırım. Samimi olduğumu söyleyemem. Bütün bütün samimiyetsizim de diyemem. Bunlardan biri fahir olur, diğeri de nankörlük. Beceriksizliğimi ve kusurlarımı Rabbim şimdiye kadar setrettiği, beni olduğum gibi size göstermediği için ben de size şerh etmek istemem. Burada “Yâ Settâr” deyip yürürüm, öbür âlemde de “Yâ Settâr” deyip aman dilerim. O da belki gafletlerimi ketmeder de beni bağışlar. Daha fazla sizi tasdi’ etmek istemiyorum. Onun için konuyu noktalamak istiyorum. Bu sözlerimde samimiyim ve ben kendime böyle bakıyorum. “Ah, şu cemaat, benim ne yavuz bir dilbaz olduğumu bilse, gelip beni dinlemez.” diyorum. Bu dediklerimin kaçta kaçını bazı arkadaşlarım da diyebilir bilemiyor, bilme diye bir vazifemin olduğunu da sanmıyorum.

İşte böyle düşünmekle ben aşağılık duygusu içinde değilim. Rabbimin boynu tasmalı bir kölesiyim. Sahabînin ayakları arasında hav hav diye bu işi kendine şeref sayan birisiyim. Biri elimden tutar da kaldırır götürür, “Yâ Resûlallah, bizden bahsetmişti.” derse, “Pekâlâ o da gelsin.” diyebileceğini intizar eden kalbi kırık, boynu bükük, O’na karşı serfürû etmiş bir insanım.

Ancak bu işin ötesinde bir sakatlık vardır ki, öyle olmak da istemem. “Ben mücrimim, halka bir şey anlatamam. Kimseye hak namına dellallık yapamam. Namaz kıldırıp hutbe irad edemem.” şeklindeki bir düşünceye gelince onu; aşağılık duygusu, eziklik ve şeytanın, insanın bazı zayıf taraflarından istifade edip hizmetten alıkoyması sayarım.

Zayıf ve çelimsiz olsak, güç ve kuvvet yönüyle pazularımız zayıf bulunsa dahi hakikî sahibini bulacağımız ana kadar bu işi taşıma azmi içindeyiz. Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’a hizmet istikametinde Fahr-i Kâinat Efendimiz’in atının zimamdarlığını yapmaya, yani onun dizginlerini omuzumuza alıp götürme istikametinde ve Rabbimizi hoşnut etme yolunda bu vazifeyi bırakmayacağız. Bu vazifeyi bize bıraktıracak şekilde kendimizi aşağı görmektir ki, işte aşağılık duygusu denen mel’un şey de odur.

Ne olursak olalım hep imanlı olduk ve hiç ümidimizi yitirmedik. Vefat edeceğimiz an, “Ey gönül huzuruna ermiş ruh! Sen Rabbinden razı, O senden razı olarak dön Rabbine! Sen de katıl has kullarımın içine, gir Cennetime!” (Fecr sûresi, 89/27-30) hakikatini, bize sırf bir iltifat-ı ilâhî olarak meccâni bir teveccüh şeklinde bekleyip durduk.

Hususiyle asrımızda aşağılık duygusu içine girmeye hiç lüzum yok, zira biz ne kadar mücrim olursak olalım Cenâb-ı Hak, şu nazik, nezih ve nadide cemaat içinde bize yaşama imkânlarını bahşetti. Bu güzide insanlarla aynı çatı ve kubbe altında oturuyoruz. Her gün hakikat gamzeden bu simalarla karşı karşıya geliyoruz. Bunlardan benim duygularıma akseden çok şeyler oluyor. Yıkılmış, harap olmuş kalbimin tamiri istikametinde ben bu insanlardan çok istifade ediyorum. Bunların duygu ve heyecanları benim şu perişan cismime can ve dizime derman oluyor.

İşte bu yönüyle ferden ferdâ yıkık dökük olsak da biz, hep beraber Fahr-i Kâinat Efendimiz’i sevindirecek ve güldürecek bir konumda bulunuyoruz. Çubuğun ve sopanın dövene koyulduğu, boyunduruğun yere indiği, herkesin dini bırakıp kaçtığı ve dinsizliğe saptığı bir devirde bize ışık tutanları Allah, Makam-ı Mahmud’la sevindirsin. Çığır açanları mutlu ve bahtiyar kılsın. Rehberlerimizi Cennet-i Firdevsi ile mesut ve bahtiyar eylesin. Biz, Fahr-i Kâinat Efendimiz’in yolunda ve izinde hizmet-i imaniye ve Kur’âniye’de bulunurken, başımızda Fahr-i Kâinat Efendimiz’in vesâyasını ve siyanet kanatlarını hissediyoruz. İşte bu cihetle de bize paha biçilmez ve bu yönümüzle kıymetimiz takdirler üstü takdiri hâizdir. Biz, hizmete kilitli kaldığımız sürece işte böyleyiz. Öyleyse ferden ferdâ kıymetsiz olsak bile ümitlerimizi besleyecek, dualarıyla

رَبَّنَا اغْفِرْ لَنَا وَلِإِخْوَانِنَا
“Allah’ım, bizi ve kardeşlerimizi bağışla!” (Haşir sûresi, 59/10)

diyen kardeşlerimizin dualarına dâhil olacak, o mağfiretten istifade edecek bir şahs-ı mânevî itibariyle –şimdilerde tüzel kişilik diyorlar– öylesine âlâlardan âlâ, muallâlardan muallâ olmaya namzediz ki, sahabe, tâbiîn, tebe-i tâbiîn asrı istisna edilecek olursa yeryüzünde böyle hizmet edenlerle ölçüşecek ikinci bir topluluk yoktur. Bu noktada da Allah’a hamd ve senâ ederim. Ferden ferdâ mücrimiz ama şahs-ı mânevî olarak âlâlardan âlâ olmaya namzetiz.

Meseleyi uzattığımın farkındayım. Ancak asrımızın meseleleriyle alâkadar bulunması itibariyle beni ilgilendirdi, onun için uzattım. Arada nefsanîliğim de işin içine girmiş olabilir. İnsan cürmünü söylerken bile aldanabilir. Cihanları keşfedebiliriz, Antartika kıtasını avucumuzun içi gibi tanıyabiliriz ama ben şimdiye kadarki hayatımda henüz kalbimi keşfedemedim. Bu, benim için bir muammadır. Ben böyle deyip düşünürken, hatta en tenha yerde dövünürken dahi nefsimin nasıl oyunlar oynadığını henüz keşfetmiş değilim. Belki de hep böyle kapalı gidip, kapalı kalacağız. Fakat söylediğim şeylerde –kalbimi bilebildiğim kadarıyla– samimi olmaya çalışıyorum. Değilsem, daima dualarımda dediğim şekilde Rabb-i Kerimime niyaz ederek sözlerimi noktalamak istiyorum:

اَللّٰهُمَّ اجْعَلْنَا مِنَ الْمُخْلِصِينَ الْمُخْلَصِينَ
Allah’ım, beni ihlâsa ermiş ve erdirilmiş kullarından eyle!”

[1] Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/249; en-Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ 6/70; İbn Hibbân, es-Sahîh 14/133.
[2] Bkz.: en-Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ 5/126; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 6/167.
[3] Bkz.: Târık sûresi, 86/5-6.
[4] Bkz.: Müslim, zühd 14; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/174.
[5] el-Münâvî, Feyzu’l-kadîr 2/410; Mer’î İbn Yûsuf, Ekâvîlü’s-sikât s.45.