Her Musa’nın bir firavunu vardır

Her Musa’nın bir firavunu vardır

Soru: Ashab-ı Uhdûd kimlerdir? Bu hususta malumat verir misiniz?

Sorunun cevabına geçmeden önce bir iç mülâhazamı arz etmek istiyorum: İmam Malik’e, içinden çıkamadıkları kırk tane soru sormak üzere uzak diyarlardan bir adam gönderirler. Adam günlerce yol teperek Medine’de, İmam’ın meclisine gelir. Ders bitince adam durumunu İmam’a ileterek soruları sormak istediğini söyler. İmam müsaade eder ve adam sorularını bir bir Hazreti İmam’a sorar. İmam bu soruların büyük bir kısmına cevap vermeden susar ve sadece dört soruya cevap verir. Adam: “Yâ İmam! Sen ne yaptın? Ben sana soru sormak için onca meşakkate katlandım, sen ise “bilmiyorum” diye cevap veriyorsun. Şimdi ben memleketime dönüp ne diyeceğim?” der. İmam Malik’in cevabı oldukça ilginç ve ibretlidir: “‘İmam Malik bu işin altından kalkamadı.’ dersin.”[1]

Evet, işte ben bu edebi koruyamadım. Gördüğünüz gibi sorulan her soruyu biliyormuşcasına cevap veriyorum. Allah taksiratımı affetsin!

* * *

Ashab-ı Uhdûd, Kur’ân-ı Kerim’de,

قُتِلَ أَصْحَابُ الْأُخْدُودِ
“Kahrolası Ashab-ı Uhdûd!” (Bürûc sûresi, 85/4)

âyetiyle anlatılmaktadır. Ashab-ı Uhdûd’un kimler olduğu, ne zaman ve nerede yaşadıkları hakkında değişik rivayetler vardır. Bu rivayetlerden herhangi birinin doğruluğu kesin değildir. Zaten Kur’ân-ı Kerim de bu olayı yer, zaman ve fâillerini belirtmeden mutlak olarak zikretmektedir.

Kur’ân ve sünnet-i sahiha’ya göre Ashab-ı Uhdûd, hendekler içine atılıp yakılmak suretiyle kendilerine eziyet edilen mü’minler cemaatidir. Bazı müfessirlerimiz bu hâdiseyi Hazreti Mesih’in ümmeti içinde, bazıları ise Hazreti Mesih’ten evvel cereyan etmiş gibi gösterirler. İster Hazreti Musa’nın, isterse Hazreti Mesih’in ümmeti içinde cereyan etsin, قُتِلَ أَصْحَابُ الْأُخْدُودِ âyet-i kerimesi münasebetiyle şerefsüdur olan esbab-ı nüzul şöyledir:

Krallardan birinin bir büyücüsü vardı. Yaşı epeyce ilerleyen büyücü, krala: “Ömrüm sona yaklaştı. Bana bir çocuk ver de ona büyü öğreteyim.” der ve kralın kendisine verdiği çocuğa büyü öğretmeye başlar. Bu çocuğun eviyle büyücü arasında bir rahip vardır. Bir gün çocuk o rahibin yanına uğrar. Rahibin anlattığı şeyler çocuğun daha çok hoşuna gider ve çocuk sık sık rahibi ziyaret ederek onun anlattığı hakikatleri kabul eder. Zamanla bu çocuktan harikulâde hâller zuhur etmeye başlar; derken etrafında bir cemaat teşekkül eder. Her devirde olduğu gibi o devirde de hak ve hakikatten ürken yarasa ruhlular vardır. Araplar, لِكُلِّ فِرْعَوْنَ مُوسَى derler. Yani her Firavun’un karşısında bir Musa vardır. Bunu değiştirerek لِكُلِّ مُوسَى فِرْعَوْنُ demek de mümkündür ki o zaman mânâ, “Her Musa için bir Firavun vardır.” olur.

İşte o dönemin Firavun’u, Allah’a iman eden insanlara karşı amansız bir takip başlatır. Bu iş için derin hendek ve kanallar (uhdûd) kazdırır. Bu hendekler içine büyük ateşler yaktırır. İnanmış sineleri, genç-yaşlı, kadın-erkek, çoluk-çocuk demeden hendeğin başına getirtir ve Allah’a imanda ısrar edenleri ateşe attırır, küfre dönenlere de ilişmez. Bütün bu zor durumlarına rağmen mü’minler imanlarından dönmez ve seve seve ateşe atılırlar. Bu arada mü’minleri ateşe atan bu zalimler, hendeğin etrafına oturur, yaptıkları bu zulmü zevkle seyrederlermiş. Günlerden bir gün, kucağında çocuğuyla bir kadın hendeğe atılmak üzere getirilir. Kadın yanan alevleri görünce içinden bir tereddüt geçirir. Tam bu esnada kucağındaki çocuk dile gelir ve “Atla anne, sen haklısın onlar haksızdır.”[2] der.

Başka bir rivayette Habbab İbn Eret, Allah Resûlü’nün Ashab-ı Uhdûd’dan şöyle bahsettiğini anlatır: “Mekke’de eza ve cefa doruğa ulaşmıştı. Bütün ashab inim inim inliyordu. Bir gün Yâsir, dolu dolu gözlerle Allah Resûlü’nün yanına giderek çektiği eza ve cefaları anlattı. Bunun üzerine Allah Resûlü, ‘Sabredin ey Yâsir ailesi!’ buyurdu.”

“Her vadide yüz bin geda, eyler nida.” Ancak bu nidalara henüz cevap gelmiyordu. Hazreti Ebû Bekir yediği yumruklar karşısında أَيْ رَبِّ ماَ أَحْلَمَكَ “Ne kadar halîmsin ki yâ Rabbi, kâfirlere mehil üstüne mehil veriyorsun.”[3] diyordu. Habbab diyor ki; “İşte böyle eza ve cefa tahammülfersâ bir hâl almıştı ki, Allah Resûlü’nün yanına gittim. O, Beytullah’ın gölgesinde bürdesine bürünmüş oturuyordu. ‘Yâ Resûlallah, dua etmez misin, Allah bizi bu eza ve cefadan halas eylesin!’ dedim. Bu dileğimden memnun olmadı. Kaşlarını çattı ve bana tenbih edalı bir tonla şöyle dedi: ‘Siz de eza ve cefaya mı maruzsunuz? Sizden evvel fert, inandığından dolayı alınırdı, hendeğin içine atılırdı. Testere ile ortadan kesilirdi. Sonra da demir taraklarla eti kemiğinden ayrılırdı da dininden dönmezdi. Allah bu işi tamamlayacaktır ama siz acele ediyorsunuz. Gün gelecek herhangi bir kadın, San’a’dan Hadramut’a kadar tek başına seyahat edecektir de kat’iyen tecavüz görmeyecektir.’”[4]

Bu hadisle de Ashab-ı Uhdûd, her hangi bir devreye ait olmayıp bütün devirlerde kefere ve fecere tarafından zulme maruz kalmış, hendekler içine atılmış mazlum mü’minler ve onlara seyirci kalan kâfirler olarak anlatılmaktadır. Nitekim Roma’da Hıristiyanlara karşı akla hayale gelmedik zulüm, cevir ve cefa devri Bizans’ta Büyük Konstantin devrine kadar devam etmiş ve İslâm’ın gelmesiyle o günün kâfirleri tarafından yeniden başlatılmış ve seneler seneler boyu devam etmiştir. Daha sonra da Ebû Hanife gibi bir kısım mihnetkeş büyüklerimiz ve hapishanede sopa yiye yiye ömür geçiren Ahmed İbn Hanbel gibi pek çok büyük zat eza ve cefaya maruz kalmış ve rahat yüzü görmemişlerdir. Bu itibarla da Ashab-ı Uhdûd, mütegallip, mütekebbir ve mütecebbir bir güruhun, mazlum ve mağdur kimselere reva gördükleri şenaetleri ifade eden bir tablodur. Bu, günümüzde de olabilir. Memleket memleket sürgüne gönderilenler, hapishanelerde kendilerine yer hazırlananlar, memleket mahkemelerinde aylarca muhakemesi sürenler, aylarca ihtilattan men edilenler, buna rağmen milletine dua dua yalvarıp da tel’ine ve bedduaya âmin demeyenler binlercedir. Bu hep böyle devam edecektir. Bence Ashab-ı Uhdûd’un asıl anlatmak istediği de işte budur.

Sâniyen, müdakkik müfessirlerimiz, Ashab-ı Uhdûd hâdisesinden âlem-i İslâm’ı istibdat altına alacak zalim milletleri istinbat etmişlerdir. Belki bir dönemde bu işin en önemli vasıtası trendi. Zaten uhdûd da “had”den gelmektedir. Nitekim bu tefsir anlayışı, yirminci asırda tahakkuk etmiştir.

[1] Salih İbn Fevzân, İânetü'l-müstefîd bişerhi Kitabi't-Tevhîd 1/43; Şerhu Mesâili'l-Câhiliyye s.286.
[2] Ashab-ı Uhdûd kıssası için bkz.: Müslim, zühd 73; Tirmizî, tefsîru sûre (85); Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 6/17.
[3] İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 2/218; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 3/95.
[4] Buhârî, menâkıb 25, menâkıbü’l-ensâr 29, ikrâh 1; Ebû Dâvûd, cihâd 97.