Müslüman olarak ölebilmek

Müslüman olarak ölebilmek

Soru: Müslüman olarak yaşamak, Müslüman olarak ölmek ve öbür tarafta salihler zümresine ilhak olmak için ferdin alacağı durum nedir?

Evvelâ, bir insanın Müslüman olarak yaşaması, onun Müslüman olarak ölmesi için önemli bir husustur. Bir hadis-i şerifte Efendimiz –hadis kriterleri açısından tenkidi yapılabilir– “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle haşrolursunuz.”[1] buyurur. Yani öbür âlem, mü’minin ölüm hâlindeki durumuna göre şekillenmektedir. Ölüm hâlindeki durum ise mü’minin yaşadığı hayat çizgisinde cereyan eder. Bir hayat fevkalâde nezih ve çok üst seviyede yaşanmış, her dem Rab’le irtibat korunmuş, kafa ve ruhtaki her gudde ve fakülteye Allah’a ait mânâ ve ruh işlenmiş ise, bu dünyadan göçme de –Allah’ın tevfik ve inâyetiyle– aynı istikamette olacaktır. Buna mukabil iman mevzuunda derinleşilememişse, bu defa da insan, öyle bir boşlukla bu dünyadan göçüp gidecektir.

Selef-i sâlihînin bu mevzuun hem menfisi hem de müspetinde pek çok müşâhedeleri olmuştur ve bunlar, daha ziyade Kitâbü’r-Rekâik denen, insanın ruhunu harekete geçiren, kalbine dokunan, onun nazarını ahirete ve hesaba tevcih eden meselelerden meydana gelen kitaplarda ele alınmıştır. Buna, İmam Kurtubî’nin bir Tezkire’si misal verilebilir. Bu tür eserlerde gördüğümüz gibi seleften öyle kimseler vardır ki, vefat ederlerken âdeta kanatlanıp uçmuşlardır. Zira böyleleri hayatları boyunca Kur’ân’la iştigal etmiş, onu sevmiş ve ona gönül vermiş kimselerdir ki, bunlar komada dahi olsalar gürül gürül Kur’ân okumuş ve dilleri Hak adına hiç susmamıştır. Zira bu mesele onlar için artık bir şuuraltı olmuş ve âdeta onların iç melekeleri dinamosu hâline gelmiştir. Hayatında namazın büyük bir yeri olan Müslüman için ölüm anında en tatlı şey, Rabbisinin huzurunda başını yere koyup secde hâline gelmesidir. Hadiste bildirildiği üzere, insanın, Rabbine en yakın olduğu an secde hâlidir.[2] İşte böyle bir insan secde hâlinde ruhunu Rabbisine teslim etmek ister. Nitekim bu şekilde vefat edenler de vardır ki merhum Ahmet Naim de bunlardan biridir.

Buna mukabil öbür kutupta da öyle kimseler vardır ki –hafizanallah– onlar da –bağışlayın– “Atı tavlaya götürüp bağlayın, onun altını süpürün, süpürgeyi getirin.” veya “Falanda benim alacağım vardı, bir zamanlar tefecilik etmiştim ben onunla. Filan yerde bir iki işten gelecek var.” diyerek öbür âleme öyle yuvarlanıp gitmişlerdir. Evet, bu sözleri söyleye söyleye, bu hezeyanlar içinde ruhunu teslim eden nice kimseler olmuştur. Zira insan nasıl yaşamışsa onun yaşantısı, onun şuuraltı hâline gelmiş olur. İnsan kendinden geçince şuuraltı olan hususlar hortlar ve insanı belli ölçüde baskı altına alır. Bu durum kabre kadar uzayıp gider. Hatta o derecede ki bunun bir uzantısı olarak kabirde melek gelip ona Rabbisini ve kitabını sorduğunda onun, “Sepeti getirin, verin onlara otları, samanı götürün.” gibi sözler söylemesi ihtimal dâhilindedir.

Rabbimizden dileğimiz bizim encamımızı hayırlı etmesidir. Bundan dolayı Kur’ân: “Sakın, zinhar, başka şekilde değil, Müslüman olarak ölmeye çalışın.” (Âl-i İmrân sûresi, 3/102) buyurur. Bu arada akla şöyle bir soru da gelebilir: “Müslüman olarak ölmek elimizde mi?” Fakat unutmamalı ki mü’minler olarak elimizdeki imkânları kullanma mecburiyetindeyiz. Bir kere sevap, sevabı doğurur. Evet, bir hadis-i şerifte ifade edildiği üzere hayırdan hayır doğar, hayır hayrı netice verir.[3] Mesela, Allah, sadaka veren bir mü’minin kalbini yumuşatır ve ona ibadet aşkı verir. Ondaki bu ibadet aşkı, yeni hayırlar yapma aşkını doğurur. Nasıl ki kısır döngü denilen fâsit daire boş bir şeydir ve yeni boş bir şeyi tevlid eder; öyle de fâsit daireye karşılık sâlih (doğurgan) bir daire, bir hayırdır ve yeni bir aşk, şevk ve hayrı tevlid eder. Böylece mü’min yeniden bir daha koşar ve koşmalar olumlu koşmalara vesile olur.

Bana, gençliğini hep namaz ve niyaz içinde geçirdiğini bildiğim bir arkadaşımı anlattılar. Demişlerdi ki: “Namazda rukûya giderken, eline dayandı ve gitti. Sonra arka üstü yatırdılar ve ardından vefat etti.” Bir başkasının da secdeye giderken “Allahu Ekber” dedikten sonra başını koyup vefat ettiğini söylediler. Evet, insan hangi duygularla meşbû ise, Rabbim de onu öyle öldürür. Tabiî bu demek değildir ki namazda veya secdede ölmeyen fena bir hâlde gitmiştir. Hatta söylemesi gerekli olan şeyleri ağzına almadan ölenin de fena hâlde gittiği söylenemez. Hâşâ, hiç kimse böyle bir şey diyemez ve bunu iddia da edemez. Fakat güzel yaşayan, sonra da hayatını iyi mühürleyen bir insan vefat ederken –Allah’ın tevfik ve inayetiyle– her hâlukârda iyi gider. Hafizanallah, fena şeyleri şuuraltı yapmış bir kimsenin de âkıbetinden korkulur/korkulmalıdır da.

Mevzu ile alâkalı diğer bir husus da şudur: İnsanın, Rabbisine olan imanı, hayatı boyunca ruhuna öyle işlemeli ki, şeytanın eli, o imanı onun içinden söküp atamamalı ve kendisine toslayan hiçbir tereddüt onu sarsamamalıdır. Evet, insanın her günkü hayatında tefekkürden dantelâlar olmalıdır. Mesela, bizim, Allah inancı mevzuunda kanaatimize bir tek delil yeter. Rabbimize –inşâallah– öyle inanmışız ki aksine ihtimal vermiyoruz; fakat yine de bu inancımızı öyle takviye etmek gerekir ki, karşımıza bin felsefe çıksa, bize fünûn-u müsbetenin inkâra götürücü yüzlerce pozitif neticelerini anlatsalar, bin tane ışık oyunuyla gözlerimizi bağlayıp bakışımızı bulandırmak isteseler, bizler O’na, ilmin takviyesiyle muhkem kaziyeler hâlinde öyle inanmalı ve öyle sağlam durmalıyız ki, mahall-i imanımıza ne insî ne de cinnî şeytanların eli ulaşamamalıdır. Hatta iman sadece kalbimizde kalmamalı, âdeta damarlarımızdaki kanın içinde dolaşmalıdır. Aleyhissalâtü vesselâm’ın ifadesiyle, şeytan, insanın damarlarındaki kanın içinde dolaşır,[4] alyuvarlara ve akyuvarlara biner, kalbine uğrar, fitne sokar; onun beynine girer ve kafasını karıştırır. İman, mü’minin kanı içinde öyle hareket etmelidir ki, şeytan her yerde iman gücüyle boğulmalı, iman da sırrımıza girip hafâmızı fethetmelidir. Evet, bizler Rabbimizle öyle bir münasebet içine girmeliyiz ki, başkaları onu hiç anlayamamalı, şeytan da ona muttali olamamalı. O noktayı sadece Rabbimiz bilmeli ve bizim kalbimiz sezmeli. Bu konuda sürekli ilerleyerek ilimden ve kâinattan gelen şüphe ve tereddütlere öyle kapalı olmalıyız ki, şeytan son demde değişik oyunlarla kafamızı bozmasın. Tabiî ki, bu da hayatımız boyunca ameliyât-ı fikriyede bulunmaya ve fevkalâdeden tefekküre bağlıdır.

Müslüman olarak ölmek için dikkat edilmesi gereken diğer bir mesele de şudur: Ehl-i hakikat ve ehl-i tasavvufun yaptığı gibi “râbıta-i mevt”te bulunarak sık sık ölümü düşünmek ve onu her an ensemizin kökünde hissetmek ve böyle bir mülâhaza ile adımları dikkatli atmak, her an ölümü intizar etmek ve yer yer de kavuşmanın iştiyakıyla coşmak… Evet, “Sevgiliye, mahbuba, matluba, ne zaman kavuşacağım?” iştiyakı içinde bulunmak… ki Efendimiz şöyle buyururlar: “Bir kimse Allah’a mülâki olmayı arzuluyorsa, (Rabbim Rabbim diyerek âşıkın mâşuka yanıp tutuşması gibi yanıyorsa) Allah onunla karşılaşmadan (mukaddes hoşlanma ne ise) öyle hoşlanır. Eğer bir kimse ölümden korkuyor, Rabbe mülâki olmayı arzu etmiyorsa, Allah da öylelerinin huzuruna gelmesini istemez.”[5] –hafizanallah–.

Kalbinde imanı taşıyan her mü’min böyle bir iştiyakı da taşımalıdır; taşımalı ve imanının seviyesine göre Rabbine mülâki olmayı, dâussıla ile yanıp tutuşan bir insanın yer yer trenden, otobüsten başını çıkarıp, “Memleketime vardım mı?” diye beklemesi gibi öteleri beklemelidir. Tabut ve teneşiri, meleklerin kanatlarından daha şerefli gören, “Rabbim emretmediği için ölümü istemiyorum. Yoksa benim için ölüm Cennetlere uçmak için en mühim bir pisttir.” diyebilen bir mü’min, Rabbisine kavuşmaya arzulu demektir. O (celle celâluhû), ancak –tabir caizse– arzulu olana arzulu olur. Bu arzu ve istek ile alâkalı Cenâb-ı Hak der ki: “Kulum Bana bir karış yaklaşırsa Ben ona bir arşın yaklaşırım. O Bana bir arşın yaklaşırsa, Ben ona bir kulaç yaklaşırım. O Bana yürüyerek gelirse Ben ona koşarak giderim.”[6] Daha sonra da bu yakınlık öyle bir hâl alır ki, Cenâb-ı Hak o mü’minin gören gözü olur da artık o insan hiç yanlış görmez, Allah onun duyan kulağı olur da, artık her şeyi en iyi şekilde değerlendirir ve duyduğunu yanlış duymaz, onun tutan eli ve yürüyen ayağı olur da Allah onu yanlıştan uzak tutar ve olumsuz yöne yönlendirmez.

Rabbim, bizlere göre değil de, Kendinin sonsuz keremine göre muamelede bulunsun ve inşâallah “sultana sultanlık, gedâya gedâlık” ölçüsü içinde bizi sonsuz hediye ve atiyyelerle sevindirsin...

[1] Aliyyülkârî, Mirkâtü’l-mefâtîh 1/332, 7/375, 8/431.
[2] Müslim, salât 215; Ebû Dâvûd, salât 148; Nesâî, tatbîk 78.
[3] Buhârî, cihad 37; rikak 7; Müslim, zekât 121-123.
[4] Buhârî, i’tikâf 11, 12, bed’ü’l-halk 11, edeb 121, ahkâm 21; Müslim, selâm 23, 24.
[5] Buhârî, rikak 41; Müslim, zikir 14, cennet 63.
[6] Buhârî, tevhîd 15, 50; Müslim, tevbe 1, zikr 1, 20-22.