Fetret Devri mi?

Fetret Devri mi?

Hiç kimsenin ölürken nasıl öldüğünü bilemeyiz. Hadis-i şerifte ifade buyrulduğu gibi, bazıları mü’min olarak doğar, mü’min olarak yaşar fakat kâfir olarak ölürler. Bazıları da kâfir olarak doğar, kâfir olarak yaşar fakat mü’min olarak ölürler. (Tirmizî, Fiten 26) En küçük iyilikleri bile zayi etmeyen ve rahmeti gazabına sebkat etmiş olan Allah Teâlâ; Hıristiyan, Yahudi, Budist veya daha başka bir dine mensup olarak doğan ve kendi dinine bağlı yaşayan bazı kimselerin de yapmış oldukları bir kısım iyiliklerden ötürü son demlerde gözlerini İslam’a açabilir ve onlara Müslüman olarak ölmeyi ve öylece ahirete yürümeyi nasip edebilir.

Öte yandan, hayatını mü’min olarak geçiren bazı kimseler de imanlarındaki zafiyet veya bir kısım hata ve günahları sebebiyle -Allah muhafaza- son demlerinde imanlarını kaybedebilirler. Dolayısıyla biz hiç kimsenin nasıl öldüğünü de öldükten sonra nasıl bir muameleyle yüz yüze geleceğini de kesin olarak bilemeyiz. Bilemediğimiz için de bir şahıs hakkındaki nihai hükmü Allah’a bırakırız.

Fetret Dönemi İnsanları

Bu gibi konuları ele alırken, İmam Gazzâlî ve Bediüzzaman gibi âlimlerin fetret dönemiyle ilgili yorumlarını akıldan çıkarmamak gerekir. Malum olduğu üzere onlar, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâlu aleyhi ve sellem) insanlığa gönderilişinden sonra da fetret dönemi olabileceği ve kendilerine hüviyet-i asliyesiyle İslâm mesajı ulaşmamış insanların da Allah katında fetret dönemi insanlarının tâbi tutulduğu muameleye tâbi tutulabileceği ihtimali üzerinde dururlar.

Maalesef İslâm günümüzde akla, mantığa, vicdana ve duygulara hitap eder bir tarzda sunulmuyor. İyi bir temsil ortaya konulamadığı gibi, temsilde temadi de sağlanamıyor. Tabiri caizse meyhane ile cami arasında gelgitler yaşayan kalabalıklar söz konusu. Hidayete eren insanlar tamamen Cenab-ı Hakk’ın bir lütfu. Yoksa hakikati arayan, Müslümanlığı araştıran insanlar, bizi gördüklerinde yürüdükleri yoldan gerisin geriye dönebilirler. İşte bütün bunlar da zihin karışıklığına sebep oluyor.

Dolayısıyla günümüzün bazı insanlarına fetret zamanı insanı nazarıyla bakılsa yeridir. Bu da ölen kişilerin akıbeti hakkında kesin hüküm vermekten bizi men eden diğer bir faktördür. Fakat her fırsatta küfrünü ortaya koyan, onu ilmî kaidelere dayandıran ve onun bayraktarlığını yapan insanları bu değerlendirmenin dışında tutmak gerekir.

Bununla birlikte dinde zahire göre amel etmenin bir esas olduğu da unutulmamalıdır. Kimsenin kalbini yarıp bakamayacağımız için, zahire nazaran insanların Müslüman olup olmadıklarına hükmederiz. Ölen kişilere de buna göre muamele yaparız. Eğer bir insan Müslüman olarak yaşamışsa ve son anına kadar da onunla ilgili bu bilgimizi değiştirecek bir durumu olmamışsa, öldükten sonra onu İslamî hükümlere göre teçhiz ü tekfin eder ve Müslüman mezarlığına defnederiz. Buna karşılık eğer bir insan Allah’ı inkâr ederek öbür âleme yürümüşse, muamelemiz de buna göre olur. Evlâtlarının, yakınlarının veya dostlarının küfür üzere öldüğünü bildikleri bir kişi hakkında rahmet ve mağfiret dilemeleri de doğru olmaz.

Gayrimüslimler Hakkında Af Talebi

Bir insanın, kâfir olarak öldüğünü bildiği bir kişi hakkında Allah’tan af ve mağfiret dilemesi, arzu ve hissiyatını Cenab-ı Hakk’ın bu konudaki muradının önüne geçirmesi demektir. Eğer imansız olarak ölen, ahirete imansız olarak intikal eden biri hakkında şefaat etme, Allah’tan af ve mağfiret dileme veya hüsn-ü şahadette bulunma caiz olsaydı, Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ömrü boyunca kendisine destek çıkmış ve hiçbir kötülüğü dokunmamış amcası Ebû Talib hakkında bunu yapardı.

Kur’ân-ı Kerim, şu âyetiyle müşrik olarak ölen kimseler hakkında af ve mağfiret dilemeyi kesin bir üslûpla yasaklamıştır: مَا كَانَ لِلنَّبِيِّ وَالَّذِينَ آمَنُوا أَنْ يَسْتَغْفِرُوا لِلْمُشْرِكِينَ وَلَوْ كَانُوا أُولِي قُرْبَى مِنْ بَعْدِ مَا تَبَيَّنَ لَهُمْ أَنَّهُمْ أَصْحَابُ الْجَحِيمِ “Kâfir olarak ölüp cehennemlik oldukları kendilerine belli olduktan sonra, yakını bile olsa, müşriklerin affedilmelerini istemek, ne Peygamberin, ne de mü’minlerin yapacağı şeydir.” (Tevbe sûresi, 9/113)

Konuyla ilgili Kur’ân-ı Kerim’in Hz. İbrahim (aleyhisselâm) hakkında vermiş olduğu bilgiler de meselenin iyi anlaşılması adına oldukça önemlidir. Kur’ân, Hz. İbrahim’in, babası hakkında yaptığı şu duaya yer verir: وَاغْفِرْ لأَبِي إِنَّهُ كَانَ مِنَ الضَّالِّينَ “Babamı da bağışla, o yolunu kaybetmiş, dalalete sapmıştı.” (Şuara sûresi, 26/86) Şu âyette ise Hz. İbrahim’in, daha sağlığında iken babası için istiğfarda bulunma sözü verdiği beyan buyrulur: قَالَ سَلاَمٌ عَلَيْكَ سَأَسْتَغْفِرُ لَكَ رَبِّي إِنَّهُ كَانَ بِي حَفِيًّا “(İbrahim, babasına şöyle dedi:) Sana selâm olsun, senin için Rabbimden bağışlanma dileyeceğim. Çünkü O, bana karşı pek lütufkârdır.” (Meryem sûresi, 19/47; Ayrıca bkz. Mümtehine sûresi, 60/4)

Tevbe sûresinde yer alan şu âyet-i kerime Hz. İbrahim’in müşrik olarak ölen babası hakkında yaptığı istiğfarın önceden verilmiş bir söze dayandığını, bununla birlikte babasının durumu kendisine zahir olduktan sonra istiğfardan vazgeçtiğini anlatır: وَمَا كَانَ اسْتِغْفَارُ إِبْرَاهِيمَ ِلأَبِيهِ إِلاَّ عَنْ مَوْعِدَةٍ وَعَدَهَا إِيَّاهُ فَلَمَّا تَبَيَّنَ لَهُ أَنَّهُ عَدُوٌّ لِلَّهِ تَبَرَّأَ مِنْهُ إِنَّ إِبْرَاهِيمَ لَأَوَّاهٌ حَلِيمٌ “İbrahim’in, babası için af dilemesi ise, sırf ona yaptığı vaadi yerine getirmek için olmuştu. Fakat onun Allah düşmanı olduğu kendisine belli olunca, onunla ilgisini kesti. Gerçekten İbrahim çok yumuşak huylu ve pek sabırlı idi.” (Tevbe sûresi, 9/114)

Ölçü, Merhamet-i İlahiyedir!

Bu tür konularda konuşurken bir taraftan dinin muhkem hükümlerine bağlı kalmaya, diğer yandan da doğru bir üslup kullanmak suretiyle insanları rencide etmemeye ve kırmamaya çok dikkat edilmesi gerekir. Anne-babası veya yakın akrabaları İslâm’la şereflenememiş insanların yanında konuşurken dikkatli olmak zorundayız. Hatta “Eğer onlar Allah’ı tanıyarak, O’na iman ederek ahirete intikal etmişlerse, O’nun engin rahmetinden öyle ümit ediyoruz ki O, bunu da zayi etmeyecektir.” gibi kayıtlı ve temkinli ifadelerle hem gerçeği ifade edebilir hem arzu ve isteklerimizi izhar edebilir hem de insanların gönlünü alabiliriz.

Bununla birlikte bu gibi durumlarda Allah’tan istenmeyecek şeyleri isteyerek, birilerine Cennet’te yer hazırlayarak, O’na karşı saygısızlığa girmemeye dikkat etmeliyiz. Akıbetini bilemediğimiz bu gibi durumlarda, “Allah’ım, falanı Cennet’ine koy, Firdevsinle sevindir.” gibi şeyler söyleyecek olursak, muradımızı, murad-ı ilâhinin yerine koymuş oluruz. En güzeli, bu gibi konularda dinin ortaya koyduğu hükümlerin ötesine geçmemek, meseleyi Allah’a havale etmektir. Şunu unutmamalıyız ki Allah bizden çok daha şefkatli, daha merhametlidir. Hz. Pîr’in de belirttiği gibi merhamet-i ilâhiyeden daha fazla merhamet, merhametsizliktir.


Bu yazı, 4 Ağustos 2009 tarihinde yapılan sohbetten hazırlandı.

Berat Kandili