Neyi Tercih Ediyoruz?

Neyi Tercih Ediyoruz?

Soru: Tevbe suresinin yirmi dördüncü âyet-i kerimesini nasıl anlamalıyız?

Cevap: Soruda ifade edilen âyet-i kerime şu şekildedir: قُلْ إِنْ كَانَ آبَاؤُكُمْ وَأَبْنَاؤُكُمْ وَإِخْوَانُكُمْ وَأَزْوَاجُكُمْ وَعَشِيرَتُكُمْ وَأَمْوَالٌ اقْتَرَفْتُمُوهَا وَتِجَارَةٌ تَخْشَوْنَ كَسَادَهَا وَمَسَاكِنُ تَرْضَوْنَهَا أَحَبَّ إِلَيْكُمْ مِنَ اللهِ وَرَسُولِهِ وَجِهَادٍ فِي سَبِيلِهِ فَتَرَبَّصُوا حَتَّى يَأْتِيَ اللهُ بِأَمْرِهِ وَاللَّهُ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الْفَاسِقِينَ“De ki: Eğer ana-babalarınızı, çocuklarınızı, kardeşlerinizi, eşlerinizi, akrabalarınızı (veya mensup olduğunuz topluluğu), bin bir emek ve zahmetle kazandığınız malları, kesada uğramasından korktuğunuz ticaretinizi, ferah feza meskenlerinizi Allah’tan, Resûlünden ve Allah yolunda cihat etmekten daha çok seviyorsanız, Allah’ın buyruğunu (azabını) bekleyin.Allah, yoldan çıkmış fasıklara hidayet nasip etmez.”(Tevbe sûresi, 9/24)

Cenab-ı Hak, Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem), Kendisiyle kulları arasında bir vasıta olduğunu ifade etme sadedinde ayet-i kerimeye قُلْ “De ki” lafzıyla başlıyor. Bu üslup, genel itibarıyla daha sonra ifade buyrulacak mükellefiyet ve sorumlulukların önemine ve ağırlığına işaret eder. İfade buyrulan emirlerin bizatihi Allah’tan geldiğini ihsas eder. Aynı zamanda bu, bir kısım şartlanmış, önyargılı veya mütemerrit insanların, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) hakkında yanlış mülahazalara girmesine mâni olur; O’nun kendi hesabına konuşmadığını hatırlatır.

Daha sonra bir kısım dünyalık şeylerin Allah ve Resûlü’nün sevgisinin veya O’nun yolunda mücahede etmenin önüne geçmesi durumunda maruz kalınabilecek acı akıbete dikkat çekilir. Âyet, Allah’ı unutturacak ölçüde dünyanın cazibedar güzelliklerine bağlanan kimselere “Bekleyin!” der. Neyi bekleyecekler? Allah’ın emrini. Bundan kastedilen mana, gelecek olan ceza ve azap, belâ ve musibetlerdir. Çünkü bu tür insanlar yanlış bir tercihte bulunmuş ya da neye öncelik hakkının verileceğini kestirememişlerdir.

Âyetin sonunda ise Allah’ın fasıkları sevmeyeceği ifade edilir. Demek ki âyette sayılanlara duyulan alâka Allah sevgisinin önüne geçtiği takdirde insanı yoldan çıkarıp fasık hâline getirebilir.

Ne demektir fasık? Allah’ın, Müslümanlık adına belirlediği çerçevenin dışına çıkan, yani dinin emir ve yasaklarına riayet etmeyen insan demektir. İslâm’da; itikada, amele, ahlâka, duygu ve düşünceye, Allah’la irtibata, kalbî ve ruhî hayata ait bir çerçeve belirlenmiştir. Âyetten anlaşıldığına göre bu çerçeveye uymanın öncelikli şartı, Allah ve Peygamber sevgisinin, Allah yolunda mücadele ve mücahede etme aşkının her şeyin önünde tutulmasıdır. Şayet insan bu konuda yanlış bir tercihte bulunursa “fısk” damgası yiyebilir.

Dengeli ve Yerinde Sevgi

Aslında âyette sayılanların her birisi insan açısından çok önemlidir. Elbette bir insan ana-babasını sevmeli ve onlara karşı saygıda kusur etmemelidir. Çocuklarını bağrına basmalı ve onların terbiyeleri ile meşgul olmalıdır. Kardeşlerine karşı muhabbet beslemeli ve her an onlara yardım etmeye hazır olmalıdır. Eşini sevmeli,  akrabalarına karşı alâka duymalıdır; bunlar matlup şeylerdir.

Evet, insan bunların üzerine titremeli, sürekli onlara karşı iyilik ve ihsanla muamele etmelidir. Nitekim birçok âyet ve hadiste, insanın yakınlarına karşı göstermesi gereken ilgi, alâka ve yerine getirmesi gereken görev ve sorumluluklar üzerinde durulur. İnsan ne anne babasına ne çoluk çocuğuna ne de yakınlarına ve akrabalarına karşı alâkasız kalamaz. Aksi takdirde yapması gerekli olan vazifelerde kusur ettiğinden dolayı Allah’a hesap verir.

Aynı şekilde insanın çalışması, kazanması, ticaretle iştigal etmesi, para kazanması da kötü şeyler değildir. Elbette insan, bir işe başlamadan evvel iyi bir fizibilite çalışması yaparak, sebeplere riayet ederek, makul ve realist adımlar atarak kazanç elde etmeye, muhtemel zararlardan korunmaya çalışacaktır. Allah ve Peygamber sevgisinin önüne geçmedikleri, insanı i’lâ-i kelimetullah yolundan alıkoymadıkları sürece bunlarda bir mahzur yoktur, bilakis yerine ve derecesine göre mü’minin vazifeleri cümlesindendir. Âyette kötülenen, insanın sadece bunlara im’ân-ı nazar etmesi, sürekli bunlarla oturup kalkması ve bunları, ehemmiyet sıralamasında en başta gelen hususların önüne geçirmesidir.

Bu iki şeyi birbirine karıştırmamak gerektir. Yani insanın bazı dünyevi alakaları vardır, bunlarla irtibatında mutlak bir sakınca yoktur, bilakis insan tabiatının bir gereğidir. Yine onun dünyaya bakan bir kısım mükellefiyetleri vardır ve bunları ihmal etmesi düşünülemez. Ancak dünya onunla Allah arasına girmemeli, Allah’ın en çok kıymet atfettiği şeylerin önüne geçmemelidir. Bu konuda hakem olacak bir şey varsa o da insanın vicdanıdır.  

Bazen sahip olduğu evlâtlar, mal ve servetler, oturduğu yalı ve saraylar insanı büyüleyebilir, dünyalık zevkler karşısında asla unutmaması gerekli olan şeyleri ona unutturabilir. Sahip olduğu mal ve evlâtlar onu Allah yolunda yapılacak hizmetlerden alıkoyabilir. Nitekim dallardan sarkan salkım salkım meyveler, insanı ferahlatan gölgelikler, yaz sıcağında insanın en çok aradığı soğuk sular, Sahabeden o büyük insan Kâb İbn-i Mâlik’i bile Tebük seferinden geri bırakmıştı da ancak samimi tevbesi ve doğruluğuyla helâk olmaktan kurtulmuştu.

Evet -Allah muhafaza buyursun- bazen bağ ve bahçeler, keyif yapmaya müsait meskenler, elde edilen kazançlar insana Allah’ı ve Resûlü’nü unutturabilir. Gelip onların sevgisinin yerine oturabilir. İnsanı, Allah yolunda çalışıp çabalamaktan alıkoyabilir. İşte bu durumda insan bela ve musibetlere açık hale gelir. Bu kötü akıbetten kurtulma adına âyet-i kerime, mü’minlere, Allah ve Peygamber sevgisinin ve Nam-ı Celil-i İlâhî ve ruh-u revan-ı Muhammedînin dünyanın dört bir yanında şehbal açması istikametinde duyulan şevk ve arzunun diğer bütün sevgilere ağır basması gerektiğini hatırlatıyor.

Şayet mü’min, Allah’ı ve Resulünü herkesten ve her şeyden daha fazla seviyor, sürekli i’lâ-i kelimetullah aşkıyla oturup kalkıyor ve bunları birinci plana koyuyorsa, diğerleri ile alâkasının ona zararı olmaz. Fakat bunlar birinci planda değilse insan yanlış tercihlerde bulunuyor demektir ve -hafizanallah- tercihinin bedelini ödemek zorunda kalır.

Bir Kalbde İki Sevgi Olmaz

İbrahim Ethem Hazretleri’yle ilgili menkıbede anlatıldığı gibi bir kalbde iki sevgi olmaz. Mü’min, evvelen ve bizzat kimi seveceğini kime alâka duyacağını, kime yürekten bağlanacağını doğru tayin etmelidir. İşte âyet-i kerime bize bunu gösterir. Hiçbir sevginin Allah ve Peygamber sevgisinin önüne geçmemesi gerektiğini ders verir. Her ne kadar insan, tabiatı gereği fani ve zail bir kısım varlıklara karşı alâka duysa da, bu ikinci derecede bir sevgi olmalıdır. Katiyen evlâd u ıyal veya mal u menal sevgisi Allah sevgisinin yerini almamalıdır. Aksi takdirde kötü akıbetten korkulur.

Nitekim Hz. Pir, birinci dünya savaşıyla ilgili kendisine yöneltilen, “Musibet, cinayetin neticesi, mükâfatın mukaddimesidir. Hangi fiilinizle kadere fetva verdirdiniz ki, şu musibetle hükmetti?” sorusuna, Müslümanların erkân-ı İslâmiyedeki kusurları açısından cevap vermiştir: “Yirmi dört saatten yalnız bir saati, beş vakit namaz için Hâlık Teâlâ bizden istedi. Tembellik ettik; beş sene yirmi dört saat talim, meşakkat, tahrik ile bir nevi namaz kıldırdı. Hem senede yalnız bir ay oruç için nefsimizden istedi. Nefsimize acıdık; keffâreten beş sene oruç tutturdu. Ondan, kırktan yalnız biri, ihsan ettiği maldan zekât istedi. Buhl ettik, zulmettik; O da bizden müterâkim zekâtı aldı.” (Bediüzzaman,Tarihçe-i Hayat, s. 126-127)

Bediüzzaman’ın bu açıklamaları zaviyesinden meseleye bakacak olursak, Allah’ın, Din-i Mübin-i İslâm’ın yaşanmasında kusur gösterilmesini farklı şekillerde cezalandırdığını görürüz. Âyette yer alan “O hâlde Allah’ın emrini bekleyin.” beyanıyla anlatılmak istenen mana da budur.

Hatta Müslümanların halihazırda maruz kaldıkları sıkıntı ve zorluklara da bu açıdan bakılabilir. Dışarıda suçlu aramaya gerek yok. Bizi çepeçevre kuşatan, vesayeti altına alan ve yapmak istediğimiz şeyleri istediğimiz gibi yapma imkânından bizi mahrum bırakan zalim ve mütecavizlere sövüp saymakla müteselli olmak yerine, öncelikle dönüp kendimizle yüzleşmeliyiz. “Acaba ne yaptık ki bunlar başımıza geldi?” demeliyiz. Şayet Müslümanlar âyette sayılan hususları Rablerine, Peygamberlerine ve Allah’ın dininin ilâ edilmesine tercih etmişlerse, Allah da onları farklı şekillerde cezalandıracaktır. Bu açıdan Hz. Pir’in yaptığı gibi öncelikle eksik ve kusurlarımızı görmeli ve bunların telafisine bakmalıyız.

Maalesef günümüzde Allah düşünülmesi gerektiği ölçüde düşünülmüyor. İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallahu aleyhi ve sellem) sevilmesi gerektiği ölçüde sevilmiyor. O’nun adını dünyanın dört bir tarafına duyurma yolunda gerekli ceht ve gayret gösterilmiyor. Bu ifadelerim suizan olarak görülebilir. Fakat ümmet-i Muhammed’in genel ahvaline baktığımda bende hâsıl olan kanaat budur.

Hz. Ömer Efendimiz’in, Allah Resûlü’ne karşı nasıl delice bağlı olduğunu bilmeyen yoktur. Öyle ki Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ruhunun ufkuna yürüdüğünde kılıcını çeker ve “Kim Muhammed öldü derse kellesini alırım!” der. Böyle derinden bir bağlılığı, muhabbeti vardır. Fakat bir gün Efendimiz’in karşısına çıkıp, “Ya Resûlallah seni eşimden çocuklarımdan, herkesten çok seviyorum” dediğinde, Efendimiz memnuniyet izhar etmez ve “Ya Ömer, Beni nefsinden de çok sevmedikçe imanın kemale ermiş olmaz.” buyurur.

Bu mülahazayı vicdanlarınıza havale ediyorum. Vicdanınızın hassas ölçüleriyle kendinizi tartın, değerlendirin ve İslâm açısından nerede durduğunuzu tayin etmeye çalışın. Hakikaten durmanız gerekli olan yerde duruyor musunuz? Yoksa durmanız gereken çerçevenin dışına çıkarak alan ihlali yapıyor ve fıska mı giriyorsunuz? Allah, âyetin sonunda bu tür insanları hidayete erdirmeyeceğini ifade buyuruyor.

Keşke hep Allah sevgisi, Peygamber muhabbeti ve onları tüm kainata duyurma, tanıtma aşk u şevkiyle oturup kalkabilsek! Keşke sürekli kendimizi muhasebeye çekerek eksik ve kusurlarımızı gidermeye çalışsak! Keşke inandığımız değerler uğruna daha fazla neler yapabileceğimizin derdiyle dertlenebilsek! Keşke kalblere girme adına sürekli alternatif yollar araştırsak! Keşke bir araya geldiğimizde insanlığa daha faydalı olma adına stratejiler üretebilsek! Zira ahirette “keşke” dememenin yolu bunlardan geçer.


Bu yazı 2010 senesinde yapılan bir sohbetten hazırlanmıştır.