Fetih, 48/29
مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ وَالَّذ۪ينَ مَعَهُ أَشِدَّاءُ عَلٰى الْكُفَّارِ رُحَمَاءُ بَيْنَهُمْ تَرَاهُمْ رُكَّعاً سُجَّداً يَبْتَغُونَ فَضْلاً مِنَ اللّٰهِ وَرِضْوَاناً س۪يمَاهُمْ ف۪ي وُجُوهِهِمْ مِنْ أَثَرِ السُّجُودِ ذٰلِكَ مَثَلُهُمْ فِي التَّوْرَاةِ وَمَثَلُهُمْ فِي الْإِنْج۪يلِ كَزَرْعٍ أَخْرَجَ شَطْأَهُ فَاٰزَرَهُ فَاسْتَغْلَظَ فَاسْتَوٰى عَلٰى سُوقِهِ يُعْجِبُ الزُّرَّاعَ لِيَغ۪يظَ بِهِمُ الْكُفَّارَ وَعَدَ اللّٰهُ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ مِنْهُمْ مَغْفِرَةً وَأَجْراً عَظ۪يماً
"Muhammed Allah'ın Resûlü'dür. Onun beraberindeki mü'minler de kâfirlere karşı şiddetli olup kendi aralarında şefkatlidirler. Sen onları rüku ederken, secde ederken, Allah'tan lütuf ve rıza ararken görürsün. Onların alâmeti yüzlerindeki secde izi, secde aydınlığıdır. Bunlar, Tevrat'taki sıfatları olup İncil'deki meselleri ise şöyledir: Öyle bir ekin ki filizini çıkarmış, sonra da onu kuvvetlendirmiş, derken kalınlaşmış da artık gövdesi üzerinde doğrulmuş. Öyle ki ekicilerin hoşuna gider, kâfirleri de öfkelendirir. İşte böylece Allah onlar gibi iman edip makbul ve güzel işler yapanlara bir mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır." (Fetih sûresi, 48/29)
Bu âyetle alâkalı Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık hakkında bir mukayese
Hz. Mesih, olabildiğine maddeci bir topluma peygamber olarak gönderilmiştir. Böylesine maddeci bir topluluğun ıslahı adına Hz. Mesih, onların karşısına ruhçu bir düşünceyle çıkmış ve onların maddeci düşüncelerini ta'dil etmiştir.
Müşrikliği ve putperestliği, doğrudan doğruya din unvanı ve din referansıyla diyanet blokajı üzerine oturtan toplumların, daha sonra o dinî telakkiden sıyrılıp, yeni bir dinî düşünceye ulaşmaları oldukça zordur. İşte Hz. Mesih, meb'us bulunduğu toplumdan, maddeciliği ta'dil ederek, metafiziğe kapı aralamış.. ve aynı zamanda vahy-i semavî ile, ifrat ve tefrite girmeden madde ve ruh arasında bir denge tesis ederek bu zorluğu aşmıştır. Ne var ki, daha sonra gelen onun müntesipleri, bu dengeyi muhafaza edememiş.. bundan dolayı da zamanla bütün güçleriyle ruhçuluğa ve spiritüalizme yönelerek maddeyi bütün bütün inkâr etmişlerdir. Kur'ân-ı Kerim'in de ifadesiyle[1] onlar, ruhbanlığı kendilerine farz kılarak, sözde bununla değerler üstü değerlere ulaşacaklarını zannetmişlerdir. Oysaki onlara böyle bir zorluk tahmil edilmemişti. Evet onlar, Allah'ın rızasını tahsil maksadıyla, dinin ruhunda olmayan şeyleri icat etmiş ve daha sonra da icat ettikleri bu şeylere yenik düşüp, onların ağırlığı altında dinin aslından uzaklaşmışlardı. Hâlbuki meşru dairedeki zevk ve lezzet, hem keyfe kâfi, hem de zarurî ve lüzumludur. İnsan için aile hayatı, çoluk çocuk, hayatî bir ihtiyaçtır. Onların bir kısmı, bu mubaha karşı müstenkif kalmış ve farkına varamayarak o işin gayrimeşru levsiyatı ile hayatlarını kirletmişlerdir.
Hıristiyanlıkta, bu türlü daha birçok tağyir, tahrif ve yanlış anlamalar mevcuttur. Örneğin İncil'de, "Eğer yüzüne bir tokat vururlarsa, dön diğer yüzüne de bir tokat vursunlar." diye bir ifade vardır.[2] Günümüzde bu mânâ ve ruh, belli ölçüde değerlendirilebilir. Bu bir nevi, "Dövene elsiz, sövene dilsiz." sözünün değişik bir versiyonudur. Ancak insanların zulümlere karşı teslimiyetçi bir şekilde davranmaları yanlışlığı da açıktır. Zira, zulmedenler hiçbir zaman zulmetmeye doymazlar. Hıristiyanlık, zuhur ettiği zaman itibarıyla, değişik baskılar altında kendini anlatma ve kendini ispat etme imkânını elde edememişti. Bu baskı ve zulümlere karşı onlara, "mukabele etmeme" fikri aşılanmış ve bu, daha sonra onlarda bir karakter hâline gelmiştir. Bu düşüncenin uzantısı olarak onlar; harp etmemeyi, kendilerine ne yapılırsa yapılsın, karşı koymamayı ve dünya zevklerinden uzak kalarak ruhbanca bir hayat yaşamayı vs. bir disiplin olarak benimsemişlerdi. Ne var ki, bu disiplinlerin pratik hayattaki yansımalarına bakıldığında manzaranın hiç de aslına uygun ve iç açıcı olmadığı görülecektir. Çünkü onlar, bugün dünyanın değişik yerlerinde -esefle müşâhede etmekteyiz- benimsedikleri bu prensiplere aykırı olarak, yer yer hayatın karşılarına çıkardığı ve insan fıtratının bir gereği olan ihtiyaçlarını gayrimeşru yollardan giderme ve duygularını tatmin etme yollarına girmişler; uzantıları günümüze kadar gelen kanlı savaşlar yapmışlar ve birçok insanın haksız yere ölmesine sebep olmuşlardır.
Hz. İsa'nın (aleyhisselâm) materyalist bir topluma uyguladığı ıslah hareketi, aynı zamanda kendisinden sonra gelecek olan ve müjdesini de bizzat kendisinin verdiği "İnsanlığın İftihar Tablosu"na giden yolları da açmıştır. Ancak, başta da ifade ettiğimiz gibi onun daha sonraki müntesipleri, Yahudi ifratına karşı tefrite düşerek, bütün bütün fiziği de maddeyi de inkâr etmişlerdi. Yukarıdaki Fetih sûresinin en sonunda yer alan uzunca âyet, bu mevzua ışık tutmaktadır. Burada o âyetle alâkalı birkaç hakikati arz etmek istiyorum:
Âyet, مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ diye başlamaktadır. Âyetin başındaki bu ifade ile, Peygamber Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) risaleti vurgulanmış ve değişik yerlerde geniş olarak bu hakikat ifade edildiği için de, icmalen geçilmiştir. Bu âyette, daha ziyade Kur'ân, Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) etrafındaki insanlara dikkat çekmekte ve değişik evsaf ve kategoriler hâlinde, birbirinden farklı maddeye ve mânâya bakan yanları ile onları nazara vermektedir. مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ önemli ve hayâtî bir gerçektir. Bunun için Sâdî, -Üstad'ın da Mektubat'ta ifade ettiği gibi- "Muhammedun Resûlullah demeden râh-ı selâmet muhaldir." der. Necip Fazıl da bu hakikati ifade adına, Pascal'ı koştura koştura rıhtıma kadar getirir; ancak "Muhammedün Resûlullah" demediği için gemiyi kaçırdığını söyler. Evet, bu mânâda Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) rasat noktasına ulaşmayanın sahil-i selâmete ulaşması zordur.
Şimdi tekrar âyetin mevzumuzla alâkalı yönüne dönelim:
Peygamberle beraber maiyyet-i nebeviyeye eren herkes, maiyyet-i ilâhiyeye de ermiş demektir. Bir yönüyle âlem-i cismaniyet ve âlem-i halka ait Efendimiz'le maiyyet, aynı zamanda âlem-i emre ait belki Cenâb-ı Hak'la maiyyetin bir izdüşümüdür. İşte âyet-i kerimede, وَالَّذ۪ينَ مَعَهُ derken bahsettiğimiz bu maiyyet kastedilmekte; âyetin devamında ise, bu ufku yakalayan insanların özelliklerinden bahsedilmektedir.
Bu özelliklerden biri, onların أَشِدَّاءُ عَلٰى الْكُفَّارِ olmalarıdır. Yani mahiyetlerindeki inanma istidadını körelten, bunca delâil Allah'ın varlığını ilan ederken, bütün bütün onları tekzip edip inkâra sapan ve Allah'ın yaktığı ilâhî meşaleyi söndürmeye çalışan insanlara karşı şedittirler.
İkinci özellikleri ise, رُحَمَاءُ بَيْنَهُمْ "Kendi aralarında fevkalâde şefkatli ve merhametlidirler."
Devamla bu özellikler: تَرَاهُمْ رُكَّعاً سُجَّداً يَبْتَغُونَ فَضْلاً مِنَ اللّٰهِ وَرِضْوَاناً "Sen, onları sürekli rüku ve secde hâlinde görürsün. Allah'ın lütuf ve rızasını ister dururlar." Demek ki onlar, ayaklarını koydukları aynı yere başlarını da koyarak bir halka hâline gelmiş ve böylece Allah'a en yakın bulunma hâlini ihraz etmiş kimselerdir. Aynı zamanda onlar, her şeylerini Allah'ın fazlından bilirler. Zaten neticede onların istedikleri de sadece ve sadece Allah'ın rızasıdır.
س۪يمَاهُمْ ف۪ي وُجُوهِهِم مِنْ أَثَرِ السُّجُودِ "Onların nişanları yüzlerindeki secde izidir."
ذٰلِكَ مَثَلُهُمْ فِي التَّوْرَاةِ "İşte bunlar, ümmet-i Muhammed'in Tevrat'taki vasıflarıdır."
Tevrat, Hz. Musa'ya inen ve daha sonra tahrif edilerek büyük ölçüde hüdanın yerini hevanın, ruhun yerini maddenin aldığı bir kitaptır. Tevrat'ta, ümmet-i Muhammed anlatılırken, mânevî yönleri ve yanlarıyla ve metafizik cepheleriyle anlatılmaktadır.
Diğer taraftan وَمَثَلُهُمْ فِي الْإِنْج۪يلِ "Onların İncil'deki vasıflarına gelince": كَزَرْعٍ "Onlar tıpkı bir ekin gibidirler." Ekin, tohumla meydana gelir ve maddîdir. Tohum, bir cisimdir ve tıpkı yumurtadaki ukde-i hayatiye ve insandaki sperm gibi hayat programı yüklenmiş bir cisim. أَخْرَجَ شَطْأَهُ "Topraktan rüşeymini çıkarır." ki, o da bir maddedir. شَطْأَ kelimesinde maddî yapının zuhuru gibi bir mûsıkî de gizlidir. Burada her kelime, mükemmel sözcüğüyle ifade edilemeyecek ölçüde seçilmiş.. seçilmiş ve âdeta bir dantelanın atkıları hâlinde örgülenmiştir. فَاسْتَغْلَظَ "Gılzet kazanır, kalınlaşır, sertleşir." Burada da mesele yine hep madde etrafında dönmektedir. Zira mânânın, ruhun, metafiziğin kalınlaşması söz konusu değildir. فَاسْتَوٰى "O maddî yapı üzerinde kalkar, doğrulur." demektir. عَلٰى سُوقِهِ İnsanın sâkı, bacaklarıdır. Filiz ve ağacın sâkı ise sapıdır. يُعْجِبُ الزُّرَّاعَ "Öyle ki, tohumu, toprağın bağrına atan insan bile, onu bu hâliyle gördüğü zaman şaşkınlıktan kendisini alamaz."لِيَغ۪يظَ بِهِمُ الْكُفَّارَ "Netice itibarıyla kâfirleri öfkelendirsin diye." Bu ise, başkalarının gözünü doldurması, onların içine takdir, dehşet ve korku salması gibi hep maddeye müteallik şeylerdir.
Dikkat edildiği takdirde, İncil'de yer alan benzetmeler, fizikî açıdan, tamamen maddeci bir anlayışı aksettirmekte ve her şey mahsüsata müteallik yanları ile nazara verilmektedir. Tevrat'ta zikredilen hakikatler ise, hiçbiri elle tutulur, gözle görülür ve pozitivistçe mülâhazalarla mahsüsata taalluk eden şeylerden değildir. Bunların hepsi âdeta insanları âlem-i emir ve mücerret hakâik etrafında dolaştıran mânevî mefhumlardır. İşte bu incelik, Seyyidinâ Hz. Mesih'in konumunu anlama bakımından çok önemlidir. Hz. Mesih, Yahudi maddeciliğini ta'dil etme misyonunu yüklenmiştir. Böyle bir misyonla gelen insanın, bu misyonu gerçekleştirebilecek donanımla gelme zarureti vardır ki o, daha dünyaya teşrif buyuracağı zaman, çok iyi bir yuvada neş'et etmiştir. Onu yetiştirme mevzuunda Hz. Meryem ölçüsünde başka bir kadın göstermek mümkün değildir. Kur'ân, değişik âyetlerinde Hz. Meryem'in karakterini ifade eden kelimeleri yerli yerinde kullanarak onun hususiyetini vurgulamaktadır. Bu yüce kadın, iffetine o kadar düşkündür ki, meleğin karşısında bile müthiş bir ürperti yaşamıştır.
Hz. Meryem'in annesi, "Allah'ım, bana bir çocuk verirsen onu mâbede adayacağım." diyerek bir adakta bulunmuş; ancak çocuk kız olarak doğunca, teessür içinde bu kutlu anne, "Ben erkek çocuk bekliyordum ki onu mâbede adayayım." demiş; ne var ki, çocuk doğmadan önce mâbede adandığı için her şeye rağmen mâbede bırakılmıştır.[3] Seyyidetinâ Hz. Meryem, mâneviyatla lebâleb bir şekilde ilâhî vâridâtı iliklerine kadar teneffüs edeceği böyle bir metafizik ortamda neş'et etmiş ve daha sonra da, farklı bir misyon için gelen Hz. Mesih'e yine sebepler üstü bir şekilde hamile kalmıştır.
Hulâsa Hz. Mesih, hayatı böylesine sebepler üstü ve harikulâdelikler içinde cereyan eden bir anneden dünyaya gelmiş ve tamamen bir ruh insanı olarak, Cenâb-ı Hakk'ın himayesinde ve sıyanetinde büyümüştür. Zira onun karşısında, senelerden beri devam eden ve maddeciliği tamamen bir din hâline getiren; yıkılması, yenilenmesi, değiştirilmesi çok zor olan bir toplum vardı ve o, hayatı boyunca böyle bir toplumla mücadele etti. Hz. Mesih, peygamberlik vazifesiyle gönderilirken bu insanları doyuracak bir donanımla techiz edilmiş ve onların putlaştırdıkları maddeyi; babasız dünyaya gelme, ölmüş insanı diriltme, hastaları iyileştirme, en onulmaz dertlere şifa dağıtma gibi pek çok mucizeler göstererek aslî hüviyetine kavuşturmuş.. ve materyalizme kilitlenmiş bir düşünceyi ta'dil ederek, ruhçu bir düşünceye yollar açmış ve böylece İnsanlığın İftihar Tablosu'na giden yollara köprüler kurmuştur.
Şimdi elbette bu iki nebiden sonra gelecek olan makam-ı cem'in sahibi Yüce Peygamber, seleflerinin -misyonları icabı- kendi zaman ve ümmetleriyle alâkalı bir kısım hususları zaman ve şeraitin gereklerine göre ta'dil edip onların ayrı ayrı görünen ama bir bütünün parçaları sayılan muhassala-ı meşrep ve mezaktan bir sırat-ı müstakîm mülâhazası çıkaracaktı ki, çıkardı da. Ne var ki bu çıkarılan şeyler aslında yine o iki peygamber ve o peygamberlerin mizaçlarının aksiyle mütelemmi bulunan kendi kitaplarıyla ifade edilmiş olacaktı.
اَللّٰهُ أَعْلَمُ بِالصَّوَابِ
[1] Hadid sûresi, 57/27.
[2] Kitab-ı Mukaddes, Matta, Bab: 5, Âyet: 38-41; Luka, Bab: 6, Âyet: 27-30.
[3] Bkz.: Âl-i İmrân sûresi, 3/35-37.
- tarihinde hazırlandı.