Giriş

Kitap, Arapça bir kelime olup, lügatte, cem eden, toplayan mânâsına gelir. Herhangi bir mevzu ile alâkalı çeşitli meseleleri terkip edip bir araya getirdiği için "Kitab"a kitap denilmiştir.

Muhteva ve mânâ itibarıyla kâinat da bir kitaptır. Fizik, kimya, astronomi ve daha binlerce ilim onda iç içe ve omuz omuzadır. Evet, kâinat öyle bir kitaptır ki, onu "Kudret" ve "İrade" yazmıştır. Tabiî bu kitâbet "kader" projesine göre gerçekleşmiştir. Dolayısıyla da kâinat harf harf, satır satır ilâhî isim ve sıfatların tecellîlerini yansıtmaktadır.

Kitap, kelime olarak mânâsını en anlamlı, en tonlu şekilde Kur'ân'da bulur. Zira "câmi" olması yönüyle Kur'ân'a denk ikinci bir kitap yoktur. Kur'ân, "Mülteka'l-bahreyn" diyebileceğimiz, iki denizin birleştiği, iki ummanın aynı çizgide buluştuğu bir kitaptır. Varlığın, iç ve dışı, zâhir ve bâtını, mucize televvünüyle ancak Kur'ân'la ortaya konmuş ve tanınmıştır. Lafız ve mânâ âhengi itibarıyla zirvede bir kitaptan söz edilecekse, o, Kur'ân'dır. Dünya ve ahiret mülâhazası en hassas ölçülerle yalnız Kur'ân'da dengelenmiştir. Ayrıca o, geçmiş kitapların doğru yönlerini bünyesinde toplamış olmakla da mucizevî ayrı bir derinlik gösterir.

Bütün bu yönleriyle Kur'ân, beyan âleminde makam-ı cem'in unvanıdır. Evet, Kur'ân, "hakâik-i sâbite" (sâbit, değişmez hakikatler) ile "âyân-ı sâbite"yi (varlıkların ilm-i ilâhî'deki sabit asılları, mahiyetleri) bir araya getiren biricik kitaptır. Mülk, melekût ve görünen-görünmeyen âlemler onda iç içedir. Kur'ân, şehadet âleminde, gayba ait bir dildir. Gayb âlemine ait haberleri en doğru şekilde bildiren de odur. İşte Kur'ân bu yönüyle de bir "câmi" ve bir birleştiricidir. Bütün bu hususiyetlerinden dolayı da kelimenin tam anlamıyla "kitap" dendiğinde Kur'ân anlaşılır.

Bugün pek çok düşünür, gelecek yılların Kur'ân'a açık yıllar olacağı hususunda ittifak hâlindedirler. Aslında, az dikkat edildiğinde, içinde bulunduğumuz çağın, düşünce ve tasavvurlarımızın çok çok üstünde bir süratle Kur'ân'a doğru kaydığı hemen sezilebilir. Evet, artık bugün, en âmiyâne bakışlar dahi, Kur'ân'ın ne denli kâinatla içli-dışlı olduğunu sezebiliyor, onun varlık adına söylediği sözlerin isabetini görüyor, mesajlarındaki güç ve nuraniyet karşısında hayret ve hayranlıktan kendilerini alamıyorlar, denebilir.

Günümüzde bu yüce kitabın; varlığın bağrındaki sırları, tabiatın ruhundaki incelikleri zevkle mütalaa edilecek bir kitap şeklinde, ilim ve irfan erbabının gözleri önüne serdiğini, yine ilim ve hikmetle uğraşanlar söylüyorlar.

Evet, varlığı didik didik edip, onun gaye, muhteva ve esaslarını herhangi bir tereddüde meydan bırakmayacak şekilde açıklayıp ortaya koyan, bu Kur'ân'dır.

İnsanın kalbî, ruhî ve fikrî hayatını tanzim edip ona en yüksek hedefleri gösteren ve elinden tutup gösterdiği hedeflere ulaştıran; dahası ona lütufla, merhametle, şefkatle, adaletle muameleyi emreden ve onunla kötülükler arasına, âdeta aşılmaz engeller koyan, yine o Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan'dır. Allah'ın insanoğluna bahşettiği sıhhat ve afiyeti, istidat ve kabiliyeti, imkân ve kuvveti en iyi şekilde değerlendirme ve bu mevhibelerden hakkıyla istifade etme yollarını gösterip insanları birbirine "bâr (yük)" olmadan kurtaran, yine bu ilâhî beyandır.

Bu öyle ışık kaynağı bir kitaptır ki, ona gönül verip arkasına düşenlerin ruhlarında hürriyet düşüncesi, adalet anlayışı, kardeşlik ruhu ve başkaları için yaşama arzusunu tutuşturarak, etten-kemikten varlıklara melekleşme âdâbını öğretip, onlara iki cihan mutluluğuna giden yolları gösterir ve bu yolda kapıları ardına kadar açık bırakır.

O, öyle rehber bir kitaptır ki, sayesinde hakikate uyanmış gözlerin önüne geçer, onları ötelerde gezdirir, itminan ve doygunluğa ermiş kalbleri mehâbet ikliminde dolaştırır. Mütefekkir ruhları hayret ve hayranlıklarla sarhoş eder ve temiz vicdanlara her an ayrı bir nefha üfler.

Bu kitaptır ki, insanları türlü türlü sapıklıklardan kurtararak fazilet yoluna irşad edip, Allah'ın emirlerini yerine getirenlere gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve kimsenin tasavvur edemeyeceği mükâfatlar; o emirleri ihlal edenlere de bakışları bulandıracak, başları döndürecek ve yürekleri hoplatacak cezalar var olduğunu ifade ederek, akılları hayrette bırakan muhteşem muvazeneler vaz'etmiştir.

Bu kitap, düşmanlıktan başka bir şey bilmeyen münkir tâli'sizlerin ve dostluğun hakkını veremeyen iz'ansız dostların bunca tecavüz, tebdil ve tağyir gayretlerine rağmen, yeryüzünü şereflendirdiği günden bu yana hep olduğu gibi kalmış ve kitaplar arasında vahiy orijinini koruyan biricik Allah mesajı olmakla serfirazdır.

Kur'ân, Levh-i Mahfuz'un en nadide pırlantası olarak nazil olduğu zaman, eşi-menendi olmama gibi bir mazhariyetle nazil olmuştu. Bugün de aynı parlaklık ve kıymetini, hatta daha da artırarak bütün ihtişamıyla devam ettirmektedir. Gelecek yıllar ise –inşâallah– onun, güneşlere taç giydireceği yıllar olacaktır.

Kur'ân-ı Mübin, ilk zuhuruyla şarkı, garbı, şimali, cenûbu ışıktan kollarıyla sardığında, uğradığı her yere bütün ilimleri de beraber götürmüş ve dünyanın dört bir yanını cennet yamaçlarına çevirmişti. O gün ona sahip çıkanlar, onun o nurdan mesajlarını en mükemmel şekilde temsil ediyor ve insanlığa "Kur'ân medeniyeti"ne açılan yolları gösteriyorlardı. Bu öyle yüksek seviyede bir temsil ve gösterme idi ki, bugün dünyanın muallimi olduklarını iddia edenler, o gün bulunsalardı Kur'ân talebelerine ancak çırak olabilirlerdi...

Kur'ân-ı Mecid, öyle nurdan ezelî ve ebedî mesajlarla gelmiştir ki, beden ve cismaniyetimizin yanında kalb, ruh, akıl ve vicdanlarımızı da terbiye ederek bizleri geleceğin insanları olarak hazırlamakta ve bizlere hedef olarak maddî-mânevî zirveler ötesi şâhikaları göstermektedir –ki bir kısım körler, sağırlar görüp duymasalar dahi– yakın bir gelecekte onun, aklı başında millet ve devletlerin sık sık başvuracakları bir kevser kaynağı hâline geleceğinde şüphe yoktur.

Şayet günümüzün Müslümanları, Kur'ân çizgisinde ve ilk Müslümanlar safvetinde hareket edebilselerdi –ki bugün o istikamette ciddî gelişmelerin olduğu söylenebilir– bir hamlede sıçrayıp devletler muvazenesindeki yerlerini alacak ve taklit vadilerinde başkalarının yâveleriyle teselli olmaktan kurtulacaklardı.

Kur'ân'ın ilk talebelerinin, cihanı hayret ve dehşetlere sevk eden iman, ahlâk, fazilet ve aksiyonları, günümüz insanının bir kere daha hassasiyetle ele alıp incelemesi gerekli olan önemli hususlardandır. Evet, bir zamanlar, Mekke'nin yalçın kayaları arasında zuhur edip, bir hamlede dünyanın dört bir yanını aydınlığa kavuşturan birkaç bin sahabinin, Kur'ân'ın aydınlık ikliminde gerçekleştirdikleri o büyük inkılâp, her zaman üzerinde düşünülüp değerlendirilmesi iktiza eden harikalar cümlesinden bir hâdisedir ve mü'minlerin daima müracaat edecekleri tertemiz ve pırıl pırıl bir örnektir.

Bu itibarla diyebiliriz ki, Kur'ân, dünden bugüne kendisine gönül verenleri aldatıp şaşırtmadığı gibi, bundan sonra da aydınlık iklimine teveccüh edenleri aldatmayacak ve hayal kırıklığına uğratmayacaktır. Zira inanıyoruz ki, zihinler müspet fenlerle aydınlandığı, gönüller Hak mârifetiyle şahlandığı ve varlık, ilim ve hikmet adesesi altında, tetkik ve araştırmaya tâbi tutulduğu sürece, ilimler adına verilen her hüküm, Kur'ân'ın ruhuna uygunluk içinde cereyan edecektir.

Kur'ân; insanoğlunun kıymet ve değerleri ölçüsünde, onun kalb-ruh-akıl ve cismaniyetini nazar-ı itibara alarak "Yüksekler Yükseği"nden nüzul ile insanlık ufkunda tulû etmiş, en mükemmel mesajlarıyla bir ilâhî kanunlar mecmuasıdır.

Bugün yaklaşık bir buçuk milyar insanın tâbi olduğu Kur'ân, ebedî ve değişmeyen ilâhî prensipleriyle, topyekûn beşer mutluluğunun ve o mutluluğa ulaştıran en kestirme, en aydınlık yolun göstericisi olarak eşi benzeri bulunmayan tek kitaptır.

O Kur'ân; içinde milyonlarca âlim, binlerce filozof ve mütefekkirin de bulunduğu, küre-i arzın kaderine hükmetmiş en muhteşem, en nuranî cemaatlerin ışık kaynağı bir kitaptır. Ve bu mânâda onun saltanatına denk ikinci bir saltanat da yoktur.

Kur'ân; nazil olduğu günden bu yana, ne itirazlara ne tenkitlere uğramıştır ama, bu mevzuda kurulan bütün mahkemeler Kur'ân'ın beraatıyla neticelenmiş ve mücadeleler onun zaferiyle noktalanmıştır.

Kur'ân'a iman eden, Hz. Muhammed'e (sallallâhu aleyhi ve sellem), Hz. Muhammed'e iman eden de Allah'a (celle celâluhu) iman etmiş sayılır. Kur'ân'a inanmayan, Hz. Muhammed'e, Hz. Muhammed'e inanmayan da Allah'a inanmış sayılmaz. İşte, gerçek Müslümanlığın çerçevesi!..

Kur'ân, gönüllerde billûrlaşan bir nur, ruhlara ışık tutan bir aydınlık kaynağı ve baştanbaşa bir hakikatler meşheridir. Onu gerçek çehresiyle ancak, bir çiçekte kâinattaki bütün güzellikleri sezebilen ve bir damlada tufanları seyredebilen inanmış ruhlar tanıyıp anlayabilir.

Kur'ân; öyle bir üslûba sahiptir ki, onun âyetlerini duyan Arap ve Acem beliğleri ona secde etmiş, onun muhteva güzelliklerini sezip anlayan hakikatşinas edipler, o Söz Sultanı'nın yanında edeple iki büklüm olmuşlardır.

Müslümanlar, ancak Kur'ân'ı tasdik ve ona iman etmekle aralarında bir birliğe ulaşabileceklerdir. Kur'ân'ı tasdik etmeyenler, Müslüman olamayacakları gibi; aralarında kalıcı bir birlik de tesis edebilmeleri mümkün değildir.

"İman bir vicdan meselesidir." demek, "Allah'ı (celle celâluhu), Peygamber'i (sallallâhu aleyhi ve sellem), Kur'ân'ı yalnız dille değil, vicdanımla da tasdik ederim." demektir. Her çeşidiyle bu anlayışa bağlı ibadet ise, bu sağlam tasdikin zarurî bir tezahürüdür. İnsanlık, cehalet ve küfrün vahşetleri içinde bocalayıp durduğu bir dönemde, o vahşi muhitte bir aydınlık tufanı şeklinde belirip, bir hamlede dünyaları nura gark etme gibi, tarihin emsalini gösteremediği en büyük inkılâp bir kere olmuş ve o da Kur'ân'la gerçekleştirilmiştir. Şahit olarak buna tarih yeter...

İnsana, insanın mânâ ve mahiyetini, hakkı, hikmeti, Allah'ın zât, sıfât ve isimlerini en hassas muvazenelerle öğreten kitap Kur'ân'dır ve bu sahada ona denk ikinci bir kitap göstermek de mümkün değildir. Asfiyânın hikmetlerine, hakperest filozofların felsefelerine baksan, bunu sen de anlayacaksın!..

Hakikî adaleti, gerçek hürriyeti, dengeli müsâvâtı (eşitlik), hayrı, namusu, fazileti, hatta hayvanlara varıncaya kadar her varlığa şefkati emredip; zulmü, şirki, haksızlığı, cehaleti, rüşveti, faizi, yalanı, yalan şahadeti açıkça men eden biricik kitap, Kur'ân'dır.

Yetimi, fakiri, mazlumu himaye edip, padişahla köleyi, kumandanla neferi, davalıyla davacıyı aynı sandalyeye oturtup muhakeme eden kitap da yalnız Kur'ân'dır.

Kur'ân'ı üstûre ve hurafelere kaynak göstermek, on dört asır evvelki cahiliye Araplarından bugünün dinsizlerinin tevarüs ettiği bir kısım tutarsız hezeyanlardan başka bir şey değildir ve bu anlayışla hikmet ve hakikî felsefe alay eder...

Kur'ân, öyle parlak bir beyandır ki, ruhların en yükseği ve şekillerin en mükemmeliyle dünyaya gönderilen insana, mutluluk ve saadetin en idealini, teâli ve terakkinin en erişilmezini ve yaşamanın en insancasını göstererek ona, yolların en doğrusuyla "İnsan-ı kâmil" olma zirvelerini vaadetmektedir. Bu şanı yüce kitaptır ki, bütün cihan, derin bir gaflet ve dalâlet içinde bocalayıp durduğu bir dönemde o, insan fert ve cemaatlerinin birbirine karşı hukuk ve muamelelerini, hareket ve davranışlarını, vazife ve mükellefiyetlerini tanzim ederek, hürriyet, adalet ve müsâvât hakikatlerini, bir hamlede hem de gerçek mânâlarıyla tahakkuk ettirmiş; zulüm ve haksızlığa karşı mücadelelerin en çalımlısını vermiş; beşeri, hatta bütün canlıları içine alabilecek şekilde âlemşümul (evrensel) şefkat ve merhamete çağırarak, harp ve sulhü insanî değerler çizgisine çekip, etrafında toplananları yeryüzü emniyet ve huzurunun, denge ve muvazenesinin temsilcileri hâline getirmiştir.

Bu, öyle pırıl pırıl nûrefşan bir kitaptır ki, bir taraftan insana acz ve fakrını hatırlatarak, onun gurur ve bencilliğini frenlerken, diğer taraftan onu aşk u şevkiyle coşturarak, nâmütenâhîliklere yelken açmaya çağırır. Bu, öyle bir ilâhî nefhalar mecmuasıdır ki, bizlere, her emriyle binlerce faydalar temin ederek ve her yasağıyla da akla hayale gelmedik zararları hatırlatarak, bizleri hep emniyet ve güven yamaçlarında dolaştırmaktadır. Evet, o, emanet, ihsan ve adalet mesajlarıyla gönüllerimizi coşturup, Cennet ufuklarını gösterdiği aynı anda, ahlâksızlık, münkerat ve başkalarının mal, can, ırz ve hukukuna tecavüz gibi gayyâlara çeken duygu ve düşüncelere karşı da tahşidat yapıp, bizleri sürekli Hakk'ın sıyanet ve himaye çizgisine çağırmaktadır.

Bu öyle bir kitaptır ki, kendinden evvel gelip geçmiş bütün peygamberleri kudsî bilmiş, onların suhuf ve kitaplarını mübarek tanımış, hususiyle Tevrat, Zebur ve İncil'e tazimde bulunmuş; onlardaki ihtilaflı noktaları hal ve fasl, tağyîr edilmiş yerleri tashih, mahzuf kalmış bölümleri de tespit ederek bir mânâda kaybolmuş kitapları bulup ortaya çıkarmış ve o kitapları tebliğle serfiraz bütün peygamberleri saygıyla anmış, hususiyle Hz. Musa ve Hz. İsa'yı (aleyhimesselâm) "Ülü'l-azm" peygamberler arasında sayarak hak ve hakkaniyetin dili olduğunu göstermiş.. sonra bu iki şanlı peygamberin validelerinin de ilhama mazhar, ötelere açık, beşerüstü ruh ve vicdana sahip bulunduklarını ihtar ederek, ihkâk-ı hak maksadıyla nazil olduğunu bütün selim kalblere duyurmuş ve kabul ettirmiştir.

Kur'ân ve onun getirdikleri hakkında olumsuz söz söyleyenlerin, muvakkaten olsun, beşerin nizam, âhenk, huzur ve emniyeti adına bir şeyler söylemeleri gerekmez miydi? Doğrusu, Kur'ân'a yabancı medeniyetlerin perişaniyet ve derbederliği, onun ışığından mahrum gönüllerin sıkıntı ve buhranlarla inim inim inlemesi karşısında bu temerrüt ve bu inadı anlamak mümkün değildir

İnsanlık için en muntazam hayat, Kur'ân'ın solukladığı hayattır. Öyle ki, medeniyetin, bugün dünyanın dört bir yanında takdirle yâd edilip alkışlanan bir kısım güzelliklerinin, tamamen Kur'ân'ın yüzlerce sene evvel teşvik ettiği şeyler olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Kusur ve kabahat kimde?

Bizde, öteden beri Kur'ân hakkında atıp tutanlar ve onunla uğraşmayı meslek hâline getirenler, daha çok, bilmediklerini dahi bilmeyen cahiller olmuştur. Ne acıdır ki, bu zavallılar, aleyhinde oldukları kitap hakkında ne bir araştırma yapmış ne de bir şeyler okumuşlardır. Aslında bunların iddialarıyla, pozitif ilimlere karşı temerrüt gösteren cahillerin iddiaları arasında pek de fark yoktur; ne var ki halkın hakikatlere uyanması için daha bir süre beklemek icap edecektir.

Kur'ân sayesinde insan, Allah'a (celle celâluhu) muhatap olma gibi mevkilerin en yükseğine yükselmiştir. Böyle bir mevkide bulunduğunun şuurunda olan bir insan, kendi dilinde, Kur'ân'daki ilâhîliği dinler. Rabbiyle konuşur ve Rabbiyle konuştuğuna yemin etse yemininde yalancı sayılmaz. Kur'ân'ın aydınlık ikliminde insan, daha dünyada iken, kabirden, berzahtan geçer; mahşeri, sıratı görür; Cehennemlerin dehşetiyle ürperir ve Cennetlerin huzur tüten yamaçlarında dolaştığını duyar ve hisseder gibi olur.

Müslümanları, Kur'ân'ı anlama ve onda derinleşmeden alıkoyanlar, dolayısıyla onları dinin ruhundan ve İslâm'ın özünden de uzaklaştırmış oldular. Öyle zannediyorum ki, çok yakın bir gelecekte insanlığın takdir ve hayranlık dolu bakışları altında, Kur'ân okyanusuna doğru akan çeşitli ilim, teknik ve sanat çağlayanları, esas kaynaklarına dökülüp onunla bütünleşince, âlimler, araştırmacılar ve sanatkârlar da, bir kere daha kendilerini o deryanın içinde bulacaklar...

Geleceğin Kur'ân devri olmasını çok görmemek lazım! Zira Kur'ân, geçmişi bugünle, bugünü de yarınla bir arada görüp bilen bir Zât'ın kelâmıdır..!

Kur'ân-ı Kerim, yirmi üç senede, belli fasılalarla ve vahiy yoluyla Peygamber Efendimiz'e inen, ifade tarzı itibarıyla mucize olan, bize kadar tevatüren nakledilmiş bulunan, Mushaflarda da aynen indiği günkü orijinalliğini muhafaza eden nefsî ve lafzî ilâhî kelâmdır.

Onun, harf ve şekillerle kâğıtlara yazılışı dışında hem lafzî hem de nefsî kelâm yönü, ilâhî kelâm olma vasfına bağlıdır. Zira Kur'ân, Cenâb-ı Hakk'ın "Kelâm" sıfatından gelmiştir. Kelâm sıfatı ise, hem ezelî hem de ebedîdir. Durum böyle olunca, daha henüz hiçbir varlık yokken dahi Kur'ân vardı ve mevcuttu. Fakat o, nefsî kelâm olarak vardı. Çünkü Cenâb-ı Hak, varlığa haricî vücud giydirmeden evvel de yine "Mütekellim" idi, konuşuyordu. Zât-ı Bârî'ye ait bin bir ismin binlerce cilvesinden tek cilvesi olan kâinat ağacı üzerinde olgun bir meyve hâlinde zuhur eden insanla konuşacağı ana kadar Cenâb-ı Hak yine konuşuyordu. O'nun işte böyle bir "kelâm-ı nefsî" dediğimiz konuşması vardır. İşte Kur'ân da, bu nefsî konuşma cümlesindendir. Bu yönüyle de Kur'ân, ezelden gelmiştir ve ebede gitmektedir.. ve Kur'ân'dan başka hiçbir kitapta da böyle bir ayırıcı özellik bulmak mümkün değildir.

A. Peygamberlerin ve kitapların gönderilmesindeki hikmet

İnsanlık, semavî kitaplara muhtaçtır. Zira ilâhî mesajların öğreticiliği dışında beşerin, problemlerini kendi kendine halletmesi imkânsızdır. Onun içindir ki, daha ilk insanla beraber Allah (celle celâluhu), ilâhî mesajlar ihtiva eden bir kısım sayfalar göndermiştir. Hz. Âdem'e gönderilen sayfalar da aynen Kur'ân-ı Kerim gibi vahiy yoluyla nazil olmuştur. Sonra Hz. Âdem onları kâğıtlara yazmak suretiyle tespit etmiştir. Bazılarının zannettikleri gibi, yazı daha sonra keşfedilmiş değildir. Aksine o, ilk insan Hz. Âdem ile beraber başlamıştır. Çünkü Cenâb-ı Hak, Hz. Âdem'e yazıyı vahiy yoluyla talim etmiş ve öğretmiştir.[1] Aksine ona gönderilen sahifelerin tespiti nasıl mümkün olurdu ki!

Bu sahifeler gökten yazılı olarak inmiş değildi. Zira vahiy çeşitleri arasında böyle bir yola hiç rastlanmamıştır. Ne Kur'ân'da ne de hadislerde açıktan açığa yazılı, kâğıtlarla gönderilen bir vahiy çeşidinden bahsedilmemiştir. Şûrâ sûresinin 42/51. âyeti de[2] bu mütalaayı müeyyiddir.[3] Bu itibarla da, Hz. Âdem'e gönderilen sayfalar, nazil olmuş, sonra da bu sayfalar onun tarafından yazıya geçirilmiştir denebilir. Zaten Cenâb-ı Hak, Hz. Âdem'e, gerekli olan ilimlerin hepsini özet olarak öğretmiştir. Ondan sonra anlatılanlar ise, zaman, şartlar çerçevesinde bir tafsil ve konuyu daha genişçe ele almaktan ibarettir. Meseleye bu zaviyeden yaklaşacak olursak, şöyle bir değerlendirme yapmamız mümkündür:

Hz. Âdem'e gönderilen sahifelerle diğer peygamberlere gönderilen sahifeler veya kitaplar arasında esasta hiçbir farklılık yoktur. İlk sahife neyi anlatıyorsa son kitap Kur'ân da temel esaslar açısından aynı şeyi anlatmaktadır. Sadece fark, icmal ve tafsildedir. Hz. Âdem'e özet olarak anlatılan her şey, Efendimiz'e tafsil edilerek anlatılmış ve geniş geniş izahlarla vahyedilmiştir. Yani Hz. Âdem'e anlatılan çekirdekse, Efendimiz'e anlatılan dalı, budağı ve meyveleriyle ağaç olmuştur. Ne var ki bu usûlde dahi mucize çapında bir sistem mevcuttur. Her şeyden evvel, ilk insanlar, idrak ve fikirleriyle çok fazla inkişaf etmediklerinden, onlara anlayacakları seviyede ders vermek gerekiyordu; onun için de onlara fazla tafsilat yapılmadı. Onlara anlatma tarzı ilkokul seviyesindeki bir çocuğa ders verme mahiyetinde idi. Zira muhatapların umumî seviyesi, böyle bir dersi gerektiriyordu. Eşyanın ledünniyatına vâkıf olmaktan uzak bu ilk insanlara verilecek bilgiler, sathî (yüzeysel) olmalıydı. Ancak şu da bir gerçektir ki, işin ilmini yapmış olan birisi, Kur'ân'da anlatılan bütün hakikatlerin Hz. Âdem'e verilen sahifelerde bulunduğunu çok rahatlıkla söyleyebilir.

Bu husus diğer semavî kitaplar için de aynen geçerlidir. Yani Kur'ân'daki hakikatleri, (icmalen de olsa) Tevrat ve İncil'de de bulmak mümkündür. Tabiî bir dilden başka bir dile çevrilince bazı değişmelerin, hatta tahriflerin olduğu da bir gerçektir. Defalarca çevirilerle değişime uğramış veya tahrif edilmiş kitaplarda, bu kitapların kendi orijinal metinlerini bile bulmak çok zordur. Bu durumda, onlarda Kur'ân'ı bulmak nasıl mümkün olabilir ki

Görüldüğü gibi insanlık, yeryüzüne geldiği andan itibaren onun hayatına yön verecek, ferdî, ailevî, içtimaî hayatını düzenleyecek ve onu hayra, güzele, iyi ve doğruya sevk edecek bir ilâhî mesaj olmuştur. Bu da açıktan açığa şunu göstermektedir ki, ilâhî yol rehberleri olmadan, beşer hiçbir meselesini halledemeyecektir. Aslında yaratılış ve fıtrata uygun olan da budur. Yukarıda da kısaca işaret ettiğimiz gibi, Cenâb-ı Hak, kâinatı bir kitap şeklinde yaratmıştır. Kâinat denen muhteşem kitapla birden ve aniden karşılaşan insan, ona bu kitabı izah ve şerh edecek bir mürşide muhtaçtır. Peygamberler ve ellerindeki semavî kitaplar, beşer için her zaman yanılmaz ve yanıltmaz birer mürşid olmuşlardır.

Kâinat kitabının, insanın duygularına hitap eden yönleri vardır. Meselâ insan, kâinat kitabını tetkik ettiğinde, bu koca ağacın çekirdeğinden köküne, dalına-budağına, çiçeğinden meyvesine kadar ilâhî "Kudret" ve "İrade"nin yazdığı o muhteşem kitaptan aldığı mânâ usâreleriyle bir arı gibi petekler oluşturacak ve onları kalb ve dimağına emanet edecektir. Kalb ve dimağ ise bu mânâları analiz ederek onların verâsında anlatılmak istenenleri kavramaya çalışacaklardır. Ne var ki, herhangi bir mürşid olmadığında, onların bu mânâları anlayıp kavramada âciz kalmaları da kaçınılmazdı. Bunu şöyle bir misalle anlatabiliriz:

Bir insan düşünelim ki, bu, hayatında hiç mi hiç cami ve cemaat görmemiştir. Biz tutup bu kimseyi muhteşem bir camiye sokalım ve ondan caminin içinde gördüklerini değerlendirmesini isteyelim... Şüphesiz bu insan, gördükleri karşısında bize şaşkın şaşkın bakacak ve hiçbir değerlendirmede bulunamayacaktır.. evet, o, minber ne işe yarar, mihraptaki hikmet nedir, kürsüde ne yapılır bilemeyecektir. Hele insanların bir imam arkasında saf bağlayıp aynı sesle yatıp kalkmalarına hiçbir mânâ veremeyecektir. İsterse bu insan başka sahalarda deha çapında bir insan olsun, bu konuda cami âdâb ve erkânı ile alâkalı az çok bilgi almış veya tecrübe edinmiş bir çocuk kadar dahi düşüncesi olmayacak ve doğru dürüst bir şey söyleyemeyecektir. Zira öğreten biri olmadan, bir caminin ne işe yaradığının ve onun içindeki müştemilatın hangi gayelere hizmet ettiğinin bilinmesi imkânsızdır.

Evet, nebi rehberliği olmadan kâinat mescidine giren insanın durumu da bundan farksızdır. O, her bahar mevsiminde binlerce, milyonlarca çeşit bitkinin yeşermesini, dal budak salıp gelişmesini, çiçek açıp meyve vermesini görecek, ancak bütün bu olanları (şaşkınlığından dolayı) tabiatla izah etmeye çalışacaktır. Gökyüzünde sayısız denecek kadar yıldız ona göz kırpacak ama o, bu baş döndürücü âhengi izahta her şeyi "doğa kanunu" şeklinde heceleyip duracaktır. Fizik, kimya ayrı ayrı dillerle ona eşya arasındaki âhenkten, nizamdan ve hiçbir şeyin başıboş olmadığından bahsetse de o, bu oluşu eşyanın kendisine vererek her şeyi anladığını sanacaktır.

Yani insan, peygamber rehberliği olmadan, gördükleri, bildikleri ve hissedip duyduklarıyla hakikati gerçek yüzüyle tam bulamayacak, cehalet karanlıklarından kurtulup "mârifet" aydınlığına ulaşamayacaktır. Aslında insanı böyle bir mârifete (Allah'ı bilmeye) götürmeyen ilim de ilim değildir. Onun içindir ki bizim literatürümüzde cahil, Allah'ı bilmeyen insandır. Evet, yüzlerce ilmi hallaç etse de, Allah'ı bilmeyen bir insan, hakikî mânâda cehaletten kurtulamaz. O'nu tanıyana gelince, hiç okuma-yazma bilmese de umumî mânâda cahil sayılmaz. Zira o, neticede bilmesi gerekeni bilmiş, kâinat sarayını kuran ustayı ve o kitabın muhteşem müellifini tanımıştır. Bu ise, ilimde varılması gereken son noktadır. Mademki, kâinat kitabını Cenâb-ı Hak yazmıştır, elbette onu en iyi bilen de O olacaktır.

Bazen en âmi bir insan bile iki mısralık bir şiir yazabilir; yazabilir ve o mısraların içinde başkasının bilmesi imkânsız öyle sırlar gizler, öyle telmih ve işaretlerde bulunur ki onu kendisinden başka kimse anlayamaz.

Durum böyle olunca, binlerce girift bilmecenin yumaklaştığı şu kâinat kitabını anlayamayışımız gayet normal olduğu gibi, bu girift meseleleri bizlere şerh ve izah edecek muallim ve mürşitlerin bulunması da zarurî değil midir..? İşte bu muallimlere biz "Peygamber", onlarla beraber gelen kitaplara da "Semavî Kitap"lar adını veriyoruz.

Peygamber ve Kitap olmadan hakikatin olduğu gibi keşfedilmesi imkânsızdır. Buna en açık delil, günümüz felsefesinin geldiği noktadır. Asırlardır hakikati arayan binlerce feylesof, aynı ekol içinde dahi belli bir ortak çizgide buluşamamışlardır. Aristo ve Descartes, her ikisi de rasyonalist olmasına rağmen görüş ve düşünceleri arasında dağlar kadar fark vardır.. ve her biri hakikati çok değişik şekilde anlatmaktadır. Eflatun'un varlık hakkındaki düşünceleri nerede, bir Aristo'nun, Sokrates'in ve bir Descartes'in düşünceleri nerede?.

Aradaki farkın, herhangi bir telif ve birleştirmeye imkân vermeyecek ölçüde olduğu söylenebilir. Bu farklılık da bize gösteriyor ki, mücerret insan aklı, kâmil mânâda hakikati anlayıp kavramaya yeterli değildir; yeterli değildir ki, kâinat kitabının en kalın çizgilerle ve herkesin görebileceği ölçüde yazılmış satırlarını okumada dahi bu denli ihtilaflara düşülmektedir. Hâlbuki bu satırlar, körlerin bile göreceği ölçüde büyük ve kalın çizgilerle yazılmıştır. Öyle ki, bu dokuda yıldızlar kelimeler olmuş, nebülözler satırları meydana getirmiş, galaksi ve Samanyolu gibi sistemler ise paragraf mesabesindedir.

Şimdi bu yazıları okumayan insan, nasıl olur da beşerin ruhî yapısına ait derin, sırlı ve ince meseleleri okuyabilir, okuyup insanoğlunun pedagojik, psikolojik ve sosyolojik problemlerine çözümler getirebilir..! Böyle bir cürette bulunmak, olsa olsa şaşkınlığın ve cehaletin ifadesi olabilir. Günümüzün insanı, nice zamandır böyle bir cehaletin zebûnu olarak yaşamaktadır.

Hayır, başkası değil, Allah'tır (celle celâluhu) şu kâinat kitabını yazan; bu kitabıyla insan arasında münasebet kuran, insanı bu büyük kitaba fihrist yapan, damlada deryayı gösteren. Öyle ise, bu kâinatın mânâ ve mahiyetini bütünüyle ancak O bilebilir. O bilebilir insanın meyillerini, iç âlemini, fizikî-ruhî yapısını ve insanî temayüllerini. Zira kâinat, kâinatullah; insan, abdullah; ve bunların anatomisini tahlil eden Kur'ân da kelâmullah'tır. Dolayısıyla bunlar arasındaki münasebeti en iyi bilen, böyle bir münasebeti kurmuş olan Allah'tır. Bu mevzuda söz söylemek de ancak O'nun hakkıdır. O'nun ilmi, bütün eşyayı kuşatmıştır. O bildirmedikçe, insan hiçbir şey bilemez.

"O'nun ilminden, Kendisinin dilediği kadarından başka bir şey kavrayamazlar."[4] âyeti, bizler için vird-i zeban olmalıdır. Bütün beşeriyetin ilmi, Hz. Hızır'ın dediği gibi Cenâb-ı Hakk'ın ilmine kıyasla, okyanustan bir kuşun gagasına bulaşan ıslaklık kadar dahi değildir.[5] İşte insanoğlunun "Bildik" dediklerinin hepsi bundan ibarettir ve o, söylediklerini bu kadarcık müktesebat itibarıyla söylemektedir. Hâlbuki daha bilinmesi gereken, okyanus çapında ilimler vardır ki, insanoğlu, bunların cahili bulunmaktadır. Ne acıdır ki, o, buna rağmen bilgiçlik taslamaktadır; işte bu da onun cehaletinin koyu karanlık ayrı bir buududur. Böyle bir cehalet karanlığı içinde gömülü insanın, kendi hakkında vereceği hükümlerde bile saçma-sapan ve isabetsiz olacağı açıktır. Hâlbuki ilâhî hüküm ve kararlarda, yüzde bin isabet vardır.

Sözün özü şudur; insanoğlu meselelerini Cenâb-ı Hakk'a ve O'nun mucize kitabına havale ettiği zaman, maddî-mânevî, ferdî, ailevî ve içtimaî kargaşadan, kaostan ve anarşiden kurtulacak, hakikî huzur, refah ve saadetin altın ikliminde yaşayacaktır. Aksi hâlde, derbederlik onun değişmeyen kaderi olacaktır.

İşte Cenâb-ı Hak, engin rahmetinin bir eseri olarak gönderdiği kitaplar vasıtasıyla, insanlığı böyle bir akıbetten kurtarmıştır. Buna da, insanlık adına müstağni kalınamayacağını düşünüyoruz. Günümüzde bu husus daha köklü, daha derin bir anlam kazanmıştır. Çünkü o, kâmil beşere gönderilen en kâmil kitaptır.

B. Kur'ân ve diğer kitaplar

Diğer peygamberlere özetle bildirilen hakikatler, Peygamber Efendimiz'e Kur'ân vasıtasıyla gayet geniş olarak anlatılmıştır. Çünkü Kur'ân, son derece gelişmiş topluluklara hitap etmek için gönderilmiş bir kitaptır. Onu takiben gelecek bir başka semavî kitap da yoktur. Dolayısıyla beşer, ferdî, içtimaî, siyasî, kültürel veya teknik bakımdan hangi ufka yükselirse yükselsin, karşısında Kur'ân'ı bir mürşid ve yol gösterici olarak bulmalıdır; bulmuştur da...

İnsanoğlu, kâinatı laboratuvara soktu. Fizik, kimya, dev adımlarla ilerledi. Astronomi baş döndürücü bir keyfiyete yükseldi ve galaksileri keşfe yöneldi. Madde parçalandı.. antimadde keşfedildi.. yakın bir gelecekte belki petrolün yerini güneş enerjisi alacak; alacak zira fen ve teknik astronomik rakamlarla ilerliyor. Bugün yeni buluşları takip dahi imkânsız gibi... Evet, bütün bu gelişmeler oldu ve daha niceleri de olacak. Ancak her yeni gelişme, mutlaka bir noktada Kur'ân'la buluşacak ve onun âlemşümûl referanslarını saygıyla alkışlayacaktır.

Öyle ise, böyle bir devreye hitap eden Kur'ân, tafsilî bir kitap olmalıydı ve öyle de oldu... Bütün kâinatı, küçük bir fihristte takdim eder gibi "yaş-kuru" her şeyiyle[6] insanlığa sundu. Ama insanımız, hakikaten ona gereken önemi verip, ondan tam istifade edebildi mi? İşte bu soruya müspet cevap vermede zannediyorum biraz zorlanacağız.

Günümüz insanı, Kur'ân'dan çok uzak hâle geldi veya getirildi. Bu uzaklık, Müslümanları Kur'ân'a karşı yabancılaştırdı. Bugün dünyanın neresinde ne olduğunu çok iyi bilen nice Müslüman vardır ki, gönüllerinin bağı, bahçesi olan Kur'ân'da kaç âyet olduğunu dahi bilmezler. Hatta bunlardan bazıları, bir günlük neşelerine verdikleri ehemmiyet kadar olsun ebedî saadetlerinin teminatı, garantisi olan Kur'ân'a ehemmiyet vermezler. Ne Kur'ân okur ne de ona ait meseleleri dinlemek isterler. Hâlbuki Kur'ân, his, duygu, kalb ve kafalarıyla kendine sahip çıkacak gönüller beklemektedir. Müslüman, kendi kitabına sahip çıktığı zaman, değil sadece Müslümanların, bütün insanlığın mâkus tâli'i değişecektir. Yaşadığımız zaman diliminde, her şeyden çok bu şuurun geliştirilmesine ihtiyaç, hatta zaruret vardır.

Bütün cinler ve insanlar toplansa, sırt sırta, kafa kafaya verseler, o müthiş sulta ve muhteşem sultanlarıyla bir araya gelseler, hâkimiyetlerini ve hâkimiyetlerindeki gücü kullansalar, Kur'ân gibi bir kelâm meydana getiremezler. O, beşere Allah tarafından sunulmuş bir ip, bir hablullahtır. İnsanlık, elinde olan bu ipe tutunduğu zaman çukurlar ve gayyalar içinde çırpınmadan kurtulacak, insanlığın en yüce mertebelerine çıkarak "ahsen-i takvîm" sırrına mazhar olduğunu ortaya koyacaktır. Evet, böylece o, Cenâb-ı Hakk'ın matmah-ı nazarı hâline gelecektir. Yani devamlı surette Allah'ın, nazarını üzerinde dolaştırdığı, tebrik ve tebcil ettiği varlıklar sırasına girecektir.

Yukarıda söylediğimiz bu hükmü, ileride delilleriyle arz etmeye çalışacağız. Bu delilden sonra, Kur'ân'ın, Allah kelâmı olduğunu, başka bir kimsenin böyle bir eser vücuda getirmesinin herkesi aştığını göreceğiz. İnsanlık âleminde Kur'ân'ı en iyi anlayan, onu takdir ve tebcil eden hiç şüphesiz Efendimiz'dir. O, Kur'ân'ı bütün enginliğiyle içine sindirmiştir. Öyle ki O, gece gündüz Kur'ân'ı dilinden hiç mi hiç düşürmemiştir. O'ndaki o anlatılmaz Kur'ân aşkı ve sevgisidir ki, kendisinden asırlarca sonra bile insanlara tesir etmiş ve sayısız denebilecek ölçüde seçkin Kur'ân talebeleri yetişmiştir.

Onlar arasında Tâvûs b. Keysan, İmam-ı Âzam, İmam Şâfii, İmam Malik, Ahmed b. Hanbel, İmam Mesruk gibi niceleri vardır ki, bunlardan bazıları, her gece iki yüz rekât namaz kılmış –ihtimal "bast-ı zaman"a mazhariyetle– ve bu namazlarında Kur'ân'ı iki kere hatmetmişlerdir. Onlar, Kur'ân ile o denli bütünleşmişlerdi ki, insanüstü bir hâl aldıkları söylenebilirdi. Onlar âdeta Kur'ânîleşmişlerdi. Allah (celle celâluhu), Habibi'ni bir âyetin diliyle şöyle konuşturur: "Bana Müslümanlardan olmam emredildi. Ve bana Kur'ân okumam emredildi."[7] Evet, onlar, Resûlullah'ı çok iyi anlamışlardı.

Aslında hakikî mânâda Müslüman olmakla Kur'ân okumak arasında çok ciddî bir münasebet var; evet, bu husus iki âyette ard arda zikredilmişti. Bu çok önemliydi. Aksine, Kur'ân okuma, bazı insanların yaptığı gibi onu sadece kaba bir tilâvetle yerine getirme değildi. Kur'ân okuma, onu hayata hayat kılarak, onunla şekillenme, mücessem bir Kur'ân hâline gelme idi.. tıpkı Allah Resûlü gibi...

Bu sebepledir ki, Hz. Âişe Validemiz, Efendimiz'i anlatırken, "O'nun ahlâkı Kur'ân'dı."[8] buyurmaktadır. Yani O kendisini, yaşayan bir Kur'ân hâline getirmişti. İşte böyle bir Kur'ân okumaydı ki, okuyanları dünyada zirvelerde dolaştırıyor, ötede de onlara Firdevsler vaadediyordu. Ruhuna inilmeden, içe sindirilmeden okunan Kur'ân'ın ise, bu çeşit mazhariyetlere vesile olması söz konusu değildir.

Âyette anlatılan hakikat ile bir anlamda sanki "Vaz'ı hâs, mevzuun leh âm" şöyle deniyordu: "Gel gerçekten Müslüman ol, 'silm ü selâm atmosferi'ne gir; emirlerim karşısında gassalin elindeki meyyit tavrını al, arzularından sıyrıl, şahsî isteklerini arkaya at ve bende fâni ol!"

Farklı bir açılımla konuyu şöyle devam ettirebiliriz: İyi bir Müslüman olma, Kur'ân okumaya bağlıdır. Bir insan Kur'ân okuyor ve onun mânâsında derinleşiyorsa teslim olma yoluna girmiş sayılır. Kur'ân hakikatlerini anlama, kavrama için gayret gösteren, bir gün mutlaka onun hakikatine ulaşacaktır. Kur'ân hakikati ise Müslümanlığı tam duyup zevk etmenin en yanıltmaz yoludur.

Tirmizî'nin İbn Abbas'tan (radıyallâhu anh) rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Efendimiz şöyle buyurmaktadır; "İçinde Kur'ân'dan bir şey olmayan kimse, yıkılmaya yüz tutmuş ev gibidir."[9] Efendimiz, latîf bir teşbih ve benzetme ile Kur'ânsızlığı anlatma sadedinde; içinde Kur'ân hakikatinden bir şey olmayan insan, harap bir ev gibidir diyor.

Nedir o Kur'ân'dan mahrum olmakla yıkılışa yüz tutmuş kimse/kimseler? O, bazen bir insandır, bazen bir ailedir, bazen bir cemiyettir, bazen de bir devlettir. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) sözü mutlak mânâda söylemiştir. Evet, eğer insanların şahsî hayatında Kur'ân'ın vaadettiği ruh, mânâ ve ledünniyât yok ve ferdin hayatı Kur'ân ölçülerine göre ayarlanmamışsa, o hayat Kur'ân'a uygun yaşanmıyorsa ve neticede yuvada Kur'ân ruhu hâkim değilse herkes ve her şey harap bir ev gibidir. Öyle insanlar, öyle aileler, öyle toplumlar ve öyle idareler, bir gün mutlaka şeytanın ve şeytanlaşmış insanların çelme ve oyunlarıyla yıkılıp giderler. Hele öyle yığınlar rezil ve zelil yaşamaktan, başkalarına el açıp dilencilik yapmaktan hiçbir zaman kurtulamazlar.

Siz, Allah Resûlü'nün bu sözüne tutunun ve dört asırdan beri hırpaniliğe yüz tutmuş bir milyarı aşan İslâm âleminin perişanlığını, tutarsızlığını, değersiz hâle gelişini, bu mülâhazaların ışığı altında görmeye ve tahlil etmeye çalışın. Bu vesile ile Kur'ân'a yönelmenin önemini bir kez daha hatırlamaya çalışın. Evet, bu kâinat, Kur'ân ruhuyla kâim ve onun hatırına ayakta...

Kur'ân, kâinatın hem ruhu hem de hayatıdır. O bütün bütün kâinatı terk ettiğinde her hâlde kâinat da yıkılıp gidecektir. İşte bu hususa işaretle Allah Resûlü, "Kur'ân, Allah'a göklerden, yerden ve bunların içindekilerden daha sevgilidir."[10] buyurmaktadır. O sevgili Kur'ân hatırınadır ki, gökler ve yer ayakta durmaktadır. Kur'ân olmadığı zaman onlar da olmayacaktır. "Beyin Mimarı" zatın teşbihi ile Kur'ân, dünyanın beynidir. Ondan mahrum kaldığında dünya divane olup başını bir gezegene çarpacak ve kıyameti koparacaktır.[11]

Bu itibarla biz, Kur'ân'ı Nebiler Sultanı'nın ufku açısından anlamaya çalışma durumundayız. Aksine onu sadece dille seslendirmenin insana bu şuur ve derinliği vermeyeceği açıktır. Ancak Kur'ân'da derinleşenlerdir ki, kendi içlerinde de derinleşir ve Kur'ân'la kendileri arasında münasebet kurmaya muvaffak olabilirler. Her şeyden evvel Kur'ân'da Allah, bize bizi anlatıyor; kâinatı anlatıyor ve tabiî O (celle celâluhu) kitabında bize Kendini anlatıyor. Öyle ise, Allah, kâinat ve insan arasındaki irtibat ancak Kur'ân ile anlaşılır ve bu yüce hakikat ancak Kur'ân ile yakalanır.

Sen mahluksun, O ise Hâlık'tır. Kâinatı bir kitap, seni de o kitaba fihrist olarak hazırlayan O'dur. Seni okuyan, kâinatı anlar ve kâinatı okumayı becerebilenler de senin mahiyetini idrak eder. Dikkat etsen, bunun böyle olduğunu Kur'ân'da görebilirsin. Ancak aynı maksatla içine döndüğün, ruhunda ve ledünniyatında derinleştiğin zaman, oralarda da aynı hakikatin mevcudiyetini duyup hissedebilirsin. Ve işte o vakit daha iyi anlarsın ki, insan ve Kur'ân aynı hakikatin iki ayrı yüzünden ibaretmiş.. ve insan tıpkı bir saat gibi içindeki akrebi, yelkovanı ve değişik çarkları ile hep aynı hakikat istikametinde hareket etmektedir. Öyle ki içindeki çarkların bazısı sağa, bazısı sola doğru dönmektedir, ama hepsi aynı hakikati göstermekte, daha doğrusu aynı hakikat için hareket etmektedir. Parça parça mütalaaya alınca görünen o bir tek hakikatin çeşitli yönleridir. Esasen tek bir hakikat vardır, o da zaman parçalarının işaretlenmesi.

İşte insan, kâinat ve Kur'ân da aynı hakikatin böyle ayrı ayrı yönlerinden ibarettir. Bir yönüyle hepsi, Cenâb-ı Hakk'ın isimlerine ayna olmaktadır. Ahsen-i takvîme mazhar insan O'nun "Kudret" ve "İrade"sinin; "Ahsen-i Kelâm" olan Kur'ân da "Kelâm" sıfatının eseridir.

Kâinatta da Cenâb-ı Hakk'ın bin bir ismi cilvelenmektedir. Bütün bunları bir tek hakikate bağlamadan ne insanı ne kâinatı ne de Kur'ân'ı anlamak mümkündür. Onun içindir ki, büyük veli Muhyiddin İbn Arabî, "Nefsini bilen, Rabbini de bilir."[12] der. Bu söz, Esmâ-i İlâhiyeye vâkıf olmanın oldukça tonlu bir ifadesidir. Öyle ki, Rab ve insan arasındaki nisbet ve irtibat ancak bu kadar veciz ifade edilebilir. Cenâb-ı Hak ile insan arasında bir nisbet mevcuttur. Nefsin (insan) ifade ettiği mânâlarda Rabbi ifade eden şeyleri bulmak mümkündür.

Aynı gerçeği Kur'ân için de söyleyebiliriz. Ancak bu nisbet ve irtibat, hiçbir zaman felsefecilerin dediği gibi bir teşebbüh, tecessüm, tecessüd, hulûl, ittihad mahiyetinde değildir. Ne insan Cenâb-ı Hakk'a ne de Cenâb-ı Hak insana veya herhangi bir mahluka benzer. Bunlar bazı felsefecilerin sapıttığı noktalardır. Belki arada, bir Hâlık-mahluk (Yaratan-yaratılmış), bir tecellî-mazhar münasebeti vardır. Bu münasebeti felsefecilerin anlayışıyla yorumlamak sadece bir iddia ve Kur'ân bilgilerine vâkıf olmayışın neticesidir.

Kur'ân'da derinleşen insan, orada anlatılan önemli bir objenin de kendisi olduğunu hemen anlar. Anlar ve şöyle düşünür: İhtimal kâinatta münteşir hakikat, yine insanın içindeki bir çekirdekten yayılıp dal budak salmış bir inkişaftan ibarettir. Öyle ise, insanın âfâkta dolaşması enfüse bağlı götürülmelidir. Evet, insan biraz dikkat ettiğinde, aranan her şeyin onun öz benliğinde mevcut olduğunu müşâhede edecektir. O bulunduğunda, onda mütecellî olan "Rab" de bulunmuş olacaktır. "Mâverâdan bekliyorken bir haber/ Perde kalktı öyle gördüm ben beni." diyen Hak dostu, bu hakikati cidden iyi kavramıştır.

Ne var ki bütün bunları anlama, kavrama, şuur hâline getirme ve bu hakikatleri Kur'ân'dan çıkarma, kat'iyen onun özüne inmeden okumakla elde edilebilecek türden bir şey değildir.

Gırtlaktan aşağıya inmeden okunan Kur'ân'ı Allah Resûlü şöyle eleştirir: "Bir zaman gelecek, Kur'ân okuyacaklar, fakat Kur'ân, gırtlaklarından aşağıya inmeyecek. Onlar, okun avı delip avdan öteye çıktığı gibi dinden çıkacaklar."[13]

Kur'ân'ın gırtlaktan aşağıya inmeyişinin mânâsı şu olsa gerek: Kur'ân, hayata hayat olmayacak. Fert, aile, toplum ve idare Kur'ânî ölçülerden uzaklaşacak.. ve daha kötüsü de, herkes içinde bulunduğu durum itibarıyla kendisini bu ölçülere uymaktan müstağni görecek. Onu okuyanlar bile başkasına okuyacak.. nasihatlar başkasına yapılacak...

Evet, bütün bunlar olmuştur ve olmaktadır.. ve bu, öyle bir belâdır ki, ona maruz kalan –muhalfarz– melek de olsa kendini kurtaramaz.. kurtaramaz ve Firavun'un akıbetine maruz kalır. Sonra bin mürşid, bin nâsih gelse de onu bu akıbetten kurtaramaz. Nedir bu belâ? Hangi musibettir bu musibet? Nedir insanı bu derekeye düşüren şey?

Bu, bir insanın kendini olduğundan başka görme hastalığıdır: Ermemiştir ama, kendini ermiş zanneder; görmemiştir, bilmemiştir, Kur'ân'da derinleşememiştir ama, kendini hep zirvelerde tahayyül eder. Değişik bir ifade ile böyle biri kendini görmüş, bilmiş, ermiş ve derinleşmiş kabul eder. Aslında sığdır, sathîdir (yüzeyseldir) bütün görüşleri. Ne var ki o, kendini bir umman şeklinde görme ve gösterme peşindedir. Veya hakikaten kendini öyle kabul etmektedir.!

Oysaki her insan kendini, zatı itibarıyla bir "hiç olduğu"na inandırmalıdır ki, –Kur'ân ahlâkı da bunu gerektirir– hiçliğin sevkiyle her şey olana yönelsin. Bu konuda esas olan da bunu diliyle söylemek değil, vicdanına kabul ettirmektir ve bu, büyüklerin yoludur. Evet, dünden bugüne ahlâkı Kur'ân olan yüzlerce, binlerce seçkin insan bu mevzuda nice örnek tavırlar sergilemişlerdir. İşte onlardan biri olan Çorum'daki hak dostu: "Beni, Amr b. Ma'dikerib'in ayaklarının dibine defnedin!" diyor. Evet, bugün onun kabri, Amr b. Ma'dikerib'in ayakları altında bulunmaktadır.. ve mezar taşında da, "Köpekleri de girişte ön ayaklarını uzatmış vaziyettedir."[14] mealindeki âyet yazılıdır.

Bir dönemde sahabenin büyük ekseriyeti, cihad vesilesiyle dünyanın dört bir yanına dağılmış.. ve bunlardan birçoğu da bir daha geriye dönmemişti; dönmemiş, ya bir savaşta şehit düşmüş ya ecel onu gurbette yakalamış ya da başka bir sebeple gittiği yerde meçhullere karışmıştı. Daha sonra da bulundukları yerlerin mânevî dinamikleri gibi vazifelerini sürdürdükleri görülmüş ve tespit edilmiştir. İşte bu sahabilerden biri de Amr b. Ma'dikerib'dir (radıyallahu anh).

O, sahabenin ileri gelenlerinden biri değildi. Hayatında, beş kişilik bir müfrezeye bile kumanda etmemişti. İhtimal bu sahada ciddî bir liyakati yoktu. Ama bir nefer olarak üzerine düşeni hakkıyla eda edenlerdendi. Güçlü, kuvvetli ve gözü pek bir yiğitti. Harp meydanlarında bir kasırga gibi eser ve düşmanı târumar ederdi. Büyük ihtimalle, İstanbul'un fethi için yola çıkmıştı. Fakat Çorum dolaylarında vefat etti... Sonra da oraya defnedildi. Bugün hâlâ kabri ziyaret edilenlerdendir.

Çorum'da yetişmiş büyük veli de sahabenin büyüklüğünü idrak edenlerden biri. Onun için de o vasiyetinde, Amr b. Ma'dikerib'in ayakucuna defnedilme tavsiyesinde bulunmuştu. Mezar taşına yazdırdığı âyet de oldukça mânidardır. Ashab-ı Kehf'in köpeklerinin durumu anlatılan bu âyette, "Köpekleri de eşikte, ön ayaklarını uzatmış vaziyettedir."[15] denilmektedir.

Veli zatın zihninde çizdiği bu tablo oldukça düşündürücüdür. O, bir başka yerde defnedilme yerine, sahabenin, hem de en arka saflarda bulunan (ama sahabi olan) Amr b. Ma'dikerib'in ayakucunda gömülüp yatmayı yeğlemiştir. Bu, Kur'ân ahlâkıyla bütünleşmiş insanların tevazu ve mahviyeti adına nasıl enginleşebileceklerinin en çarpıcı örneklerinden biridir ki, bu tür örnekler de, ancak Kur'ân'la bütünleşmiş insanlarda görülebilirdi.

Nebilerden sonra bizim için uyulması gereken en önemli insanlar sahabe efendilerimizdir. Çünkü onlar, oturan-kalkan, gezen-uyuyan canlı birer Kur'ân gibiydiler. Onların her hâl, her tavır ve her davranışlarında Kur'ân nümâyândı. Her biri tepeden tırnağa âdeta Kur'ân olmuştu.

Evet, onların her hâlleri Kur'ân'dı. Onlar ve onlardan sonra gelen tâbiûn hazerâtı, gönül ve kafalarını o denli Kur'ân'a vermişlerdi ki, hayatları da bütünüyle Kur'ân'ın temsilinden ibaret olmuştu.. öyle ki, o aydınlık çağda ümmî hiçbir insan kalmamıştı da sabanın kuyruğundan tutup çiftçilik yapan kimseler dahi, Kur'ân'a ait hükümleri çok rahatlıkla münakaşa edebiliyor ve normal sohbetlerinde bile ilmî en derin meselelerin müzakeresini yapabiliyorlardı.

Bütün bunlar yirmi-otuz sene gibi kısa bir zaman içinde gerçekleşmişti. Evet, atına eyer, ayağına çarık bulamayan bedevi bir millet, Kur'ân sayesinde, medeni milletlerin mürşid ve muallimi hâline gelmişti. Onlar başka değil, Kur'ân'la insanlığın sultanı olmuşlardı. Hâlbuki daha önce, başkalarının kulu kölesi olarak yaşıyorlardı ve sürüm sürüm idiler.

Evet, kim Allah'ın Kitabı'na sarılırsa Allah onu yüceltir ve aziz eder; zira o "Hablü'l-metin"in bir ucu Allah'ın elindedir.[16] Ona tutunan hep yükselir. Ondan elini gevşeten de zelil ve derbeder olur.

Allah sevgisi ve Resûlullah muhabbetinin en belirgin özelliği, Kur'ân sevgisidir. Kim Kur'ân'ı seviyorsa, Allah ve Resûlü'nü de seviyor demektir. Durum aksi olunca, neticenin de aksine zuhur edeceği açıktır. Allah ve Resûlü'nü seven, aynı zamanda Allah ve Resûlü tarafından da sevilir. Öyle ise, kim böyle sevilmeyi istiyor ve arzu ediyorsa, mutlaka Kur'ân'ı sevmelidir. Bu hususa işaret sadedinde Efendimiz şöyle buyurmaktadır: "Kim, Allah ve Resûlü'nü sevdiğini öğrenmek istiyorsa baksın, eğer Kur'ân'ı seviyorsa, o, Allah ve Resûlü'nü seviyor demektir..."[17]

Bu hadis-i şeriften mülhem, şöyle bir mânâ çıkarmak da mümkün olur: "Kim Allah ve Resûlü'nü sevmek istiyorsa, baksın, eğer Kur'ân'ı seviyorsa, Allah ve Resûlü'nü de seviyor demektir..."

Hangi mânâyı düşünürsek düşünelim, netice değişmez. Hem Allah ve Resûlü tarafından sevilmek hem de onları seviyor olmak, ancak Kur'ân sevgisiyle mümkündür. Zaten hakikî mânâda Kur'ân'ı sevmeyen bir mü'min de düşünülemez.

Kişi, Kur'ân okuyup okumamasına göre ayrı ayrı değer hükümlerine tâbi tutulur... Ve mü'min de münafık da, böyle bir kriterle birbirinden ayrılır. Efendimiz, bu hususu da şöyle bir temsille ifade buyururlar: "Kur'ân okuyan mü'minin misali turunçgillerden bir meyveye benzer; tadı da güzeldir kokusu da. Kur'ân okumayan mü'minin misali de hurma gibidir; kokusu yoktur ama tadı güzeldir. Kur'ân okuyan münafığın misali, kokusu güzel fakat tadı acı olan fesleğen gibidir. Kur'ân okumayan münafığın misali de, kokusu bulunmayan, tadı da acı olan Ebû Cehil karpuzu gibidir."[18]

Allah Resûlü, Kur'ân okuyan mü'mini, turunca benzetiyor. Bu, iman ve amel bütünlüğünü, tatma ve tattırma, duyma ve başkalarına da duyurma gibi pek çok mülâhazaları içine alacak bir benzetmedir. Zaten, Kur'ân'dan uzak kalan kimse, bilerek veya bilmeyerek Allah'tan da uzaklaşmış sayılır. Çünkü Kur'ân, insanı Allah'la irtibatlandıran en sağlam iptir; ona sımsıkı tutunan Allah'a yakın olur; ellerini gevşeten de uzaklaşır.

"Kokusu da hoştur, tadı da hoştur." Onu tadan iyi bir şey tatmış ve faydalı bir şey yapmış sayılır. Kokusuyla da başkalarının arzu ve iştihalarını tetiklemiş olur.

Evet, Kur'ân tekrar tekrar okundukça, gönüllerde bir nur, bir feyiz ve bereket bırakır. Onun içindir ki Allah Resûlü bazen bir âyeti defalarca okur ve tekrar ederdi.[19]

Hadis diye rivayet edilen bir sözde, bir gün O'nun bu hâlini müşâhede eden sahabi sebebini sorduğunda şu cevabı almıştı: "O âyette derinleşerek Cenâb-ı Hak'tan şefaat edebilmem için fırsat istedim. O da bana ümmetime şefaat etme fırsatı bahşetti."

Abbâd b. Hamza anlatıyor: Hz. Ebû Bekir'in kızı, ninem Hz. Esmâ'ya (radıyallâhu anhâ) uğramıştım; Tûr sûresini okuyordu. فَمَنَّ اللّٰهُ عَلَيْنَا وَوَقَانَا عَذَابَ السَّمُومِ [20] âyetine geldiğinde durdu. Âyeti tekrar tekrar okuyor, Allah'a sığınıp dua ediyordu. Devam edeceğini anlayınca kalkıp çarşıya çıktım. Döndüğümde baktım, hâlâ aynı âyeti okuyor ve ağlıyordu.[21]

Evet, Hz. Ebû Bekir'in kızı Esmâ, Kur'ân'da derinleşiyor ve sinesiyle onun derinliklerine açılıyordu da bir daha geriye dönmeyi düşünmüyordu. O ki, Kur'ân'da en çok derinleşenlerden biri olan Hz. Ebû Bekir'in kızıydı.. o, Kur'ân sevgisini ve Kur'ân'a bağlılığını işte böyle temsil etmeliydi!..

Sahabe, tâbiûn ve onları takip edenler, her şeyi Kur'ân'da görüyor ve her şeyi onda bulmanın mümkün olduğuna inanıyorlardı. Elbette bütünüyle Kur'ân'a yabancı olanlar, benim bu ifadelerimi abartılı bulacak ve yadırgayacaklardır ama bu, onların kendi meseleleridir. Böylelerinin, yabancı ve yabani oldukları bir konuda yanlış değer hükümlerine varmaları gayet normaldir.

Ben şahsen Kur'ân'a, ilâhî kelâmın, beşer idraki gözetilerek şuur hâlinde kristalleşmiş şekli diye bakıyorum.. ve onu, her hâlimizi bilen canlı bir varlık olarak değerlendiriyorum. Bunu söylerken de, Efendimiz'in, "Kur'ân, ahirette insanların lehinde veya aleyhinde şehadet edecektir."[22] nurlu beyanına dayanıyorum. Hâlimiz, kim bilir onu ne kadar üzüyor ve rencide ediyordur. Evet, ona uygun bir hayat yaşayamayışımız, mutlaka onu hüzne boğuyordur. Yine de ümidimiz var ki, o, az dahi olsa kendisine sahip çıkanlara mutlaka ötede arkadaşlık edecektir.

Evet, Kur'ân'a işte böyle bir idrak ufkundan bakmamız gerekmektedir. Ancak o zamandır ki, Kur'ân'ın, hayat bahşeden bir kitap olduğu anlaşılacaktır. Aslında o, sadece okunup dinlenmek, cenazelerin arkasından tilâvet edilmek üzere nazil olmamıştır; o, hayata hayat olmak, cansız cesetlere can üflemek için inmiştir. Farklı bir ifade ile o, yerdekileri ruhanîlik semasına yükseltsin diye gönderilmiştir. Bu itibarla o, zâhiri, bâtını, iç derinliği ve öteye bakan enginliği nazara alınarak okunmalıdır ki özündeki lâhûtîlik tam duyulabilsin.

İşte bu okuyuştur ki, insanın Rabbisiyle konuşması sayılmıştır. Bu hususu teyit eden bir hadis-i şerifte Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyururlar: "Kim Rabbisiyle konuşmak istiyorsa Kur'ân okusun."[23]

Evet, Kur'ân, insanın Allah'la, Allah'ın (celle celâluhu) da insanla konuşmasıdır. Derecesi bu seviyeye yükselenler Kur'ân okurken öyle bir ruh hâletine girerler ki, bir daha da o ledünnîlikten ayrılmayı düşünmezler.

Bu hâl, Kur'ân'ı Allah'tan dinliyor gibi dinleme neticesinde insan vicdanını tesir altına alan bir keyfiyettir ki, tatmayanın bilmesi mümkün değildir. İsterseniz buna, "Kur'ân'ı tedebbür etme" de diyebilirsiniz.

Kur'ân, hitap alanı itibarıyla Allah Resûlü'ne kâfi geliyordu. Bu yüzden de O, başka şeye müracaatı zait ve fazla görüyordu. Kendisi başka şeye müracaat etmediği gibi, çok defa ashabını da böyle bir şeyden men ediyordu.

Hatta Hz. Ömer'in (radıyallâhu anh) İbranice öğrenmek istediğini duyunca, sebebini sormuş, "Tevrat"ı anlamak istediği cevabını alınca da, kaşlarını çatarak: "Kur'ân ve ben size yeterim!" buyurmuşlardı. Bir başka defasında da, "Musa (aleyhisselâm) dahi gelse, bana tâbi olmaktan başka yapacağı iş yoktur."[24] buyurmamışlar mıydı?

Evet, herkes Kur'ân'a tâbi olacak. Zira o, her derde dermandır. Çünkü onda kâinatın, insanın ve en büyük hakikatlerin ruh ve mânâları vardır. Hak, onda tecellî etmiştir.

Cafer-i Sâdık Hazretleri ne doğru söyler: "Allah, yarattıklarına kelâmıyla tecellî etmiştir. Fakat onlar görmüyorlar."[25]

Hâlbuki az bir göz kesilip o ilâhî kelâma bakabilseler, onda Cenâb-ı Hakk'ın tecellî ettiğini göreceklerdir. Elbette bu tecellî ne cevherdir ne arazdır ne de cisimdir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, kelâmında keyfiyetten, kemmiyetten müberra olarak tecellî etmesidir.

İnsan bunları, ancak, "tedebbür"le anlar; ve bu sayede illet ve mâlûl arasındaki münasebetleri de mülâhazaya alarak nelere ulaşır nelere! Evet, Kur'ân'ı baştan sona, sürekli düşüne düşüne ve beynini zonklata zonklata okuyanlardır ki onun ruhuna nüfuz edebilirler. Aslında Kur'ân akıl ve muhakemelere hitap eder. Bu itibarla da onu ancak akıl sahipleri tam anlar.. ve muhâkeme erbabı da derinliklerine nüfuz edebilir.

Ona, işte bu zaviyeden yaklaşan nice büyük dehâlar, edipler, şairler onun karşısında serfürû etmiş ve nice devâsâ kametler ona teslim ve talebe olmuşlardır.

Kur'ân, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve emsali nadide insanları inkıyat ettirdiği gibi, devrinin en büyük şairleri olan Lebid'i, Hansâ'yı ve daha sonraki dönemlerde de Mevlâna'dan Câmi'ye, Hafız'dan Enverî'ye yüzlerce söz sultanını teslim almıştır. Dahası Sir James Jeans, onun sadece bir âyetini duyunca ayağa fırlamış ve Kur'ân'ın beşer kelâmı olamayacağını haykırmıştır. Batılı ilim adamlarının Kur'ân hakkındaki itirafları mücelletlere sığmayacak kadar çoktur.

Bunların her biri, ayrı bir eserde Kur'ân'ın mucizeliğini ve büyüklüğünü dile getirmiştir. Arap diline vâkıf ve bu dilin üstadları Abdülkâhir Cürcânî, Sekkâkî ve Zemahşerî gibi insanlar, Kur'ân'a talebe olmayı hayatlarının en büyük gayesi bilmişlerdir. Zira Kur'ân, onların bütün duygu, düşünce ve karihalarını tatmin etmiş ve onları teslim almıştır. Ondan sonra da bu zatlar başka şeye müracaata ihtiyaç duymamışlardır. Lebid'le Hz. Ömer arasında cereyan eden şu vak'a ne kadar çarpıcı ve ibret vericidir:

Lebid, Hz. Ömer'in hilâfeti döneminde İran'da bulunmaktadır. Halife Ömer, Sa'd b. Ebî Vakkâs aracılığı ile ona bir mektup gönderir ve Lebid'in bir şiir yazmasını rica eder. Lebid, hangi dönemine ait şiir istenildiğini sorar. Gelen cevapta, "Müslüman olduktan sonraki döneme ait " denilir. Bunun üzerine Lebid, gelen mektubun arkasını çevirir ve Hz. Ömer'e şu cevabı yazar: "Yâ Ömer, ben İslâm'a girdikten sonra hiç şiir yazmadım. Zira önümde Kur'ân gibi bir kelâmı tetkikle meşgulüm. Şu sırada Bakara sûresini tetkik ediyorum. Ve sana onun son âyetlerini yazıp gönderiyorum..."

Lebid daha sonra Bakara sûresinin son üç âyetini yazar ve Halife'ye gönderir. Gelen cevap, Hz. Ömer'i cidden çok memnun eder.[26]

Evet, Lebid'in bu şekildeki davranışı onu sevindirmiştir. Dr. Morrison'un da ifade ettiği gibi, bütün lügatler Arapça'ya, Arapça da Kur'ân'a borçludur. Öyle ise denebilir ki, yeryüzünde konuşulan bütün dillere disiplin ve kural açısından Kur'ân'ın bir katkısı söz konusudur. Esasen bu, filologlarca tetkik edilmesi gereken önemli bir mevzudur. İhtisas sahamıza girmediği için biz şimdilik o hususa temas etmeyeceğiz. Şu kadar var ki, Morrison'un bu sözü, Kur'ân'ın her şeyi aştığını ifade bakımından üzerinde durulmaya değer.

İnsanlar eğer düşünebilselerdi, Kur'ân karşısında heybetten tüyleri diken diken olacak ve bu mehâbet, onların gönül dünyalarını bahar yamaçlarına çevirecekti. Heyhât ki, günümüz nesillerinin pek çoğu böyle bir düşünceden fersah fersah uzak. Ama her zaman bir kısım düşünen akıl sahipleri ve gönül erleri de olmuştur ki, Cenâb-ı Hak, onların Kur'ân karşısındaki durumlarını şöyle resmeder ve onları bize birer örnek olarak sunar: "Allah, sözün en güzelini, ikişerli, birbirine benzer bir kitap hâlinde indirdi. Rabbilerinden korkanların ondan derileri ürperir (tüyleri diken diken olur.) Sonra ciltleri ve kalbleri Allah'ın zikrine karşı yumuşar (iç ve dış bütünlüğüne ererler). İşte bu, Allah'ın onlara hidayetidir. Onunla dilediklerini hidayete erdirir. Ama Allah kimi de sapıklığında bırakırsa, artık ona yol gösteren olmaz."[27]

Evet, Kur'ân, bir hidayet kaynağıdır. Kim hangi sahada doğruyu bulmak istiyorsa, mutlaka Kur'ân'a müracaat etmeli ve gideceği yola onun rehberliğinde gitmelidir. Bu da, yine devamlı surette Kur'ân'la bütünleşmeyi, onu "tedebbür" ile okumayı ve dinlemeyi gerektirmektedir.

Efendimiz, hem Kur'ân okumaya hem de okunan Kur'ân'ı dinlemeye çok hassasiyet gösterirlerdi. Hatta sürekli hem hâliyle hem de diliyle Kur'ân okumaya teşvik ederlerdi. Öyle ki, O'nun en yakın arkadaşı Hz. Ebû Bekir, daha Mekke döneminde, hem de Mekke'den sürgün edilmesi pahasına Kur'ân okumaktan vazgeçmemiş, evinin önündeki cumbada okuduğu Kur'ân'la nice katı kalbleri yumuşatarak, Mekke atmosferinin de İslâm adına yumuşamasına sebep olmuştu... Onun okuduğu Kur'ân'ı dinlemek için, genç-ihtiyar, kadın-erkek evinin önünde toplanır ve saatlerce Hz. Ebû Bekir'in (radıyallâhu anh) okuduğu Kur'ân'ı dinlerlerdi...[28]

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de sahabenin Kur'ân okuyuşlarını takdirle karşılar ve onlardan Kur'ân öğrenilmesini tavsiye ederlerdi. İbn Mesud (radıyallâhu anh) da bu sahabilerden biriydi. Allah Resûlü, bir defasında ondan bizzat Kur'ân dinlemeyi arzu buyurmuş ve ona "Bana Kur'ân oku!" demişti... İbn Mesud hayret ve heyecanla: "Yâ Resûlallah, Kur'ân size iniyor, ben sizin huzurunuzda nasıl Kur'ân okurum?" demiş; ancak Efendimiz, "Ben, başkasından Kur'ân dinlemeyi severim." buyurarak talebini tekrar etmişti. Bunun üzerine de İbn Mesud (radıyallâhu anh), O'nun huzurunda Nisâ sûresini okumaya başladı ki, vak'anın gerisini isterseniz kendinden dinleyelim: "Her ümmetten bir şahit, seni de bunlara şahit getirdiğimiz zaman (hâlleri) nice olur!"[29] mealindeki âyete gelince, Allah Resûlü, "Yeter, yeter!" dedi. Ben okumayı bıraktım. Baktım ki Allah Resûlü'nün gözleri dopdolu ve gözyaşları çağlıyor [30]

Evet, Allah Resûlü, Kur'ân okunurken hep haşyetle ürperirdi. Onun için de dayanamamış ve İbn Mesud'a "Yeter, yeter!" demişti. Kim bilir belki de o anda kalbi tahammül edemez bir hâle gelmişti. Zira Allah'tan en çok korkan O idi. Kur'ân'ın mânâsını en iyi bilen de yine O'ydu. Eğer O'nun tahammül gücü de sıradan bir insanın seviyesinde olsaydı, bu korku ve haşyetle O, buna tahammül edemez ve Hakk'a yürürdü. Ama Allah (celle celâluhu) O'na ayrı bir güç ve ayrı bir kuvvet vermişti. Onun için de onca duyarlılığına rağmen Kur'ân okumaya, dinlemeye tahammül edebiliyor ve durmadan sürekli onunla meşgul oluyordu.

Her konuda olduğu gibi bu konuda da Allah Resûlü örnek alınacak müstesna bir insandı. O'nun Kur'ân'a olan düşkünlük ve bağlılığı bize öğretici bir ders olmalıdır. Biz de vaktimizin belli bir bölümünü Kur'ân okumaya ve onu tefsir edip anlatan eserleri tetkike ayırarak, onun nurundan istifadeye çalışmalıyız. Böyle yaparsak Kur'ân da bize sahip çıkar. Bu vesile ile hem dünyamız hem de ahiretimiz mâmur olur.

[1] Bkz.: et-Taberî, Târîhu'l-ümem ve'l-mülûk 1/94.
[2] “Allah, bir beşerle ya (mânâyı onun kalbine doğrudan atma şeklinde) vahiyde bulunma, ya bir perde arkasından ona hitap etme, ya da dilediğini ona vahiy yoluyla iletecek bir elçi (melek) gönderme dışında hiçbir şekilde konuşmaz.”
[3] Seyyidinâ Hz. Musa'ya gönderilen levhalarla ilgili ise farklı görüşler vardır. Bunlardan birine göre Cebrail'in (aleyhisselâm) zümrüt, zebercet veya yakut levhalar şekline getirdiği, ikincisi ise Hz. Musa'nın ağaç parçalarına işlediği mahiyettedir. (Bkz.: et-Taberî, Câmiu'l-beyân 9/66; ez-Zemahşerî, el-Keşşâf 2/149).
[4] Bakara sûresi, 2/255.
[5] Buhârî, ilim 44, enbiyâ 27, tefsîru sûre (18) 2; Müslim, fezâil 170.
[6] Bkz.: En'âm sûresi, 6/59.
[7] Neml sûresi, 27/91-92.
[8] Müslim, salâtü'l-müsâfirîn 139; Ebû Dâvûd, tatavvu' 26.
[9] Tirmizî, fezâilü'l-Kur'ân 18; Dârimî, fezâilü'l-Kur'ân 1.
[10] Dârimî, fezâilü'l-Kur'ân 6; ed-Deylemî, el-Müsned 3/230.
[11] Bediüzzaman, Sözler s.117 (Onuncu Söz, Zeylin ikinci parçası), Lem'alar s.417 (Otuzuncu Lem'a).
[12] el-Münâvî, Feyzu'l-kadîr 1/225, 4/399, 5/50; el-Aclûnî, Keşfü'l-hafâ 2/343.
[13] Buhârî, enbiyâ 6, meğâzî 61, fezâilü'l-Kur'ân 36; Müslim, zekât 142-144.
[14] Kehf sûresi, 18/18.
[15] Kehf sûresi, 18/18.
[16] Bkz.: Tirmizî, fezâilü'l-Kur'ân 14; Dârimî, fezâilü'l-Kur'ân 1.
[17] Abd İbn Humeyd, el-Müsned 1/333; et-Taberânî, el-Mu'cemü'l-kebîr 9/132.
[18] Buhârî, fezâilü'l-Kur'ân 17, 26, et'ime 30, tevhîd 57; Müslim, salâtü'l-müsafirîn 37.
[19] İbn Mâce, ikâmet 179; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 5/170, 177.
[20] “Allah bize lütfetti ve bizi o kavurucu, deriden içeriye işleyen ateşin azabından korudu.” (Tûr sûresi, 52/27).
[21] İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 2/25; Ebû Nuaym, Hilyetü'l-evliyâ 2/55.
[22] Müslim, tahâret 1; Tirmizî, daavât 85; Nesâî, zekât 1.
[23] Hatîb el-Bağdâdî, Târîhu Bağdâd 7/239; ed-Deylemî, el-Müsned 1/302.
[24] Dârimî, mukaddime 39.
[25] ez-Zerkeşî, el-Burhân fî ulûmi'l-Kur'ân 1/452.
[26] İbnü'l-Cevzî, Sıfatü's-safve 1/736; İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-ğâbe 4/540; İbn Hacer, el-İsâbe 1/98, 5/675.
[27] Zümer sûresi, 39/23.
[28] Buhârî, salât 86, kefâlet 4, menakıbü'l-ensâr 45; Abdurrezzak, el-Musannef 5/386.
[29] Nisâ sûresi, 4/41.
[30] Buhârî, fezâilü'l-Kur'ân 33, 35; Müslim, salâtü'l-müsâfirîn 247-248.