İhlâs sûresindeki mucizevî besâtet

Tevhid-i Ulûhiyet'e ait bir sûre olan İhlâs sûresinin icmâlî meali şöyledir: "De ki, O Allah birdir. Allah Samed'dir (Her şey varlık ve bekâsını O'na borçludur. Her şey O'na muhtaçtır. O, hiçbir şeye muhtaç değildir. Her şeyin başvuracağı, yardım dileyeceği tek varlık O'dur). Kendisi doğurmamıştır ve (başkası tarafından) doğurulmamıştır. Hiçbir şey O'nun dengi (değildir ve) olamamıştır." (İhlâs sûresi, 112/1-4)

Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan, tevhid-i ulûhiyeti ifade eden bu mübarek sûrede, Allah'ın varlığını, O'nun kâinatta tek tasarruf sahibi olduğunu, herkesin ve her şeyin O'na müteveccih bulunduğunu, O'na dayanmadan hiçbir şeyi izah etmeye imkân olamayacağını gayet veciz olarak anlatır: "De ki, O Allah birdir." Evet, Allah birdir çünkü "Allah Samed'dir."

Bu cümleler birbirinin hem delili hem illeti durumundadır. Allah ki, her şey O'na muhtaç, ama O hiçbir şeye muhtaç değil; O haşr u neşretmezse baharın gelmesi mümkün değildir. O canlıları yaratıp dört bir yana yaymazsa, herhangi bir canlının kendi kendine gün yüzüne çıkma ihtimali yoktur. Baharın gelmesi de, canlıların vücud bulması da O'na muhtaçtır.

Bugün pek çok dallarıyla ilimler de aynı şeyi söylüyor; sebepsiz ve failsiz bir şeyin vücuda gelmesi mümkün değildir. Yani hem değişik ilim dalları hem de topyekün varlık ayrı ayrı delillerle Allah'ın yegâne yaratıcı ve güç sahibi olduğunu, eşi ve menendi olmadığını ifade ediyor. Hem de aklı başında erbab-ı basiret için başka delile ihtiyaç duyulmayacak şekilde ifade ediyor. Çünkü Kur'ân'ın bu sade ve anlaşılır dili, başka bir delile ihtiyaç bırakmayacak ölçüde açıktır. Ayrıca Kur'ân-ı Kerim, felsefenin o anlamsız mugalâta ve kupkuru diyalektiğine de hiç mi hiç ihtiyaç duymamaktadır.

"Ne doğurmuş ve ne de bir başkası tarafından doğurulmuştur."

Etrafımızda, nebatat, hayvanat ve insanlar âleminde mütemadiyen doğan ve doğuran şeyler görürüz. Her sınıfın kendilerine göre anneleri ve babaları vardır. Bunlar bir bakıma sebep-müsebbep, illet ve mâlul münasebeti içinde, şart-ı âdi unvanıyla kendi nev'ilerine dâyelik yaparlar. Bunlar, biri olmazsa diğeri olmayan ya da her ikisi olmadan bir üçüncüsünün varlığı esbap planında mümkün bulunmayan şeylerdir.

Bütün bu hususiyetler ise, arazların, cevherlerin ve yok olabilecek şeylerin hâssalarıdır. Zât-ı Ecell-i A'lâ'ya gelince O, bunların hepsinden münezzehtir. O, her an görüp durduğumuz nesneler cinsinden ya da mahluk ve varlıklardan bir varlık değildir. O, sebepler ve illetler neticesinde de meydana gelmiş değildir.

İşte âyet bir taraftan bunu anlatırken, diğer taraftan da Allah'a (celle celâluhu) evlat isnat eden bütün muharref din ve telakkileri temelinden sarsmaktadır. Hz. İsa, Allah'ın oğlu değildir, çünkü Allah evlattan münezzehtir. Ayrıca Hz. İsa ilâh da olamaz, zira o, bir anneden doğmuştur. İlâh odur ki, o, doğmamış ve doğurmamıştır. Hz. Üzeyir de O'nun oğlu değildir. (Bütün bunlar, kendini bilmezlerin türrehatındandır.)

İllet-mâlul, sebep-müsebbep kavramları gerek kelâm ilminde ve gerekse felsefede çok uzun bahisler ve misaller ile ancak anlatılabilmiştir. Hâlbuki Kur'ân, fevkalâde bir sadelik içinde her seviyeden aklın kavrayabileceği kolaylıkta, sadece yarım âyet ile bu önemli hakikati anlatmış ve dünya kadar problemi birden çözmüştür.