Kur'ân'daki insicam

Kur'ân-ı Kerim'in Allah kelâmı olduğunu işaretleyen hususlardan biri de ondaki insicamdır. Kur'ân, usta bir sanatkârın fırçasından çıkmış en nadide tablolardan çok aşkın bir insicam ihtiva etmektedir. Renkler öylesine münasip ve kullanılan malzeme öylesine yerli yerinde ve uygun düşmüştür ki tarifi imkânsızdır. Onda gözü tırmalayan, zevk-i selimi rahatsız eden hiçbir husus, hiçbir yön yoktur.

Meselenin tafsilatına geçmeden, Kur'ân'daki insicam sözünden ne anlıyoruz, şimdi de biraz onun üzerinde duralım:

Kur'ân'ın bütününde anlatılan hususlar âdeta onun her cüz'ünde de aynıyla mevcuttur. Öyle ki bütün Kur'ân'ı Bakara sûresinde, onu Fatiha'da, Fatiha'yı besmelede bulmak mümkündür. Bu sebepledir ki bir insan, Kur'ân'ın herhangi bir sûresine baksa ve "Bütün Kur'ân bu sûrede vardır." dese yalan söylemiş olmaz. Hatta bu hususta yemin dahi edilebilir. Çünkü işin aslı onun dediği gibidir. Yani, Kur'ân'ın her sûresi âdeta küçük bir Kur'ân hükmündedir.

Kur'ân-ı Kerim ayrı ayrı zamanlarda, ayrı ayrı yerlerde ve ayrı ayrı vesilelerle nazil olmasına rağmen onun âyetleri arasında öyle bir insicam vardır ki, sanki o, aynı anda, aynı yerde ve tek bir sebep çerçevesinde nazil olmuş gibidir.

Evet, besmelede çekirdek hâlinde bütün Kur'ân vardır. Bu çekirdek, Fatiha'da filizlenmiş, Bakara sûresinde dal budak salmış ve bütün Kur'ân'la da çiçek açmış, meyve vermiş gibidir.. evet, çekirdekle meyve arasındaki nisbet, Kur'ân'ın âyetleri arasında da aynıyla mevcuttur.

Fakat burada bizim baştan sona bütün Kur'ân âyetlerindeki insicamı göstermemiz imkânsızdır. Onun için de, burada sadece bir fikir verme adına besmele ile Fatiha arasındaki insicama dikkat çekecek ve çok kısa olmak şartıyla Fatiha âyetleri arasındaki bütünlüğü göstermeye çalışacağız.

1. Besmele ile Fatiha Arasındaki Münasebet

Besmele ile Fatiha arasında çok ciddî bir mânâ münasebeti vardır. Âdeta بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ Fatiha'dan bir âyet gibidir. Onun içindir ki birçok fukahâ, بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ'i Fatiha'nın yedi âyetinden biri saymıştır.[1]

Bismillah, Allah'ın ismiyle başlar.. Allah varlığı kadim ve zâtî; hakâik-i eşya O'nun varlığının ziyası, işârâtı ve âyâtı.. taayyün-i evvelin mümtaz siması Hz. Muhammed'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) nuru, emare ve işaretlerin ilki.. evet, O ilkti ve O'nun nurundan kâinat var edildi.. derken O'nun ilm ü iradesiyle hâdiseler zincirleme birbirini takip etti.

Bu vetire tabiî hâdiseler şeklinde görünen yüzü itibarıyla gazların kaynaştığı devirler, jeolojik fasıllar olarak yâd edilebilir. Atılan çekirdek büyüyüp ağaç olmaya doğru sürüp gitti...

Nasıl ki insan, bahçesine bir meyve ağacı diker veya bir tohum eker; bu kimse, değişik bakım ameliyeleriyle hep gözü onun üzerinde olur ve daima onun başındaki mukadder meyveye nazar eder. Gerçi meyve vereceği ana kadar, onun değişik dalları, budakları, yaprakları hikmetsiz, mânâsız görülebilir, ancak o ağaç aslında yüce bir gaye için dikilmiştir ve sizin nazarınız her zaman ağacın başında, çiçekler arasında bir gün mutlaka arz-ı endam edecek olan plan, proje ve gayretlerinizi onun üzerine bina ettiğiniz meyve ve semerededir. Aynen onun gibi Allah (celle celâluhu) yokluğun bağrına Hz. Muhammed'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) nurunu bir tohum olarak atmıştır ki, varlık ağacı, O'ndan meydana gelmiştir. İsterseniz, elektronlar O'ndan teşekkül etti, atom âlemi O'ndan hâsıl oldu diyebilirsiniz. Bütün bunlar bizim malumat ve idrakimizin dışında olan meselelerdir. Bildiğimiz bir şey varsa o da, yokluğa atılmış Hz. Muhammed çekirdeği üzerinde boy atan ve Arş-ı Azam'dan bize doğru uzanan kâinat ağacıdır.. ve bu ağacın, mevsimi gelince meyve vermesidir. İşte o meyve insandır. O meyvenin meyvesi de insanlığın hulâsası Allah'ın "safî, öz, hulâsa" mânâsına Mustafa adını verdiği Hz. Muhammed'dir (sallallâhu aleyhi ve sellem).

Şüphesiz besmele bu mebde ve münteha ile çok alâkalıdır. Evet, Allah celâliyle tecellî ediyor, bir çekirdek ve bir ağaç meydana getiriyor. Rahîmiyetiyle bizlere irade veriyor; akıl, kalb, his ve daha başka melekeler ihsan ediyor ve kâinatın mânâsını, muhtevasını, büyüklüğünü anlamaya muvaffak kılıyor. İşte bu mânâları ifade ettikten sonradır ki "بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ" ile "اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ" arasında bir münasebetin var olduğu görülür.

Besmelede, Cenâb-ı Hakk'ın rahmetinin bir cazibesi vardır ve hiçbir şey bu umumî cazibenin tesir alanının dışında değildir. Öyle ise, Fatiha sûresi de bu cazibenin manyetik alanı dışında kalamaz. Zaten biz, bütünüyle Kur'ân okumaya başlarken besmele ile başladığımız gibi, Fatiha'ya da besmele ile başlıyoruz. Böyle bir üslûbun özünde bize tevcih edilen bir kısım mukadder sorular vardır:

"Besmelede, Kendisini rahmâniyet ve rahîmiyetle tanıtan Cenâb-ı Hakk'a karşı, siz nasıl bir mukabelede bulunmalısınız? Yani Bismillah'ta celâliyle, cemâliyle tecellî eden bu cazibe-i rahmete karşı siz, hangi söz ve davranışla karşılık vermelisiniz?"

İşte bu mukadder sorulara bizim cevabımız "اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ" şeklinde olacaktır ki, bu beyanla biz, bizleri bu kadar rahmetiyle perverde eden Zât'a hamd ü senâlar olsun demek istiyoruz. بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ'de Cenâb-ı Hak, küllî ve umumî olarak tecellî ediyor ve rahîmiyetiyle de bize kendi iradesinden bir irade veriyor ve artık eşyanın mânâsını anladığımıza göre, bize bir şeyler elde etme yolunu açıp, Kendine yönelenleri hidayete erdiriyor. Yani Allah, bizi önce varlığa, sonra insanlığa, sonra da Müslümanlığa erdiriyor ve nihayet, besmelenin sonundaki en son isimle şereflendirdiği ismin sahibine ümmet kılıyor.

Böylesine bir merhamet cazibesiyle çepeçevre bizi kuşatan ilâhî rahmet, bize اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ dedirtiyor. Yani Allah'a hamdolsun bizi insan olarak yarattı... Allah'a hamd olsun bizi insaniyet-i kübrâ sayılan İslâmiyetle, Hz. Muhammed'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) ümmet olmak şerefiyle şereflendirdi...

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ'de her zaman gâibâne duyuşlar ve sezişler içinde bulunuyor, âsârındaki şahit ve burhanların diliyle O'na ait esrarı araştırıyoruz. Sonra Allah'ın (celle celâluhu), رَبِّ الْعَالَمِينَ olarak, kâinat çapındaki engin tasarrufunu nazara alıyor, bir adım daha atıyoruz. Bin bir lütfun bin bir televvün içinde dalgalandığını duyuyor, hissediyor ve hemen اَلرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ diyor şükranla iki büklüm oluyoruz. Yani O, bize yeryüzünü bir nimet sofrası gibi o engin merhamet ve şefkatiyle hazırladığını gösteriyor; biz de bunu görüyor, kâinat çapındaki emsaliyle mütalaaya alıyor ve bu tasarrufun enginliğiyle hayretlere açılıyoruz.

Evet, bütün varlık اَلرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ hakikatiyle mevcelenmekte, bu şefkat dalgaları sürekli birbirini takip edip durmakta ve bu inayetler silsilesi sürüp gitmekte; nihayet, bütün bunların verâsında Allah bize, esmâ, sıfât ve zâtını hissettirmektedir. İşte Kendisini bize böyle rahmetiyle hissettiren Allah'ın o sonsuz rahmetine karşı bütün mahlukatın dilleriyle, duyuşlarıyla ve hissedişleriyle, "اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ" diyoruz ki, bu da "بِسْمِ اللّٰهِ" ile "اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ" arasındaki münasebetten farklı bir televvün demektir.

Evet, biz fikrî seyahatimizi bir ölçüde gâibâne ve Allah'tan uzaklığımız mülâhazasıyla sürdürüyoruz. Aslında bir mânâda Allah bize bizden yakın olsa da biz O'ndan uzak bulunuyoruz. Bu makam, gaybûbet ve fark ufkudur. Hâlbuki cem makamı, insanın kâinattaki bütün hakâiki teleskopik bir gözle kavrayıp, onunla Allah'ın huzuruna gelmesi şeklinde yorumlanmaktadır.

Allah'ın büyüklüğüne uygun bir kavrayış ve idrak, insanın kalbinde o büyüklüğe uygun bir teveccüh ve O'na kulluk, ancak ve ancak bütün kâinatın mânâ ve muhtevasını birden kavrayabilmekle mümkün olur. Bütün kâinatın mânâsını birden kavramak için de nâmütenâhî makamı görecek teleskop gibi bir basiret lazımdır ki, bu geniş dairede Allah'ın icraatını görebilsin, anlayabilsin, kavrayabilsin ve içinden geldiği gibi "اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ" diyebilsin.. ya da Allah'ı tesbih ve takdis edebilsin. Hâlbuki bütün bunlara kâmil mânâda muttali olamadığımız için, her zaman çıkış noktası itibarıyla hep gâibâne davranıyor ve يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ "Onlar gaybe iman ederler."[2] yörüngesinde seyahatimizi sürdürüyoruz.

İnsan, kâinattaki geniş tasarrufa bakıp onu vicdanî mârifet adına değerlendirdiği ölçüde Allah'a karşı bir kurb ve yakınlık kazanabilir. Kazanılan bu kurbiyet ve yakınlık onun içindeki ağyâr buzlarını çözer ve eritir. Artık o, o güne kadar anladığı şeylerden çok daha başka şeyler hissetmeye başlar ve sonra "Akla ne geliyorsa, verâsında Allah vardır." zirvesine yükselir. Meselâ, bir çiçeğe baktığında hemen kalbinde, "Onu bu vaziyette tanzim eden Allah'tır." hissi belirir. Ağacın başındaki meyveyi gördüğü zaman, "Bunu böyle tasvir eden, bu şekli veren ve onu böylesine kıvama getiren Allah'tır." hakikati, içini ısıtıverir.. derken kendi nevinin simasında, bütün güzelliğiyle Rahmân ve Rahîm'in tecellîlerini müşâhede eder.

İşte bütün bu duyuş, görüş ve hissedişlerle insan, hep gaybûbet makamından kurtulmak için çırpınır durur. Nihayet bir gün kalb ve vicdanında Cenâb-ı Hakk'a karşı "Sen" diyebileceği bir engin his belirir. Böyle bir hissin belirmesiyle de o, âdeta kendini Mevlâ'sının huzurunda bulur. Diğer bir tabirle kendini "Evvel", "Âhir", "Zâhir", "Bâtın" isimlerinin halitası önünde görür ve bütün samimiyet ve içtenlikle: "Yalnız Sana kulluk yaparız."[3] der. Ve Allah'a "Sen" diyebileceği makamı ona has enginliği, renginliği ve zenginliğiyle kemmiyetler, keyfiyetler ve tasavvurlar üstü benliğinin derinliklerinde duymaya başlar.

Sultanın huzuruna çıkılırken hediye ile çıkılır. Allah'a vereceğimiz hediye ise, O'nun bizi yaratmada esas kabul ettiği maksat olmalıdır. O da, mârifet ve muhabbet-i ilâhiyedir. İşte bu zaviyeden O'nu bildiğimizi O'na arz ederek zimamın O'nun elinde olduğunu kabullenmiş oluruz ki, ancak bu sayede vicdanımız, "Sen" diyeceği muhatabını tam duymuş olur. Aslında, vicdanımızda Allah'a ait bu duygu her zaman mündemiçtir. Ancak, vicdanımız üzerine konan tozu, toprağı süpürdükten sonra, yani Rabbülâlemîn'in icraatını ve rahmetle tecellî ettiğini gördükten sonra içimizdeki gubar silinir gider ve apaçık "Hakikat-i Hakâik" hissedilmeye başlar. Ondan sonra ki, "sadece Sana" mânâsını ifade eden إِيَّاكَ 'yi ekleyerek إِيَّاكَ نَعْبُدُ "Ancak Sana kulluk yaparız." deyiveririz.

Kul bu kurbiyeti kazandıktan sonra, وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ der. Zira kulluk mükellefiyetinin altından, ancak böyle bir istiâne ve ekstra yardıma mazhariyetle kalkılabilir. Böyle bir duyuş ufkunda artık arada vasıta ve vesile de yoktur. Hitap makamına urûc ettiği böyle bir konumda o, elbette yardımı da sadece Allah'tan isteyecektir. Çünkü o, her şeyin verâsında, Cenâb-ı Hakk'ın kudret ve azametini müşâhede etmiş, sonra da gayb makamından hitap makamına terakki etmiştir.

Bu makamda insan, kendisine bir fırsat ve salahiyet verildiğini keşfeder gibi olur. Bu itibarla da ne pahasına olursa olsun, onun bu fırsatı en iyi bir şekilde değerlendirmesi gerekir. Evet, istenmeye değer husus ne ise o istenmeli ve bu fırsat kat'iyen kaçırılmamalıdır. Onun içindir ki, hiç vakit kaybetmeden, doğru yola hidayeti talep sadedinde اِهْدِنَا denmeli, Rabb-i Rahîm'den sırat-ı müstakîme ulaştırma talep edilmelidir.

Kur'ân-ı Kerim'in muhtevası itikat, ibadet ve hayat olmak üzere üç temel esasa dayanır. İtikat, inanılması gerekli hususların bütünüdür. İbadet, yapılması lüzumlu amellerin hepsini içine alan bir tabirdir. Hayat ise, Kur'ân'a ait hükümlerin fert, aile ve topyekün cemiyete tatbik edilme keyfiyetidir.

Bütün Kur'ân, bu üç temel esastan bahsettiği gibi Kur'ân'ın ayrı ayrı her sûresinde de bu üç esası bulmak mümkündür. İsterseniz bir misal olması bakımından kısaca Fatiha sûresine bakıp bu hususları orada da görmeye çalışalım:

Fatiha sûresindeاَلْحَمْدُ لِلّٰهِ 'den, مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ'e kadar itikat anlatılır. Şöyle ki, اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ, Cenâb-ı Hakk'ın hakikî ve tek Mâbud olduğunu ifade eder. Bu ifade, tevhid inancının özü ve hulâsasıdır ve imanın esas rüknünün değişik bir unvanıdır. رَبِّ الْعَالَمِين ise Cenâb-ı Hakk'ın kâinatta tasarruf eden bütün tekvînî sıfatlarını ve bu sıfatlara bağlı isimlerini işaretleyen bir ifadedir. Evet, bütün âlemleri halk ve sevk ü idarede ne kadar ismin tecellîsi söz konusu ise hepsi رَبِّ الْعَالَمِين ifadesinde mündemiçtir. مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ'e gelince orada haşir, ahiret, hesap, mizan, terazi, Cennet, Cehennem, mükâfat ve mücazat gibi tabirlerle ifade edilen din günü ve onun yegâne sahibi olan Allah (celle celâluhu) anlatılmaktadır.

Görüldüğü gibi, مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ'e kadar olan âyetlerde, hemen bütün buudlarıyla itikat işlenmekte ve akideyle ilgili meseleler dile getirilmektedir. إِيَّاكَ نَعْبُدُ ile ibadete intikal edilir. Her türlü mâlî ve bedenî ibadet bu ifade içinde kendine yer bulur.. ve bu kısa ifade ile namaz, oruç, zekât, hac ve cihad anlatılmış olur. وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ'de ise, her şeyde ilâhî inayetin üssülesas olması ve ibadette bir derinleşme söz konusudur. Ardından اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ denilir ki, bu ve bundan sonraki âyetler hayatla çok yakından ilgilidir. Zaten Fatiha, âdeta hep sırat-ı müstakîm etrafında döner durur. Zira o öyle bir yoldur ki, o yolda ifrat ve tefrit yoktur. Cismanî arzular ile ruhanî hazlar fevkalâde bir denge içindedir. Akıl ve kalb, aynı çizgide atbaşıdır.

Eğer doğru yola hidayet talebi bu üç ana esas etrafında örgülenirse mânâ şöyle olacaktır: "Allahım, bizi akidede doğru yola hidayet et. Allahım, bizi ibadet hayatımızda istikamete ulaştır.. ve Allahım, hayat tarzı itibarıyla da bize din yolunu göster."

Görüldüğü gibi bütün Kur'ân'ın ana teması ve ukde-i hayatiyesi olan bu üç esas, Fatiha'da da aynı şekilde âdeta bir ukde-i hayatiye mahiyetinde. Evet, ilâhî hidayet olmazsa ne düşüncede ne ibadette ne de günlük hayatta doğruyu bulmak mümkün değildir. Öyleyse, işe hidayet talebiyle başlamak gerekir. Nitekim Bakara sûresinin mebdei de yine hidayetle memhurdur ki, bunun ruh ve şifresinin هُدًى لِلْمُتَّقِينَ olduğunu söylemek mümkündür.

Fatiha'da istenilen hidayetin Kur'ân'da olduğu ve insanların ister itikat, ister ibadet ve isterse hayat tarzı itibarıyla hidayete ermesi için mutlak surette Kur'ân'a ittiba etmeleri gerektiği hususu gayet veciz bir şekilde ve sadece iki kelimeden müteşekkil bir cümlede ele alınıp sunulmuştur.

Ayrıca Fatiha'daki hidayet talebi ile Bakara sûresindeki هُدًى لِلْمُتَّقِينَ ifadesi arasında çok ciddî bir irtibat vardır. Yani Fatiha'da istenilen mânâ-i masdarî şeklindeki hidayeti, insanlar pratiğe çevirme peşinde olurlarsa işte o zaman Kur'ân'ın tarif ettiği hayat tarzı, kazandırdığı düşünce ve İslâmî üslûp da elde edilmiş olur. Fatiha'da hidayet talebinde bulunanlardır ki, Bakara sûresinde, Kur'ân'ın bir hidayet kaynağı olduğunu ancak onlar hissedip arkasında olabilirler.

Fatiha'da icmâl edilen akide ve ibadet, Bakara sûresinin ilk âyetlerinde de hemen göze çarpar. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, Fatiha sûresinde اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ'tan مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ'e kadar itikat, إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ'de ise ibadet vurgusu yapılır. Bakara sûresinin ilk âyetlerinde de هُدًى لِلْمُتَّقِينَ denildikten sonra müttakilere ait vasıflar dile getirilirken "Onlar gaybe iman ederler, namazlarını dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden de infak ederler."[4] denilmekle Fatiha'daki إِيَّاكَ نَعْبُدُ "Sadece Sana kulluk yaparız." mazmunu hatırlatılır.

Kulluk, bedenî ve malî olmak üzere iki türlü eda edilir. İşte Bakara sûresinde "Namazlarını dosdoğru kılarlar"[5] cümlesiyle bedenî ibadete, "Kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler"[6] ifadesiyle de malî ibadete işarette bulunulur. Böylece Fatiha ile Bakara sûresinin ilk âyetleri arasındaki uyum ve insicam gayet net olarak kendini gösterir.

Burada bu iki ibadetin özellikle zikredilmesi, namaz ve zekâtın temel ibadetlerden olması itibarıyladır. Diğer taraftan Fatiha'daki أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ cümlesinin de "İşte onlar Rabbilerinden bir hidayet üzeredirler ve felâha erenler de işte onlardır."[7] mealindeki âyetle tam bir mutabakatı vardır. Demek oluyor ki Bakara sûresinin ilk beş âyetinde Fatiha'da anlatılanlar yeniden bir kez daha hatırlatılıyor.. ve iki sûre arasındaki insicam ve uyum nazara veriliyor.

Fatiha sûresinin 7. âyetinde "Kendilerine gazap edilmiş olanların ve sapmışların yoluna değil."[8] ifadesinin Bakara sûresindeki mukabili ise إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا ile başlayan ve 20. âyete kadar devam eden bölümün konusu oluyor. Zaten aynı konular daha sonra Yunus sûresine kadar da ele alınır ve tafsilatıyla işlenir. Böylece, bir yönüyle Fatiha'nın, âdeta bütün Kur'ân'la bir bütünlük içinde olduğu görülür ki, böyle bir insicamı sadece Kur'ân'da görebiliriz. Ve Kur'ân, pek çok yönüyle olduğu gibi bu yönüyle de harikulâde mucizevî bir kitaptır.

2. Bakara, Âl-i İmrân ve Nisâ Sûreleri Arasındaki Münasebet

İsterseniz şimdi biraz da Bakara, Âl-i İmrân ve Nisâ sûrelerindeki mutabakat, insicam ve konu vahdeti üzerinde duralım: "Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk edin ki (Allah'ın azabından) korunasınız. O Rab ki, yeri sizin için döşek, göğü de bina yaptı. Gökten su indirdi, onunla size rızık olarak çeşitli ürünler çıkardı. Öyleyse siz de artık bile bile, Allah'a eş-ortak koşmayın."[9]

Görüldüğü gibi âyet evvelâ bütün insanları Allah'a kulluğa ve O'na inanmaya davet ediyor. Onların inanmaları için de, gökte ve yerde ilim, kudret ve irade tecellîlerini gözler önüne seriyor; seriyor aynen bir sinema şeridinde olduğu gibi bir çırpıda ilâhî tasarrufatını temâşâ ettiriyor. Yağmuru nasıl yağdırdığını, otları nasıl bitirdiğini, meyvelere nasıl neşv ü nemâ verdiğini ve her şeyi nasıl insanın imdadına koşturduğunu anlatıyor. Hemen birinci makta'da (kesit) Allah'ın yerde ve gökte olan nimetlerini anlatmaktan maksat, insanları O'na kulluğa davettir. Yani objektifte (hedefte) olan, "kulluk"tur; mücerred olarak nimetlerin serdedilmesi değildir.

Şimdi bu mânâyı hatırımızda tutarak, bundan sonraki ifadelere göz atalım: "Allah, hakikatleri açıklama yolunda bir sivrisineği, hatta daha ötesinde olanı (ondan daha zayıf bir varlığı) misal vermekten çekinmez. İnananlar onun, Rabbi'lerinden bir gerçek olduğunu bilirler. İnkâr edenler ise; Allah bu misalle ne demek istedi der dururlar. (Allah) onunla birçoğunu saptırır ve yine onunla birçoğunu da yola getirir. (Aslında O) onunla sadece fasıkları saptırır."[10]

Âyetin baş kısmında, Cenâb-ı Hakk'ın kudretinden, Kur'ân'dan ve Kur'ân'ın irad ettiği misallerden bahsediliyor. Sonra da bu misallerin nasıl da bazı kâfir ve münafıklar tarafından hafife alınmak istenildiği hususu üzerinde duruluyor. Onun ardından, insanlara, âlem-i ervahta verdikleri bir söz hatırlatılıyor. Bu söz, ahir zamanda gelecek olan Hz. Muhammed'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) inanma ve O'na tâbi olma sözüdür. Fakat ne yazık ki, çokları verdikleri bu sözden dönmüşlerdir/dönmektedirler. Bu hususu şu âyet farklı bir üslûpla hatırlatıyor: "Onlar ki, Allah'a verdikleri sözü nakzeder (bozar)lar."[11]

Evet, onların hayatları sürekli bozgunculuktur. İçtimaî yapıları anarşiye kilitlidir. Evet, onlar evvelâ Allah'la olan akit ve ahidlerini nakzetmişlerdir. Bu da onların içtimaî akitlerine aynen yansımıştır. Onlar fasit bir daire içindedirler ve her fasit daire bir başka fasit daire oluşturmaktadır.

"Allah'ın birleştirilmesini emrettiği şeyi (iman ve akrabalık bağları) kesiverirler ve yeryüzünde sürekli bozgunculuk çıkarırlar."[12] denilmekle buna işaret buyrulur.

Bakara sûresinin ilk âyetleri, çeşitli argümanları kullanarak bize bir karakter analizi yaparlar. Bu analizle çizilen portre, hiss-i selim, akl-ı selim ve kalb-i selimin "Evet" dediği gerçeğin ta kendisidir. Bu portrede arz-ı endam eden karakter, tarihte peygamberleri katleden ve Peygamberimiz devrinde O'na karşı her türlü kötülüğü yapan mütemerrit bir kavmin karakteridir.

Kur'ân'da yer yer tasvir edilen bu karakter, hayata tutkundur. Yaşamayı ve menfaatini çok sever. Şahsî çıkarları adına yapmayacağı hiçbir kötülük yoktur. Ayrıca bunlar peygamber katledecek kadar da hunhardırlar. Dahası Cenâb-ı Hak'la pazarlık yapacak kadar da küstah. Anarşi çıkarmak, toplumu kaosa sürüklemek onların en belirgin vasıflarındandır. Dünyayı bütünüyle kendilerine mâl etmek emelindedirler. Bu emel uğruna kavga vermek, bu mütemerritlerin en önemli hususiyetlerindendir. Unutulmamalıdır ki, o, fırsat buldukça bu karakteristik özelliğini, hususiyle de Müslümanlar aleyhinde her zaman ortaya koyacaktır. Müslümanlar da daha işin başında firaset ve basiretle hareket etme zorundadır.

Evet, Kur'ân'da bazı sûrelerde, bilhassa Bakara sûresinin bazı âyetlerinde ve Kur'ân'dan çok daha sert ifadelerle Eski ve Yeni Ahid gibi Kitab-ı Mukaddes nüshalarında bu karakter tasvir edilir. Bazen bizzat Cenâb-ı Allah tarafından bazen de Hz. Musa ve Hz. İsa (aleyhimesselâm) gibi İsrailî peygamberler tarafından tecrim ve takbih olunan mütemerrit bu karakterin sık sık fesat çıkaracağından ve bu sebeple de böylelerine karşı dikkatli olunması gerektiğinden bazen sarihan bazen de işârî olarak bahsedilir; bahsedilir ve bu karakterin menfî tutumlarına karşı inananlar uyarılır. Tavır almanın şekli bazen sertçe de olabilir. Bazen, zâhiren kerih gibi görünen bu sertlik içinde büyük hayırlar bulunabilir. Nitekim âyette şöyle denilmektedir: "Belki hoşunuza gitmez ama, size kıtal farz kılındı. Bazen hoşlanmadığınız bir şey hakkınızda hayırlı olabilir. Ve hoşlandığınız şey de hakkınızda şer olabilir."[13]

Kader kalemleri Levh-i Mahfuz'da sizin için böyle bir mükellefiyet yazmıştır. Dolayısıyla hakkınızda yazılan bu hüküm mutlaka karşınıza çıkacaktır. Beşerî olarak bu hükmün bütün bütün dışında kalmak imkânsızdır. İçtimaî coğrafya her an yeni yeni hâdiselerle değişip durmaktadır. Durum böyle olunca da bazen kavga kaçınılmaz olur. Bazen de zorba bir milletin ve bir emperyalist gücün milletinize saldırması söz konusu olabilir.

Bu takdirde ırz, namus, haysiyet, mal-mülk, nesil ve nefsin korunması ancak müdafaa ve mukabele ile mümkün olabilir. Bu yönüyle hatta harp bile olsa "hüsün ligayrihi" prensibi içinde o dahi dolaylı bir güzelliğe sahiptir. Doğrudan hakikî güzele ulaşılamadığı yer ve zamanlarda dolaylı olarak güzele ulaşmak ve her zaman hayır peşinde olmak önemli bir hâdisedir.

İşte bazen muharebeler bu yolla da olabilir. Kur'ân-ı Kerim, haksızlığa maruz kalmışların cihad etme mecburiyetinde olduklarını çeşitli yerlerde ve çeşitli vesilelerle ele alır. Bakara sûresinde de bu tür âyetler vardır. Aslında bu sûrede daha pek çok içtimaî meselelere temas edilir. Ancak teker teker bu meseleler üzerinde durmak bu kitap çerçevesini aşan bir konudur. Onun için biz bu sûre ile ilgili kuşbakışı seyahatimizi burada noktalayıp Âl-i İmrân sûresinin önceki sûrelerle olan münasebetine intikal etmek istiyoruz.

Bakara sûresinin ilk âyetleri ile Âl-i İmran sûresinin ilk âyetleri ciddî bir tenasüp arz etmektedir. Zaten pek çok defa söylediğimiz gibi, Kur'ân'ın bütün sûreleri birbiriyle hemâhenktir. Ne var ki, adı geçen iki sûre arasındaki tenasüp çok daha belirgin ve çok daha çarpıcıdır.

Bakara sûresi: "Elif Lâm Mîm. İşte o kitap: kendisinde hiç şüphe yoktur; müttakiler için yol göstericidir."[14] mealindeki âyetlerle başladığı gibi, Âl-i İmran sûresi de: "Elif Lâm Mîm. O Allah ki, O'ndan başka ilâh yoktur, O daima Hayy ve Kayyum'dur. Sana kitabı hak ile ve kendinden öncekini de tasdik edici olarak indiren O'dur."[15] âyetleriyle başlamaktadır. Hiçbir tevil ve tefsire ihtiyaç duyulmayacak şekilde aradaki tenasüp apaçık görülmektedir.

Şimdi hafızamızı yoklayalım ve Bakara sûresinin ilk 20 âyetinin muhtevasını hatırlamaya çalışalım. Orada müttakilerden, kâfirlerden ve münafıklardan bahsediliyordu. Âl-i İmrân'da ise müttakilerin, kâfir ve münafıklara karşı cihada çağrılması üzerinde duruluyor. Bu tasnif de, yine iki sûre arasında muhtevadaki tenasübü işaretlemektedir.

Âl-i İmrân'da genişçe Uhud Savaşı ile ilgili malumat verilir. Bu, Bakara sûresindeki mücerred ifadeleri bir anlamda müşahhaslaştırmak demektir. Uhud'da müttakiler vardır, münafıklar vardır, bir de kâfirler vardır. Demek ki, buradaki anlatımda da yukarıdaki tenasübe riayet edilmiştir. Diğer taraftan, Bakara sûresinde icmâlle anlatılan bazı meseleler Âl-i İmrân'da tafsil edilmektedir. Ve yine tenasüp, yine tenasüp, yine tenasüp

Bakara ve Âl-i İmrân sûrelerindeki insicamı aynıyla Nisâ sûresinde görmek de mümkündür. Zaten bu tertip ve tenasüp Kur'ân'ın her tarafında mevcuttur. Evet, Fatiha'daki "Ancak Sana ibadet ederiz."[16] âyeti ile Bakara sûresindeki "Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk edin."[17] âyetleri arasındaki insicamı daha önce icmâlen anlatıldığı şekliyle hafızalarınızda canlandırın; her şeyi siz de gayet net olarak göreceksiniz.

Evet, Fatiha sûresindeki ubûdiyet vurgulaması, Bakara sûresinde onun neden ve niçinleri cevaplandırılarak yeniden ele alınır.. ve "O (Rab) ki, yeri sizin için döşek, göğü de bina yaptı. Gökten su indirdi, onunla size rızık olarak çeşitli ürünler çıkardı. Öyleyse siz de artık bile bile Allah'a eşler, ortaklar koşmayın."[18] denilerek insanlar kulluğa ve tevhide davet edilir.

Nisâ sûresinde de söze, hitap sigası dahi değişmeden يَۤا أَيُّهَا النَّاسُ "Ey insanlar!" denilerek başlanıyor, Fatiha ve Bakara sûrelerinde dikkat çekilen kulluk burada daha tafsilatlı bir şekilde ele alınıyor ve şöyle deniliyor: "Ey insanlar, sizi bir tek nefisten (nefes alan candan) yaratan ve ondan eşini yaratıp ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üreten Rabbinizden korkun, adına birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah'tan ve akrabalık (bağlarını koparmak)tan sakının. Şüphesiz Allah, sizin üzerinizde gözetleyicidir."[19]

Dikkat edilecek olursa, bu âyetler arasındaki insicam da hiçbir yoruma ihtiyaç bırakmayacak şekilde gayet açık ve net olarak görülmektedir. Evvelâ, bu farklı sûrelerin hepsinde önce kulluğa dikkat çekiliyor. İkincisi, âyetler bir şifre gibi aynı hitap sigası ile başlıyor. Üçüncüsü, birinde icmâlen ele alınan takva diğerinde tafsilatıyla işleniyor. Dördüncüsü, birinde "Ey insanlar!" denilerek mutlak bırakılan hitap, diğerinde "O Allah ki, sizi bir erkek ve dişiden yarattı. Sonra sizi peyderpey onlardan üretip çoğalttı." demek suretiyle bir açılıma geçiliyor.

Burada sûreler arasındaki âhenk ve insicama şöyle bir misal de verebiliriz: Bakara sûresinde, "Onlar ki, söz verip bağlılık vaadinde bulunduktan sonra Allah'a verdikleri ahdi bozar ve Allah'ın birleştirilmesini emrettiği şeyi keser koparır; yeryüzünde de bozgunculuk çıkarırlar."[20] deniliyor. Mâide sûresinin ilk âyetinde ise "Ey iman edenler! Yaptığınız akitleri yerine getirin "[21] ifadesi yer alır ki, bu iki âyet arasındaki insicamı görmek ve göstermek için herhangi bir yoruma da ihtiyaç kalmaz; kalmaz çünkü bu âyetlerde sanki birbirinin devamı gibi bir durum söz konusudur. Öyle ki araya yüzlerce âyet girmiş olmasına rağmen insicamda zerre kadar bir aksaklık söz konusu değildir.

Bakara sûre-i celilesi, münafıklarla ilgili oldukça ilginç tipler ve karakterler ortaya koyduktan sonra, sözü o yegâne yaratıcı, her şeyi tanzim edici Sonsuz Kudret ve İrade'ye getirir; sonra da şöyle devam eder: هُوَ الَّذِي خَلَقَ لَكُمْ مَا فِي الْأَرْضِ جَمِيعًا ثُمَّ اسْتَوٰۤى إِلَى السَّمَۤاءِ فَسَوَّاهُنَّ سَبْعَ سَمَوَاتٍ وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ "O (Allah) ki, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yarattı. Sonra da iradesini göğe tevcih etti. Onları yedi gök olarak düzenledi. O, her şeyi bilendir."[22]

Görüldüğü gibi burada âyet هُوَ "O" ile başlıyor. En'âm sûresi de Kur'ân'da هُوَ lafzının en fazla geçtiği sûredir. Biz burada sadece onlardan birkaçını zikrederek, Bakara sûresinin bu âyetiyle En'âm sûresinden alıp aktaracağımız âyetler arasındaki insicamın korunduğunu görmeye çalışalım:

هُوَ الَّذِي خَلَقَكُمْ مِنْ طِينٍ "O (Allah) ki, sizi çamurdan yarattı."[23] Evet siz, menşe itibarıyla bir çamur idiniz. Sonra Allah (celle celâluhu) sizi o çamurdan insan sûret, mânâ ve mahiyetine yükseltti.

وَهُوَ الَّذِي يَتَوَفَّاكُمْ بِاللَّيْلِ "O (Allah) ki, gece uyku hâlinde sizi vefat ettirir."[24] Bu vefat ile size istirahatınızı temin etme imkânı verir.

وَهُوَ الَّذِي جَعَلَكُمْ خَلَۤائِفَ الْأَرْضِ وَرَفَعَ بَعْضَكُمْ فَوْقَ بَعْضٍ دَرَجَاتٍ لِيَبْلُوَكُمْ فِي مَۤا اٰتَاكُمْ "Sizi yeryüzünün halifeleri yapan, sonra size verdiği şeylerde sizi denemek için kiminizi kiminizden derecelerle üstün kılan O'dur."[25]

Halife olarak siz, Allah'ın iradesiyle kâinatına müdahale etme salahiyetini elde edip O'nun hesabına yerin tımarına, bağ ve bahçelerin ıslahına, ağaçların aşılanmasına müdahalede bulunduğunuz gibi aile, toplum ve devlet işlerini de O'nun iradesine göre tanzim edersiniz. Evet siz, yeryüzünde O'nun halifesi ve matmah-ı nazarısınız...

Bakara ve En'âm sûrelerinde bu âyetlerin uzun uzun izahı yapılmaktadır. Latîf bir tertip içinde En'âm sûresine kadar bütün sûreleri göz önünde tutmayan bir Zât'ın, bu insicam içinde ve bu keyfiyette söz söylemesi imkânsızdır. Bu itibarla da görünen insicam ve müşâhede edilen âhenk, beşer ifade gücünün çok çok üstünde ve mucizedir.

Yaratılış hakikatini ele alan âyetlerin, farklı bir üslûpla, farklı sûrelerde, ama tek bir cümle insicamı içinde ifade edilişi de yine baştan beri söylediğimiz hususu destekleyen bir çizgide cereyan etmektedir. Bu âyetler, hem içinde bulunduğu sûrenin siyak ve sibakına uyum sağlamakta hem de kendinden önceki ya da sonraki sûrelerde yer alan âyetlerle sımsıkı bir uyum içinde bulunmaktadır.

Evet, insanın yaratılışı ve meleklerin secdesiyle tekrim edilişini anlatan âyetler, ilginç bir insicamı ortaya koyuyor. Bakara sûresinin "Hani meleklere, Âdem'e secde edin dedik de (onlar) secde ettiler. Ancak İblis secde etmedi."[26] âyeti, A'râf sûresinin 11. âyetinden itibaren uzun uzadıya tefsir ediliyor. Hâdisenin ehemmiyetine binaendir ki, Kur'ân bu hususa fasıl fasıl yer verir ve insanın nazarını bu hakikate çeker. Aslında, Kur'ân'ın genel yapısında bazı önemli hâdiseleri bu şekilde fasıl fasıl nazara verdiğine sık sık rastlamak mümkündür. İşte A'râf sûresinin mevzu ile ilgili âyeti: وَلَقَدْ خَلَقْنَاكُمْ ثُمَّ صَوَّرْنَاكُمْ ثُمَّ قُلْنَا لِلْمَلَۤائِكَةِ اسْجُدُوا لِاٰدَمَ فَسَجَدُۤوا إِلَّا إِبْلِيسَ لَمْ يَكُنْ مِنَ السَّاجِدِينَ "Sizi Biz yarattık, sonra size şekil verdik. Peşinden de meleklere: 'Haydi, tazimde bulunun Adem'e!' dedik. Onların hepsi hemen secde ettiler, yalnız İblis dayattı.. ve secde edenlerden olmadı."[27]

Görüldüğü gibi burada da iki âyet arasında tam bir mutabakat söz konusu. Öyle ki insan ciddî bir tefekkürle bu âyetleri takip ettiğinde, Kur'ân'da mevcut olan insicamı ve tertibe ait temel doneleri hemen görebilir. A'râf sûresi, yaratma hâdisesine temas ettikten sonra sözü yine malum mütemerritlere getirir ve önceki sûrelerin ilgili âyetlerine göndermelerde bulunur. Bu da yine sık sık temas edildiği gibi Kur'ân'ın insicamından sesler ve soluklardır.

Âyetler ve sûreler arasındaki bu baş döndürücü âhenk ve insicama delil olabilecek çapta pek çok misal irad etmek mümkündür. Nitekim daha önce bunlardan bir kısmına temas edilmişti. Şimdi dönüp önemli gördüğümüz bir başka hususu arz etmek istiyoruz:

Bakara sûresinde, Peygamber Efendimiz dönemine kadar ve o dönemde sergilediği negatif yönleriyle analizi yapılan mütemerrit karakter ve müfsit tiple alâkalı, bilhassa onun yeryüzünde fitne ve fesat çıkarma ve bu yolla insanlığı çeşitli içtimaî çalkantılara maruz bırakma hususiyeti üzerinde detaylı malumat vardır. Yine Bakara sûresinde üzerinde durulan meselelerden biri de, bu içtimaî çalkantılar esnasında Müslümana önemli işler ve vazifeler düşeceği gerçeğidir. Yani Müslümanın "i'lâ-yı kelimetullah" uğruna kâfir, münafık ve onların Ehl-i Kitap'tan yandaşlarıyla münasebetlerinde yapması gereken fedakârlıklardan kaçınmamasıdır ki, bunun İslâm terminolojisindeki adı cihaddır.

Efendimiz'e yer yer bu mesele etrafında sorular yöneltildiği, yine Bakara sûresinin bazı âyetlerinde ifade edilmiştir. Ezcümle: "Sana haram ayından, onda savaştan soruyorlar. De ki: Onda savaş, büyük bir günahtır. Fakat Allah yolunda bulunmaya engel olmak, Allah'a ve Mescid-i Haram'a karşı kâfirce tavır almak, halkını ondan (Mekke'den) sürüp çıkarmak, Allah yanında daha büyük bir günahtır."[28] âyetinde bu gayet sarih olarak ifade edilir.

Enfâl sûresinde ise aynı malzeme kullanılır ve Bakara sûresinde harpten sual edilmesine bedel, burada harbin neticesinde kazanılan ganimetlerden ve ganimet taksiminden sual edildiği hususu üzerinde durulur.[29]

Şimdi, şu iki âyet arasındaki insicamın baş döndürücü âhengine bakın ki, iki âyet arasına giren yüzlerce âyet, bunların arasında örgülenen nizam ve intizama zerre kadar zarar vermiyor.

Hâsılı, Kur'ân-ı Kerim baştan sona ve derinlemesine tetkik edilip incelense, beşer karihasının üstesinden gelmesi imkânsız bir ölçüde onda müthiş bir âhenk ve insicamın var olduğu görülür. Kur'ân'ın en kısa sûresinden en uzun sûresine kadar her tarafında, sûrelerin kendi içindeki insicamı yanında, baştan beri ifade etmeye çalıştığımız gibi bütün sûrelerin birbiriyle olan münasebeti içinde de aynı insicamı görmek mümkündür. Hatta buna "mümkündür" demenin yerine "vâkıadır" demek daha uygun düşecektir. Zaten her sûre sanki bütün Kur'ân'ın bir özeti, bir hulâsasıdır. Durum böyle olunca da aradaki insicam onun yapı ve tabiatının gereği demektir.

Müfessirler ve diğer İslâm âlimleri bu mesele üzerinde ittifak içindedirler ve şöyle derler: Bütün Kur'ân Bakara sûresinde, Bakara sûresi Fatiha'da, o da besmelede mündemiçtir.[30] Mademki realite budur; elbette baştan sona Kur'ân'ı tek bir cümle insicamı içinde değerlendirmek mümkün demektir.

[1] Bkz.: el-Mevsûatü'l-fıkhiyye 8/83-86.
[2] Bakara sûresi, 2/3.
[3] Fâtiha sûresi, 1/5.
[4] Bakara sûresi, 2/3.
[5] Bakara sûresi, 2/3.
[6] Bakara sûresi, 2/3.
[7] Bakara sûresi, 2/5.
[8] Fâtiha sûresi, 1/7.
[9] Bakara sûresi, 2/21-22.
[10] Bakara sûresi, 2/26.
[11] Bakara sûresi, 2/27.
[12] Bakara sûresi, 2/27.
[13] Bakara sûresi, 2/216.
[14] Bakara sûresi, 2/1-2.
[15] Âl-i İmrân sûresi, 3/1-3.
[16] Fâtiha sûresi, 1/5.
[17] Bakara sûresi, 2/21.
[18] Bakara sûresi, 2/22.
[19] Nisâ sûresi, 4/1.
[20] Bakara sûresi, 2/27.
[21] Mâide sûresi, 5/1.
[22] Bakara sûresi, 2/29.
[23] En'âm sûresi, 6/2.
[24] En'âm sûresi, 6/60.
[25] En'âm sûresi, 6/165.
[26] Bakara sûresi, 2/34.
[27] A'râf sûresi, 7/11.
[28] Bakara sûresi, 2/217.
[29] Bkz.: Enfâl sûresi, 8/1.
[30] Bkz.: es-Suyûtî, el-İtkân 2/425; Aliyyülkârî, Mirkâtü'l-mefâtîh 5/15; el-Âlûsî, Rûhu'l-meânî 1/39.