Kur'ân'ın maksatlarını ifadedeki harikulâdelik

Şimdi de bu hususla alâkalı bazı misaller irad etmeye çalışalım:

فَاصْدَعْ بِمَا تُؤْمَرُ وَأَعْرِضْ عَنِ الْمُشْرِكِينَ "O hâlde sen, emrolunduğun şeyi açıkça söyle ve müşriklerden yüz çevir (ve onların deyip ettiklerine aldırma)." (Hicr sûresi, 15/94)

Elbette âyetin sadece mealine bakıldığında bahis konusu edilen mucizeliği hemen sezmek mümkün değildir. Onun için burada önce âyetin Efendimiz'e hitaben ne demek istediğini kısaca arz etmekte yarar var. Kullanılan malzemenin keyfiyeti, daha sonraki bir konu.

Evet, âyet sanki Efendimiz'e şöyle demektedir: "Artık hak ve hakikati topluluklara apaçık ve doğrudan doğruya anlat." Bu ifadeden anlıyoruz ki, daha önceleri bir sırriyet ve ketûmiyet dönemi yaşanmıştır. O dönemde hak ve hakikatin diline bir mânâda kilit vurulmak istenmiş, tebliğ ve irşadın aleni yapılması engellenmiş ve İslâm'ın sesi soluğu kesilmeye çalışılmıştır. Bu yüzden de onun âvâz-ı bülendi, istenen ölçüde çıkmamış, daha doğrusu duyulmamıştır. Ancak bir süre sonra öyle bir dönem gelmiştir ki ruhlarda, yüreklerde ve sinelerde magmalaşan imanı artık baskı altında tutmanın imkânı kalmamıştır; kalmamıştır ve tebliğin açıktan yapılması mevsimi gelmiştir. Mademki tebliğin açıktan yapılmasına ilâhî müsaade çıkmıştır, öyleyse ses ve sada da davanın büyüklük ve azametiyle orantılı olmalıdır.

İşte âyet bütün bu mânâları tek kelime ile, فَاصْدَعْ "(Kafalarını çatlatırcasına) anlat!" beyanıyla ifade etmektedir. صَدْع kelimesinin karakteristik yapısı ve mûsıkîsi âyetin ifade ettiği mânâya tam mutabıktır. Zira bu kelimeyle şu mânâlar nazara verilmektedir: Bir şeyi yarmak, yarıp çıkarmak, bir şeyi açıktan söylemek, halkın içinde hakikatleri açık açık haykırmak, kayyim gibi bir meselenin başına dikilip hâkimiyetini ilan etmek ve kafaların içine sokarcasına anlatmak. صَدْع kelimesinde ayrıca ağırlık, ciddiyet ve vakar mânâları da vardır. Evet, فَاصْدَعْ emrinde bütün bu mânâlar göz önüne alınmış ve bu kelime buraya özellikle seçilerek konulmuştur.

Âyette dikkat edilmesi gereken diğer bir husus da, بِمَا تُؤْمَرُ "Emrolunduğun şeyi" ifadesidir. Belki sen, kendine ait şeyleri anlatmada sıkılır, pasif davranır, hatta müsamaha edalı bir ihmalde bulunabilirsin. Ama sana emrolunanlar, Allah'ın vahyi olan Kur'ân âyetleridir. Bu sebeple, emre itaatteki inceliğin gereği Allah'ın emrettiğini, sen de onlara emredip anlatmalısın.

Âyetin ifadesindeki derinlik ve üslûbundaki ihtişama bakın ki bedevi bir şair, Müslüman olmadığı hâlde bu âyeti duyar duymaz secdeye kapanır. Etrafındakiler büyük bir şaşkınlıkla yanına gelip ona "Yoksa Müslüman mı oldun?" diye sorarlar. O ise: "Hayır! Ben bu âyetin belâgatine secde ettim." der.[1] Yani bu, âdeta beni çepeçevre kuşattı ve sesimi soluğumu kesti; zira bu kadar derin hakikatleri iki kelime ile ifade etmek bir beşer için mümkün değildir. Bu yüzden ben de, ifadedeki bu ihtişam ve saltanata secde ettim.

Âyet, "Müşriklerden yüz çevir, onlara aldırma!" diyerek devam ediyor. Artık sen kendi yolunu takip et. Hakikatleri kendi üslûbunla anlat. Yarasaları kendi başlarına bırak, onların küfür ve dalâletleriyle meşgul olma. Sen, nur ve aydınlık yolun yolcususun. Zulümatlı ve zulümlü yollardan uzak dur. Kur'ân'ın derinliğine uygun bir üslûp ve eda ile sana emrolunanları tam bir cesaretle tebliğ et.

İşte Kur'ân-ı Kerim bütün bu mânâları tek bir cümleye, hatta tek bir kelimeye sığdırmış ve bununla da mucizeliğini herkese ilan etmiştir. Azıcık belâgat ve fesahatten anlayan her insan, aslında o bedevi Arap gibi secdeye kapanıp Kur'ân'ın mucizeliğini kabul etme mecburiyetinde kalacaktır ama onun bu inceliklerinin duyurulmasına ihtiyaç vardır.

[1] Bkz.: es-Suyûtî, el-İtkân 2/149; el-Âlûsî, Rûhu'l-meânî 14/86.