Kur'an'ın üslubundaki mucizelik

Kur'ân-ı Kerim'in tertip ve düzeni, âhenk ve insicamı, onun mucizevî buudlarından bir kısmını teşkil ettiği gibi, ifade tarzı ve anlatım keyfiyeti de beşer idrakini aşan, insan kudretini âciz bırakan onun bir başka mucizevî buudunu teşkil etmektedir. İsterseniz şimdi bu mücerred fikrimizi bir-iki misalle müşahhaslaştırmaya çalışalım:

Kur'ân-ı Kerim, 23 sene zarfında, değişik olaylar, durumlar, muhataplar karşısında, parça parça olarak ve peyderpey inmesine rağmen onun sûreleri, âyetleri ve hatta kelimeleri arasında birbirine zıt düşen, birbirinin âhengini bozan tek bir ifade, tek bir cümle bulmak mümkün değildir. Bir solukta söylenmiş şiir gibidir âdeta onun bütünü. Bu ise ancak, 23 seneyi bir "an" gibi gören.. geçmişi bugünle, bugünü de yarınla bir arada nazara alan.. hâsılı, zamandan ve mekândan münezzeh bir Zât'ın kelâmı olmakla açıklanabilir.

Her ilim ve fennin kendine göre bir terminolojisi, bir üslûbu, bir ifade tarzı ve bir dili vardır. O ilim ve fen, ihtiva ettiği mevzu ve konuları kendine has bu dil ve bu üslûpla ifade eder. Bu açıdan hukuk diliyle şiir ve edebiyat dili arasında, onunla mühendislik dili arasında mutlaka bir kısım farklılıklar vardır ve olacaktır. Meselâ, hukuk dili kesinlik ve netlik gerektirir. Meseleler gayet geniş ve teferruatlı anlatılır. Hangi suça hangi oranda ve ne ceza verileceği mutlaka açık açık ifadeye dökülür. Yoksa en küçük bir yanlışlık ve iltibas, hukukun ana prensibi olan adalete gölge düşürür ve haksızlığa sebep olabilir. Meseleye bu zaviyeden yaklaşacak olursak, şöyle bir değerlendirme yapmamız mümkündür:

Kur'ân-ı Kerim'in özelliklerinden biri de, onun bir hukuk kitabı oluşudur. Kur'ân'da ahkâmla ilgili yüzlerce âyet vardır. Ancak Kur'ân'ı, yüzde yüz haklılık ve isabetlilik özelliğinin yanında diğer hukuk kitaplarından ayıran önemli bir husus da, bu bapta onun kullandığı üslûp keyfiyetidir. Kur'ân bu âyetlerde de muhtevası değişik diğer âyetlerdeki üslûp ve ifade tarzını kullanır. Ama yine de konunun tamamiyetine ve bütünlüğüne zerre kadar halel gelmez. Vecizdir Kur'ân-ı Kerim; anlatımı da gayet özlüdür. Ancak aynı zamanda Kur'ân'ın ifadelerinde insanı hayrete düşürecek ölçüde bir zenginlik mevcuttur.

Meselâ, miras âyetini ele alalım. Esasen miras, fıkıh kitaplarında ciltler dolusu malumatla anlatılan bir meseledir veya meseleler mecmuasıdır. Hâlbuki Kur'ân, bu uzun ve muğlak konuyu beş-on satırda hem de hiçbir eksik yan bırakmadan öyle bir üslûpla anlatıp takdim etmiştir ki, dahası olamaz. Sadece anlatmakla da kalmamış, anlattıklarını edebî bir dille ve şiirimsi bir âhenkle ortaya koymuştur.

Bu tür muhtevalı anlatımlar esasen erbabınca birkaç kere okunsa sıkıntı verir ve okumada da devamlılık ve süreklilik çok zor olur. Hâlbuki Kur'ân'daki bütün ahkâm âyeti yüzlerce, binlerce defa okunmakta ve onları okuyanlar zerrece bir bıkkınlık ve usanma hissetmemektedirler. Bu da yine Kur'ân'ın mucizevî yönlerinden birini teşkil etmektedir ve hiçbir beşer kelâmının bu konuda Kur'ân'a benzemesi ve hele onunla boy ölçüşmesi mümkün değil demektir.

Kur'ân ilk nazil olduğunda, karşısında farklı bir kültür ve medeniyet buldu. Ancak o, hiç çocukluk dönemini geçirmedi ve kekeleme nedir bilmedi. Yani ekmeğe "mama" demedi. İptida ile geldi, fakat meseleleri en müntehiyâne bir üslûpla ortaya koydu. Evet, o yeni bir filizdi, ama asırlık çınarlar kadar muhteşem ve çalımlıydı. Ve kendini kabul ettirirken de bu şekliyle kabul ettiriyordu. O, Arap edebiyatının sesini soluğunu kesen öyle bir üslûpla doğdu ki, birden hepsinin önüne geçerek onlara kudve ve imam oldu. Bundan böyle şairler onu taklit edebildikleri nispette güçlü kabul edilecekti. Evet, Kur'ân âdeta edebiyatı teslim almıştı. Şair ve ediplere düşen de, onun karşısında serfürû ve inkıyat etmekti. Özetle, Kur'ân muhteşemdi ve şairler de ona teslim olmuştu.

İşte Kur'ân'ın ifade ve üslûbundaki çarpıcılığı böyle bir perspektiften bakarak değerlendirmek gerekir. Aksi hâlde, onun büyüklüğüne kapalı kalmak bizim karartılmış kaderimiz olur.

Şimdi bu noktadan çıkış yaparak Kur'ân'daki örneklerden birkaçına bakmaya çalışalım. Bu misallerin hemen hepsi, Arap Yarımadası'nda yaşayan insanların tasavvur ve hayal dünyalarının çok ötesinde gerçekleşmiş şeylerdir. Kur'ân'ın sadece bu özelliği bile, onun Allah kelâmı olduğuna açık bir delildir. Zira o muhitte büyümüş, yetişmiş bir insanın, biraz sonra arz edeceğimiz misallere benzer temsiller getirmesi imkânsızdır.

Ayrıca nazara alınması gereken diğer bir husus da şudur: Sahrada yaşayan insanların hayatları beş-on kelime etrafında dönüp durmaktadır. Bunların hayat standartları medeni bir dünyayı ve böyle bir dünyanın standartlarını kavramaya müsait değildi. Hâlbuki Kur'ân'da yapılan tasvirlerin pek çoğunda mükemmel bir dünya canlandırılıyordu. Hem de kullanılan ifadeler gayet yerindeydi, mübalağadan arındırılmıştı ve gerçekleri olduğu gibi yansıtıyordu.

Diğer taraftan Kur'ân'da, korkutan, ürperten, insanların gönlünü hoplatan bir kısım tasvirlere de yer veriliyordu ki, bu tür tasvirlerde kullanılan üslûp konuyla fevkalâde bir bütünlük içindeydi ve okuyanların gönlünde ürperti hâsıl ediyordu.

İsterseniz şimdi Nur sûresinden bir misalle konuyu müşahhaslaştırmaya çalışalım. Sonra da sırasıyla yukarıda saydığımız özelliklere ait misalleri arz edelim:

Nur sûresinin 39. âyetinde şöyle deniliyor: "İnkâr edenler(e gelince): Onların işleri, düz arazideki serap gibidir. Susayan onu su sanır, fakat yanına gelince hiçbir şey olmadığını anlar ve yanında Allah'ı bulur; Allah onun hesabını tastamam görür, evet O, hesabı çabuk görendir."

Âyet, küfür içine düşmüş bocalayan bir insanın hayatını ve tasavvurlarını dile getiriyor. Dünyada devamlı surette kuruntular arkasında koşan, dünyevî yarınlarını iyi etme düşüncesiyle bütün bir hayat boyu çırpınıp duran ama neticede perişaniyetin pençesine düşen bir kâfirin zavallı akıbetidir bu. Ebed için yaratılan, ebedden ve ebedî Zât'tan başka hiçbir şeyle tatmin olamayan zavallı insan böylece fenâ bulup gidecektir. Onun bütün çırpınışları hiçi aramaktan farksızdır.

İşte kâfir böyle bir neticenin tâli'siz yolcusudur. O, işte böyle yorgun, bitkin ve de sefil bir hâlde hayat yolculuğunu devam ettirirken bir gün ömür şeridi kopacak, o da aniden Mevlâ'nın gazabıyla ve şiddetli bir hesapla karşı karşıya kalacaktır. İşte Kur'ân-ı Kerim, kâfirin bu durumunu tablolaştırırken öyle malzemeler kullanıyor ki, biz Kur'ân'ın kullandığı kelimeler arasında o kâfirin perişan vaziyetinin resmedildiğini görüyor gibi oluyoruz.

Evvelâ, çölde yaşayan insanın anlayabileceği bir teşbih ve tasvirle meseleye giriş yapıyor. Serap, hiç bitki örtüsü bulunmayan çorak yerlerde, çölde sıcak ve ışığın tesiriyle ilerde, yakında veya ufukta su ya da yeşillik varmış gibi görünme hâdisesidir. Çöldeki insan bu tür görüntülerle sık sık karşılaşır ki, Kur'ân kâfirin duygu ve düşüncelerini onunla resmediyor.

"Susayan onu su sanır" ifadesi, tasviri daha da derinleştirir. Serabı gören herhangi bir insan değil, özellikle susamış insandır. İşte böyle bir insan, susuzluğun canına tak ettiği bir demde su zannettiği serabın peşinden koşar, ama "Yanına gelince onun hiçbir şey olmadığını anlar." Bu tasvir, onun hayat karelerinin bütününü ele veren görüntülerdir. O, her defasında suyu buldum zannedecek, koşup yorulacak ama sadece bir hiçle karşılaşacaktır. Bu iş o kadar sürüp gidecektir ki, o insan Allah'ın huzuruna da dünyada yaşadığı bu şekille varacaktır. Zira hadis diye rivayet edilen bir sözde, "Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz ve nasıl ölürseniz öyle haşrolursunuz."[1] buyrulmaktadır.

Evet, kâfir işte böyle durmadan serap kovalayan bir zavallıdır. Bu hâliyle o, değil hayallerinin bütününü bulmak, onların en küçüğünü dahi elde edemeyecek ve hayalleri bir bir serap olup onun önünden kaçacaktır. Hâlbuki insan, yeryüzüne Allah'ı bulmak için gönderilmiştir. Ama sanki kâfir bu hayatî neticeyi ahirete bırakmış gibidir. Onun için de o, ahirette Cenâb-ı Hakk'ı, lütfuyla değil kahrıyla bulacaktır. Allah da ona göre hesabını görecektir.

İşte her seviyeden insana kendini dikkatle takip ettirecek net, kesin ama muhayyilenin cevelanına da mâni olmayan, abartısız fakat çarpıcı ve etkileyici bir tasvir ve temsilin eşsiz örnekleri.! Biz böyle bir tasvir karşısında içimiz dolu dolu: "Ey Kur'ân, sen ancak Allah kelâmı ve bir mucize olabilirsin!" diyor ve inançla soluklanıyoruz.

Şimdi bir de Kur'ân'da, kâfirin genel durumunu aksettiren şu tasvire bakın: "Yahut o kâfirlerin duygu, düşünce ve davranışları derin bir denizdeki yoğun karanlıklara benzer. Öyle bir deniz ki, onu, dalga üstüne dalga kaplamakta Üstünde de koyu bulut.. ve üst üste binmiş karanlıklar İçinde bulunan insan, elini uzatsa, neredeyse kendi elini bile göremiyor. Öyle ya Allah birine nur vermezse artık onun için ışık olamaz."[2]

İşte böylesine karanlık ve vahşet içindedir kâfir. Üstad Bediüzzaman Hazretleri eserlerinde kâfirin bütün kâinatı nasıl kapkaranlık gördüğünü ve buna sebep olan âmilleri derin bir tetkik ve tahlile tâbi tutar. Küfrün kaybettirdikleri ile iman ve mârifetin kazandırdıklarını salahiyetli bir kalemden öğrenmek isteyenler, mutlaka o eserlere müracaat etmelidirler.[3]

Evet, insanın gözünde iman gözlüğü, kalbinde iman nuru olmaz, o da eşya ve hâdiselere iman nuruyla bakamazsa onun göreceği sadece birbiri üstüne yığılmış karanlıklar olacaktır. Onun altında kendisini tehdit eden korkunç dalgalar, o dalganın üstünde yine dalgalar.. ve üstünde insanın canını gırtlağına getirecek, onu bunaltacak zifiri karanlıklar.

Kur'ân'da yer alan bu tür tasvirler o günkü Arabın aklının köşesinden bile geçiremeyeceği orijinalliğe sahiptir. Zira Arap Yarımadası'nda yaşayanların Kur'ân'da tasvir edilen bu ölü dalgaları bilmeleri imkânsızdır. Çünkü bu dalgalar ancak büyük okyanuslarda görülmektedir. Şöyle ki, denizin üstünde olduğu gibi altında da dağlar cesametinde dalgalar mevcuttur. Kızıldeniz kenarında veya hiç suyun bulunmadığı bir çölde yaşayanlara bu tasviri anlatmak bile çok müşkil olsa gerek. Nerede kaldı ki onlardan biri bu tasviri yapabilmiş olsun. Zaten, adına ölü dalgalar denilen denizaltı dalgalarını, çok daha sonraları büyük okyanuslarda araştırma yapanlar keşfedebilmişlerdi.

Bu enfes tasvirler, Kur'ân'ın hayat ve kâinatın içine vâkıf olduğunu gösterir ki, o da, kâinatı tek bir nokta gibi gören ve bilen bir Zât'ın kelâmı olmakla izah edilebilir.

Şimdi gelin, bir de bu tasvirin, kâfirin ruh hâlini aksettirmedeki gücüne bakın: Kâfir, dünyası kapkaranlık bir insandır. Bir de o, adım adım ölüme doğru sürüklenmektedir. Hâlbuki ölüm, onun için bir hiçlik, bir yokluk demektir. Tabiî kabir de yılanların, çıyanların, akreplerin yuvalandığı bir zindandır. Bütün bunlarla beraber o, bütün yakınlarından, maziden ve istikbalden kopmuş ve böylece de çökmüş bir ruh hâleti içindedir. Yer, onu yutmakla tehdit etmekte.. mazi, onun için büyük bir mezar görünümünde.. istikbal ise onu hiçlik gayyasına çekmekte... Evet, kâfir öylesi bir karanlıklar anaforuna kapılmıştır ki, elini çıkarsa kendi elini dahi göremeyecektir.

Şimdi soruyoruz: Hayatında bir kere dahi olsun okyanuslara açılmamış, oralardaki ölü dalgaları müşâhede etmemiş, İskandinav ülkelerinde olduğu gibi, aylarca süren karanlık günleri bir mevsimlik dahi olsa yaşamamış olan bir insanın böyle bir tasvire gücü yetebilir mi? Asla. Öyleyse bu tasvir ve bu tasvirdeki güç Peygamber Efendimiz'in şahsına izafe edilemez. Ve yine öyleyse bu kelâm, Cenâb-ı Hak'tan başkasının olamaz.. evet, o, Allah kelâmıdır; mucize olduğu da gayet açıktır.

A. Kur'ân'da bağ-bahçe tasvirleri ve bunun mucizelik yönü

Kur'ân'ın, temsil getirmedeki mucizeliğini ifade eden bağ-bahçe misalleri de üzerinde durulmaya değer.

Evet, Kur'ân-ı Kerim'de bağ ve bahçe tasvirleri sıkça yer alır. Hâlbuki Kur'ân'da yer alan bu tasvirlerin pek çoğunu Arap Yarımadası'nda müşâhede etme imkânı yoktur. Zira bu tür bağ ve bahçeler Arap Yarımadası'nda bulunmamaktadır. Öyleyse bu tasvirleri, Arabistan'da doğmuş, büyümüş, yaşamış ve irtihâl-i dâr-ı bekâ etmiş ve bu arada, dünyanın bu tasvirleri canlı olarak gösterecek yerlerine hiç seyahat etmemiş bir Zât'a, yani Efendiler Efendisi'ne vermek elbette mümkün değildir. Hâlbuki bu tasvirler Kur'ân'da vardır. Dolayısıyla Kur'ân, yeri göğü yaratan; keza bahis konusu bağ ve bahçeleri o keyfiyette donatan Müteâl bir Zât'ın kelâmıdır. Tasvirlerdeki mucizelik yönünü anlamada bu husus çok önemlidir.

Diğer taraftan da, tasvirlerdeki edebî güç ve kuvvet de yine Kur'ân'ın mucizeliğini ele vermektedir. Gelin şimdi bu mânâdaki bazı tasvirlere hep beraber bakalım:

فَلْيَنْظُرِ الْإِنْسَانُ إِلٰى طَعَامِهِ۝أَنَّا صَبَبْنَا الْمَۤاءَ صَبًّا۝ثُمَّ شَقَقْنَا الْأَرْضَ شَقًّا۝فَأَنْبَتْنَا فِيهَا حَبًّا۝وَعِنَبًا وَقَضْبًا۝وَزَيْتُونًا وَنَخْلًا۝وَحَدَۤائِقَ غُلْبًا۝وَفَاكِهَةً وَأَبًّا۝مَتَاعًا لَكُمْ وَلِأَنْعَامِكُمْ
"İnsan (şu) yiyeceğine bir baksın! (Nasıl) Biz suyu döktükçe döktük. Sonra toprağı güzelce yardık da orada daneler bitirdik. Üzümler, yoncalar, zeytin ve hurmalar; iri ve sık ağaçlı bahçeler, meyveler, çayırlar... (hepsi) sizin ve hayvanlarınızın geçimi için." (Abese sûresi, 80/24-32)

Mevlâ, evvelâ insanı yaratıyor. Ve onu nimetleriyle perverde ediyor. Sonra da bu nimetleri idrak etmesi için onları bütün teferruatıyla kitabında anlatıyor, nazara veriyor. Bütün bu nimetler karşısında duygusuz ve hissiz kalan insan acaba gerçek mânâda insanlığını kavrayabilmiş midir, mânâsına getiriyor.

"İnsan bir kere kendisine gönderdiğimiz rızka baksın." Onları sebeplere ve kör tabiata vermenin imkânı var mı? "Yağmuru gökten öyle bir döküşle döktük ki!.." Bir tek mevsim o yağmur yeryüzüne dökülmeseydi acaba ne olurdu? Allah (celle celâluhu) nimetinin büyüklüğünü burada صَبَبْنَا kelimesiyle anlatıyor. "İndirdik" ya da "yağdırdık" demiyor da, صَبَبْنَا الْمَۤاءَ صَبًّا "Bir döküş döktük!" diyor. Hele düşünün bir kere, bir sene yağmur yağmasa ya da bulutlar kaçıverse, buharlaşan deniz suları uçup gitse, insan yeryüzünden fışkıracak bir damla su bulamadığı gibi gökten yere düşecek bir damla yağmur da bulamasa, o zaman her taraf çöle dönmeyecek mi? Öyleyse bu büyük nimet birkaç damla suyla değil de, bardaktan boşanırcasına dökülen sularla anlatılmalıdır.. zaten Kur'ân da böyle anlatıyor ve "Bir döküş döktük ki!" diyor.

"Sonra, taş gibi o toprak tabakasını ince, narin filizlerle delip parça parça yarıverdik." Oysa o filizler, el ucuyla dokunsan eğilecek kadar narin yapılıdır. Ama Biz kudretimizle onu o sert taş gibi toprağa galip kıldık.

"Üzümler, yoncalar, yeşillikler, çemenler bitirdik. Zemini bir çemenzâr hâline getirdik. Ve sonra iri ve sık ağaçlı iç içe girmiş bahçeler, meyveler, çayırlar hâsıl ettik."

Bir tarafta hayvanların, kuşların, tavukların vs. yiyecekleri olan tohum ve taneler حَبًّا kelimesi ile anlatılırken, devamında da insanın yiyeceği ve içeceği şeylere değiniliyor. Bunlar iç içe işleniyor. "Üzüm ve yonca:" Biri insanın, diğeri hayvanın yiyeceği.

"İç içe girmiş bahçeler..." Evet, gölgesinde günlerce yürüyeceğiniz ağaçların uçları birbiriyle sarmaş dolaş olmuş bağlar ve bahçeler verdik. Dağında-deresinde, ovasında-obasında yürüdüğünüz zaman çamın çamla, çınarın çınarla, kavağın kavakla baş başa verip (tasvir budur) halka-i zikirde bulunuyor gibi salındıklarını görebileceğiniz bağlar ve bahçeler.. zeytinlikler, hurmalıklar...

"Bir de bol bol meyveler." Önce tek tek isimlerini zikrettikten sonra burada da umumî olarak "Meyveler verdik." diyor. Bugün var olanıyla, yarın var olacağıyla meyveler...

أَبًّا kelimesi çayır ve yonca olarak tefsir edilmişse de kesin değildir. Belki hayvanlara verilen tabiî ve sun'î yemlerin, belki de tarlalara, bağ ve bahçelere atılan sun'î gübrelerin umumuna bakan bir ifadedir İşin doğrusunu ancak Allah bilir. Hz. Ömer bu âyeti minberde tefsir ederken أَبًّا kelimesine kadar okumuş ve şöyle demişti: "Bunların hepsinin mânâsını biliyoruz. Ama bu أَبًّا nedir ki?" Sonra da, "Ey anasının oğlu! أَبًّا'nin ne demek olduğunu bilmesen sanki ne olur? Vallahi bu bir tekellüftür." demiş ve elindeki asâyı kırıp attıktan sonra da, "Bu kitapta beyan olunanı talep ve onunla amel edin. Bilmediklerinizi de Allah'a havale edin." buyurmuştu.[4]

"(Bütün bunlar) siz ve hayvanlarınız içindir." Evet, hem size hem de hayvanlarınıza nimetlerimizdir ki, sizler verdiğimiz bu nimetlerle ayakta duruyor ve hayatınızı idame ettiriyorsunuz. Bunlar olmasaydı hayatınız sönerdi ve yok olurdunuz.

Şimdi gelin düşünün, bu tasvir edilenleri Mekke vadisinde yaşayan bir insanın bilmesi, anlaması mümkün mü? Evet, o gün itibarıyla büyük ölçüde mahsulü hurma, karpuz ve hıyardan ibaret olan Arap Yarımadası insanının bunları gerektiği ölçüde ve tasvir edildiği şekliyle bilmesine, anlatmasına imkân ve ihtimal var mı? İşte, Kur'ân'da böylesine zengin, parlak ve öylesine cazip bir tasvir gücü var ki, dahası olamaz.

[1] Aliyyülkârî, Mirkâtü'l-mefâtîh 1/332, 7/375, 8/431. [2] Nûr sûresi, 24/40.
[3] Bkz.: Bediüzzaman, Sözler s.297 (Yirmi İkinci Söz), s.331 (Yirmi Üçüncü Söz), s.643 (Otuz İkinci Söz), s.712 (Otuz Üçüncü Söz), Asâ-yı Musa s.92 (Âyetü'l-Kübrâ).
[4] İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 6/136; Saîd İbn Mansûr, es-Sünen 1/181.