Mal Biriktirmek Günah mıdır?
Günümüzde İslam'ın içinde bulunduğu durumun, hakikat ölçülerine göre kavranması, bu yolda hizmet verme adına önemli bir adımdır. İnsanlara vazife yaptırmadan ve onlardan bir hizmet beklemeden önce, onların yapacakları işe iyice inandırılması çok mühimdir. Eğer yangının nasıl bir tehlike ifade ettiği, nasıl korkunç bir felaket olduğu idrak edilirse, işte o zaman insanlar el ele ve omuz omuza vererek o yangını söndürmeye koşarlar. Aksine insanlar yangını, normal bir manzarayı seyrediyor gibi seyrediyor ve onun arkasından doğacak tehlikeleri idrak edemiyorlarsa, onlara o korkunç yangın karşısında bir şey yaptırtmak mümkün değildir.
Haddizatında milletimiz için dine hizmet adına en büyük felaket, İslam'ın uzun bir dönem temsil kusurundan dolayı bizim dünyamızda bir gurbet yaşaması olmuştur. (Konu bizim liyakatsizliğimiz.) Bu itibarla da -sık sık üzerinde durulması gerektiği gibi- bu milletin esasen en büyük derdi budur ve bu olmalıdır. Evet, bugün ne yazık ki insanımız, kalbî ve ruhî hayatını büyük ölçüde kaybetmiştir. Bu milletin iktisadî hayatına elli bin defa düzen verilse, diğergâmlık olmadığı, millet ve vatan düşünülmediği, şahsî menfaatler her şeyin önünde tutulduğu için -inananlar ve bu vatanı sevenler müstesna- bu memlekette arzu edilen düzen ve nizam katiyen sağlanamayacaktır. Eğer o nizam ve düzen sağlanacak olsa o da, hasbî ve başkaları için yaşayan insanlar sayesinde gerçekleşecektir.. ve inşallah bir gün öyle de olacaktır.
Mü'min kişinin mal biriktirmesinin, felaketi sezmeye ters olduğu kanaatini taşımadığımı belirtmek isterim. Bana göre yerinde mal biriktirme, felaketi derinden derine sezmeye karşı bir mukabeledir. Evet, yerine göre mal, o felaketlere karşı koyma için bir hazırlık manası taşır. Fakat mal, bizatihi ve bizzat insanın maddî, dünyevî ve sûrî zevklerini hedef alarak biriktiriliyorsa işte böyle bir malın onun için zararlı olduğu ve onu kurtaramayacağı her zaman söylenebilir. Ve bir manada böyle biri, malın beraberinde getirdiği felaketi de sezememiş demektir. Hayatlarının hemen bütün karelerini Allah yolunda geçiren ve Kur'an'ın ifadesiyle Allah'ın kendilerinden razı olduğu sahabe efendilerimiz (Bkz.: Beyyine Sûresi, 98/8) mal ile olan münasebetlerinde de kılı kırk yaran bir hassasiyet gösteriyorlardı. Sahabe-i Kirâm Efendilerimiz hicret edip Medine'ye teşrif buyurduklarında çok kısa zamanda, Kureyza ve Beni Nadîr çarşılarında söz sahibi olmuşlardı. Hâlbuki o güne kadar bu çarşılarda ticareti elinde tutanlar başkaları idi. Müminler, aralarındaki içten münasebetler sonucu onlara üstün gelerek çarşı-pazara hâkim olmuşlardı. Medine'de bulunan Müslümanlar, ticareti çok iyi bilmiyorlar ve daha çok ziraat ile iştigal ediyorlardı. Mekke'den Efendimiz'le beraber hicret edip Medine'yi teşrif eden muhacirler ise ticareti çok iyi anladıklarından hemen oradaki ticareti ellerine geçirivermişlerdi. Bunun neticesi olarak Hz. Osman, Abdurrahman bin Avf ve Hz. Talha gibi sahabiler çok zengin olmuşlardı. Bunlar zengin olmuşlardı ama her an mallarını da canlarıyla beraber Allah yolunda feda etmeye hazır ve amade bulunuyorlardı.
Sahabeden Örnekler
Konuya bir misal vererek açıklık getirmek istiyorum. Bir gün Hz. Osman'dan yardım istenmiş, o da, beş yüz deveyi sırtındaki yüküyle beraber Allah yolunda verirken hiç tereddüt göstermemişti. Abdurrahman bin Avf da bir defasında kervanıyla ticaretten geldiğinde Hz. Aişe validemizden Efendimiz'in (aleyhi's-salatü ve's-selam) şöyle buyurduğunu duymuşlardı: "Ben, Abdurrahman bin Avf'ı cennete sürüne sürüne girerken gördüm." Bunun hikmeti sorulunca da, "Çok serveti var." cevabı alınmıştı. İşte Abdurrahman b. Avf, o gün kervanla Medine'ye kadar beraberinde getirdiği servetin hepsini hemen bir sözle Allah yolunda fedâ etmişti. Hz. Ömer de her şeyini Mekke'de bırakmış ve Medine'ye öyle göçmüştü. Hayber gazvesinden kendisine bir arazi düşen Hz. Ömer, "Sevdiğiniz mallarınızı Allah yolunda harcamadıkça fazilet mertebesine ulaşamaz, iyiler sınıfı içine giremezsiniz. Bununla beraber her ne infak ederseniz, Allah mutlaka onu bilir." (Âl-i İmrân Sûresi, 3/92) ayeti nazil olunca, hemen gelmiş ve "Ya Resûlallah! Ömer bin Hattab, oradaki o sevdiği güzel bağını bahçesini vakfetmek istiyor" diyerek o araziyi Allah için vermişti. Bu hareketin bir benzerini de Ebû Talha gerçekleştirmişti.
Binaenaleyh, müminin Allah yolunda kullanma ve taparcasına ona bağlamama kaydıyla mal biriktirmesi de Allah yolunda olma demektir. Nasıl ki abdest almaya gitme namaz yolunda çok önemli bir iştir. Aynen öyle de, Allah yolunda hizmet etmenin şartlarından ve rükünlerinden sayılabilecek servet tedariki ve mal biriktirme de Allah yolunda olma demektir. Malını bu gayeler doğrultusunda kazanan bir insanın çarşı-pazarda alış-veriş ve pazarlık yapması, ona adeta evrâd u ezkâr yapıyor ve Allah'a dua ediyor gibi nafile sevap kazandırır. Mühim olan, müminin niyetidir. Onun için söz Sultanı (sallallâhu aleyhi ve sellem), müminin niyetinin amelinden daha hayırlı olduğunu bildirmişlerdir. Ama onun niyeti yine Efendimiz'in beyanları içinde, malıyla fahirlenmek -Allah korusun- ahiretini ve ukbâsını unutup tamamen dünyaya dalmak, başkalarını ezmek, başkalarının hukukuna tecavüz etmek ve çalım satmak ise, bu mal o insanın omuzlarında bir vebaldir.
İşte ikinci şıkta anlatıldığı minvalde mal biriktirme ve bu istikamette gayret gösterme mezmûmdur. Onun, bizim ahiret inancımız ve Allah'la irtibatımızla telif edilmesi mümkün değildir. Aksi takdirde İslam'ın içinde bulunduğu şu girdap içinde, insanları kurtarmaya çalışırken, yeni yeni girdapların içine dalma söz konusu olur. Yapılması gereken şey, etrafını kuşatan girdaplara mukabil, insanımızın biraz daha kazanarak - Allah'ın tevfik ve inayetiyle - yeni yeni müesseseler kurması, bu müesseselerin başına civanmert kimseleri getirip koyması ve bütün bu gayretleri, insanımıza ve neslimize hizmet etme istikametinde yapmasıdır. Bu yolda mal kazanmak mezmum değil, bilakis bir ibadettir. Kimse bu mevzuda mal kazanmadan müstağni davranmamalıdır, zira mühim olan niyettir.
Özetle
- İslam'ın ve Müslümanların içinde bulunduğu felaketlerin gerçek boyutlarına göre kavranması, bu yolda hizmet verme adına önemli bir adımdır.
- Milletimiz için en büyük felaket, İslam'ın, bizim dünyamızda bir gurbet yaşaması ve insanımızın da kalbî ve ruhî hayatını büyük ölçüde kaybetmiş olmasıdır.
- İçinde bulunduğumuz felaketleri sezip bunları izale etmek amacıyla müminlerin dünyaya meyletmeleri kötülenen bir durum değil aksine, teşvik edilecek bir davranıştır.
Her Dönemin Münafığı
Birtakım insanlar vardır ki, buldukları her fırsatta, dinini tam ve kâmil bir şekilde yaşamak isteyen mü'minleri "dinci, İslâmcı" gibi nesepsiz lafızlarla yaftalar, Müslümanlara hakaretler yağdırırlar. Böyleleri "irtica, gericilik" der İslâm'a saldırır ve din, diyanet aleyhinde söylenmedik söz bırakmazlar ama bu arada değişik maksat ve maslahatları temin için dil ucuyla imana dair bir kısım şeyler de ağızlarında gevelerler. Böyle yapmakla onlar, içlerindeki ilhad ve inkâr düşüncesini, din ve diyanet düşmanlığını gizlemeye çalışırlar.
Bir bakarsınız, "Benim dedem de Yasin okumadan hiç yatmazdı.", "Rahmetlik ninem de Kur'ân'a karşı çok saygılıydı. Bir yerde mevlit okununca hiç kaçırmazdı. Hele o ses sanatkârlarını dinlemeye bayılırdı." türünden laflar eder ve böylece kendilerini bütün bütün inananlardan dışlamaz ve onlara yakın durduklarını gösterme gayretinde bulunurlar. Hâlbuki bahsettikleri mevzulardan kendilerinin zerre kadar nasipleri yoktur, olamaz da. Çünkü bir kısım nifak ehlinin bu tür lafları, tam da dine, dindara hakaretler yağdıran cümlelerinin hemen öncesinde sarf ettikleri ve böylece saldırı ve hücumlarını daha inandırıcı hâle getirmek için onları bir ön yatırım vasıtası, bir kılıf olarak kullandıkları görülmektedir.
Cahiliye döneminde olduğu gibi, günümüzde de Ebû Cehil, Utbe, Şeybe, İbn Ebi Muayt gibi bir mânâda "mert kâfirler" vardır. Ancak günümüzde aynı zamanda, zıp orada, zıp burada görünmeye çalışan "namert şahıslar" da söz konusudur ve bunlar sabah akşam dine, dindara hücum edip dururlar. Bunu yaparken "Dindarlık sadece size ait bir şey değil, biz de Müslümanız, bizim evimizde de dine ait şu şu işler yapılırdı." gibi laflar eder ve böylece büyük çoğunluğu dindar olan geniş halk kesimini açıkça karşılarına almamayı, onlar üzerindeki itibar ve inandırıcılıklarını bütün bütün kaybetmemeyi düşünürler.
Aslında gelgitler ağında ömürlerini tüketen bu kişiler bir orada, bir burada bulunma telaşıyla çok defa falsolarla sarsılır, sezilme endişesiyle korkular yaşar ve sürekli yalpa yapar dururlar. Çünkü onlar durdukları yere yakışmaz, içinde bulundukları topluluğu kendilerinin sadık olduğuna inandıramaz ve güven telkin edemezler. Mevcut konumlarından ayrılıp da diğer tarafa geçmek istediklerinde, kendilerini tekrar ber tekrar ifade etme lüzumunu hisseder; zillet içinde dil döker, mazeret beyanında bulunurlar. Dolayısıyla bunların ahireti bütün bütün heba olup gittiği/gideceği gibi çoğu zaman dünyada da tokat yer, haysiyetli bir insanın hiçbir zaman düşmek istemeyeceği çetin ve zor durumlarda kalırlar. Mevzuun daha iyi anlaşılması için münafık sıfatlarıyla alâkalı meşhur bir hadis-i şerifi burada hatırlayabiliriz. İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhi ekmelüttehâyâ vetteslimât) şöyle buyurur:
"- Dört haslet vardır ki, kimde bu hasletler bulunursa o kimse halis münafıktır. Kimde de bunlardan biri bulunursa, onu bırakıncaya kadar kendisinde nifaktan bir haslet var demektir. O dört haslet şunlardır: Kendisine bir şey emanet edildiğinde ihanet eder. Konuşunca yalan söyler. Söz verince sözünde durmaz. Bir konuda taraf olduğunda haddi aşar, haksızlık yapar, işi düşmanlığa dönüştürür." (Buharî, İman 24; Müslim, İman 106)
Sözün Özü
İslâm, insan hakları konusunda olabildiğince dengeli, engin ve evrensel bir dindir. O kadar ki, Kur'ân-ı Kerim, haksız yere bir insanı öldürmeyi, 'bütün insanlara karşı cinayet işleme' şeklinde değerlendirmiştir. (Mâide, 5/32) Bu değerlendirme, hiçbir din ve modern sistemde olmadığı gibi, insan haklarıyla alâkalı hiçbir komisyon ve kuruluşta da insana bu seviyede değer verilmemiştir. Zaten insan, başka hiçbir sistem veya dinde değil, sadece İslâm dininde 'Allah'ın halifesi' unvanıyla payelendirilmiş ve yeryüzünün halifesi olduğu vurgulanmıştır.
Haftanın Duası
Bir kez daha başımız eğik, boynumuz bükük, kalblerimiz mahzun, her zaman çaldığımız kapının tokmağına arz-ı hal etmek üzere dokunuyoruz: Rabbimiz! Sen bizim hem velîmiz, hem de biricik vekîlimizsin. Hem ne güzel vekîlsin! Bizi yolların en sağlam ve en şaşırtmaz olanına hidayet buyurmanı dileniyoruz. Bizi haybet ve hüsrana uğrayan bir kısım zavallılar olarak geri çevirme Efendimiz Hazreti Muhammed'e, aile fertlerine ve bütün ashabına salât u selam ederek bunları Senden dileniyoruz, Rabbimiz..
- tarihinde hazırlandı.