İslâm Hakikati

İslâm Hakikati

1. İslâm’ın Tarifi

“Silm” ve “selâmet” köklerinden türetilen İslâm, kelime olarak; teslim olma, boyun eğme, selâmete çıkarma, selim ve lekesiz kılma gibi mânâlara gelir. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), değişik zamanlarda yapmış olduğu tarif­lerde daha çok İslâm’ın icmalî mânâsı üzerinde durmuş ve ıstılahtaki anlamını nazara vermiştir. İşte Efendimiz’in yaptığı İslâm tariflerinden birkaçı:

Temel hadis kaynaklarının hemen hepsinde rivayet edilen Cibrîl hadisinde Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) İslâm’ı icmalî bir şekilde tarif eder. Hadisi, Hz. Ömer (radıyallâhu anh) şu şekilde rivayet etmektedir:

“Resûlullah’ın yanında oturuyordum. Birden elbi­sesi bembeyaz, saçları simsiyah bir adam çıkageldi. Üzerinde, yolculuğa delâlet eder hiçbir belirti yoktu. Üstelik içimizden kimse de onu tanımıyordu. Geldi, Resûlullah’ın önüne o­turup dizlerini O’nun dizlerine dayadı. Ellerini dizlerinin üstüne hürmetle koydu ve sormaya başladı:

‘Ey Muhammed! İslâm nedir?’ Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) İslâm’ı şöyle açıkladı: ‘İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına, Muhammed’in O’nun kulu ve elçisi olduğuna şehadet etmen, namaz kılman, zekât vermen, Ramazan orucunu tutman, gücün yettiği takdirde de Beytullah’ı haccetmendir.’

Yabancı, ‘Doğru söyledin’ diye tasdik etti. (Bu husus dikka­tini çeken Hz. Ömer:) Biz onun hem soru sorup hem de söyleneni tasdik etmesine hayret ettik (diyor).

Sonra tekrar sordu: ‘İman nedir?’

Peygamber Efendimiz şöyle cevap verdi: ‘Allah’a, melek­lerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, kadere yani hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna inanmandır.’

Yabancı yine, ‘Doğru söyledin!’ diye tasdik etti.

Sonra, ‘İhsan nedir?’ diye sordu.

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem): ‘İhsan, Allah’ı sanki görüyor gibi ibadet etmendir. Sen O’nu göremesen de O seni görüyor.’

Yabancı: ‘Kıyametin vakti ne zamandır?’

Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem): ‘Kıyamet hakkında soruya muhatap olan, sorandan daha fazla bir şey bilmiyor.’

Yabancı: ‘Kıyametin alâmetleri nelerdir?’

Resûl-i Ekrem Efendimiz: ‘Köle kadınların efendi­lerini doğurmalarını ve yalın ayak, yarı çıplak, fakir deve çobanlarının yüksek binalar yapmada yarıştıklarını görmendir.’

Bu sözlerden sonra yabancı çıktı gitti. Ben epeyce bir müddet kaldım. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), ‘Ey Ömer! O zatın kim olduğunu biliyor musun?’ dedi. Ben, ‘Allah ve Resûlü daha iyi bilir.’ dedim. Bunun üzerine Allah Resûlü şöyle buyurdular: ‘O, Cibrîl (aleyhisselâm) idi. Size   dininizi öğretmeye geldi.’’’[1]

Görüldüğü üzere hadiste üç önemli husus üzerinde durulu­yor. Bunlar, imanın altı erkânı, İslâm’ın beş rüknü ve bunları şuur uyanıklığı ve iç aydınlığı içinde yapma mânâsına gelen ihsan şuurudur ki bütün bunlar, mükellef her mü’minin gücü yettiği nispette üzerinde durup yapması gereken şey­lerdir.

Hz. Talha’dan gelen başka rivayete göre Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) İslâm’ı icmalî olarak tarif eder:

“Günün birinde mescide Necid ahalisinden bir adam geldi. Saçları darmadağınıktı. Sesi kulağımıza geliyordu ancak ne dediğini bir türlü anlayamıyorduk. İyice yaklaşınca anladık ki İslâmiyet hakkında sorular soruyormuş. Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm), ‘Gece ve gündüzde beş vakit namaz.’ demişti ki, adam tekrar sordu: ‘Bu beş dışında bir borcum var mı?’

Resûlullah, ‘Hayır, ancak istersen nafile kılarsın.’ dedi ve ekledi: ‘Ramazan orucu da var.’

– ‘Bunun dışında oruç var mı?’

– ‘Hayır, ancak dilersen nafile tutarsın.’

Resûl-i Ekrem Efendimiz adama zekâtı da hatırlattı. Adam sordu: ‘Zekât dışında borcum var mı?’

– ‘Hayır, ama nafile verirsen o başka.’

Adam kalkıp gitti ve giderken şöyle dedi: ‘Bunlara ilave yapmayacağım gibi noksan da tutmayacağım.’ Efendimiz ise, ‘Sözünde durursa kurtuluşa ermiştir (veya sözünde durursa cennetliktir).’ buyurdu’’’[2]

Görüldüğü gibi Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu ve benzeri hadislerinde kelime-i şehadet, namaz, zekât, oruç ve hac gibi esasları zikretmek suretiyle İslâm’ı icmalî olarak tarif etmiştir. Zannediyorum zikredilen bu hadislerle birlik­te Kur’ân âyetleri de bir bütün olarak değerlendirilip bakılsa, inançtan ahlâka kadar bütün yönleriyle İslâm’ın tarif edildiği görülür. Zaten eskiden beri ulema, bu meseleleri ayrı ayrı ele almış ve İslâm’a dair konuları “itikad”, “ibadet”, “muamelât” ve “ukûbat” başlıkları altında toplamışlardır. Bundan dolayı biz, İslâm derken inançtan ahlâka, âdâptan idare ve siyasete kadar topyekün hayatı kucaklayan bir bütünü görmekte ve bunları bize tebliğ eden Hz. Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) itaatten başka bir yol düşünmemekteyiz.


2. Kelime-i Şehadet ve İslâm

Cibrîl hadisinde de görüldüğü gibi kelime-i şehadet, İslâm’ın beş ana rüknünden birincisini teşkil eder. Başka bir ifadeyle İslâm’ın ilk şartı, “Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhû ve resûluhû” diye ifade edilen kelime-i şehadet veya “Lâ ilâhe illallah Muhammedun Resûlullah” sözüyle ifade edilen kelime-i tevhitten ibarettir. Zira bu iki kavram, İslâm’ın özünü ve ruhunu ihtiva eden iki mânâyı içermektedir. Bunlardan biri, iz’ân-ı kalbe tercüman olup kâinatın bütün zerrelerini şahit tutarak, “Eşhedü en lâ ilâhe illallah” demek suretiyle Cenâb-ı Hakk’ın, yegâne Mâbud-u mutlak, Maksud-u bi’l-İstihkak olduğuna şehadet etme; ikincisi ise “Muhammedun Resûlullah” veya “Eşhedü enne Muhammeden abduhû ve resûluhû” deyip Resûl-i Zîşân Efendimiz’in şahsında bütün peygamberlere iman etmedir. Çünkü Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), elçilik manzumesinin kafiyesi, doğruluğu bozulmamış esasların temsilcisi ve tasdikçisi, inhiraflar neticesi bozulmuş değerlerin de tashihçisidir. Bütün sözler gelip kendisinde toplanmış, sikkeyi O basmış, turrayı O kesmiş ve insanlığın terakkisi de ancak O’nunla tamamlanmıştır. Dolayısıyla O, insan­lığa kâmil bir dinle, kâmil bir peygamber olarak gelmiş ve Hz. Âdem’den Hz. Mesih’e kadar bütün peygamberlerin peygamberliğine şahitlik etmiştir. İşte, “Eşhedü enne Muhammeden abduhû ve resûluhû” sözü bunu ifade eder.

Bu ikisi öyle kutsî kelimelerdir ki, Allah nazarında onlardan daha ağır, daha değerli bir söz yoktur. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), bunu, “Duaların en faziletlisi Arafat’ta yapılanı; ben ve benden evvel peygamberlerin söylediği sözlerin en faziletlisi de ‘La ilâhe illallah’tır.”[3] sözle­riyle ifade etmiştir.

Hz. Ebû Zerr’in rivayet ettiği bir başka hadis ise şöy­ledir: “Bir seferinde Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yanına uğramıştım. Bu sırada O, uyuyordu. Uyanınca yanına oturdum ve konuşmaya başladık. Konuşmamız sırasında, ‘La ilâhe illallah deyip sonra da bu söz üzerine ölen her kul Cennet’e girer.’ buyurdular. Ben hayretle, ‘Zina etse ve hırsızlık yapsa da mı?’ diye sordum. Cevaben, ‘Evet, zina etse ve hırsızlık yapsa da!’ dedi. Ben dayanamayıp tekrar, ‘Zina etse, hırsızlık yapsa da mı girer?’ dedim. Resûlullah yine, ‘(Evet), zina etse de hırsızlık yapsa da!’ cevabını verdi. Bu sözünü üç defa tekrar etmişti. Dördüncü seferinde, ‘Ebû Zer iste­mese de Cennet’e girecektir.’ buyurdular.”[4]


3. Lâ İlâhe İllallah Hakikati

İslâm’da kulluk manzûmesine ait her şeyi, kelime-i tevhidin mânâsında görmek mümkündür. Mü’min, “Lâ ilâhe illal­lah” derken; Rab olarak bir ve tek olan Allah’ı tanı­dığını, O’ndan başkasıyla tatmin olmadığını ifade etmektedir. Kur’ân, bu mânâyı teyit eder mahiyette şöyle buyurmuştur: أَلَا بِذِكْرِ اللهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ “Dikkat edin! Kalbler ancak Allah’ı anmakla itminana (doygunluğa) erer.”[5] Bunun mânâsı, “Sadece Allah’a kulluk yapın, sığınak ve dayanak olarak O’ndan başkasını tanımayın. Zira Allah’tan başka dayanılacak ve güvenilecek hiçbir güç yoktur. Böylece huzura ermiş olursunuz.” demektir ki, “Lafzatullah” bütün bu mânâları ihtiva eder.

“Allah” lafz-ı şerîfini başka bir lügatten nakledilmiş olarak kabul etmek ve iştikak ilmine göre şu kelimeden veya bu kelimeden türemiştir deyip ona bir asıl bulmaya çalışmak gönlüme uygun gelmiyor. Vâkıa, bazıları onu bir kısım kelimelere irca ederek bir temel kelime bulmaya çalışmışlardır. Fakat âcizane diyorum ki: Zât-ı Bârî nasıl ezelî ise, ezelden beri O’nun adı “Allah”tır. “Allah” kelimesine bir temel kelime aramak uygun değildir.

Her şey Allah’a bağlı ve her şey Allah’la ayakta durmaktadır. Kâinatın yüzünün nuru ve ziyası “Allah” kelimesidir. “Allah” kelimesinin mevcut olmadığı yerde, bütün ilimler ve bilgiler; evham, hayal ve seraptan ibaret olur ve iki ucu birleş­meyen bir kısım anlaşılmaz, karmakarışık fikir yığınları olarak kalır.

Cahiliye Arap şairlerinden A’şâ, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) risaletini duyar duymaz hemen yanına gelmiş, Kur’ân’da ifade edilen mânâ ve hakikatleri işitince de âdeta kendinden geçmişti. Fakat bu durum onun için kâfi değildi. Zira o, “Lâ ilâhe illallah”ın ifade ettiği mânâya daha derin­den inanmak istemekteydi. Bu yüzden de Efendimiz’den süre istemiş ve memleketine geri dönmüştü. O, bu hâliyle sanki Efendimiz’e şöyle demek istemiştir: “Benden, bir cümle söylememi istiyorsun; ancak bu cümlenin ifade ettiği mânâ, alabildiğine geniştir. Benim bu engin mânâları sindirmem, vicdanımda duymam ve vücudumun bütün zerrelerine hissettirmem lazım.” Demek ki “Lâ ilâhe illallah” sözü, alelâde söylenecek bir söz değildir. Bilakis o, söylendiği zaman hayatı bütünüyle kuşatan bir sistem, bir hayat nizamı kabul edilmiş olmakta ve ona hayatın sonuna kadar sadakat içinde kalmak gerekmektedir.

Hâsılı, Cenâb-ı Hak, kendisini tanıtmak için ortaya bir kâinat, sıfatlarını okutmak için de o kâinata bir düzen koymuştur. Dolayısıyla düzen O’nu konuşmakta, âhenk O’nu zikretmekte, âlem O’nu anlatıp durmaktadır. Kâinattaki şuurlu-şuursuz bütün varlıklar birer dil hâline gelmiş Allah’ı haykırmakta ve O’nu vird-i zebân etmektedirler. Beşer ise kendisinde hitap çiçeği açmış bir varlık olarak şuur, idrak ve iradesiyle kâinattaki bu konuşmalara tercümanlık yapmakta ve diliyle bu hakikatleri ifade etmektedir.

Allah’ın varlığını haykıran bütün bu dillere, mevsimi gelince her şey iştirak edip O’nu haykıracak, bahar gelince çözülmüş buzlar gibi bir bir çözülüp hak ve hakikatin tercümanı olacaklardır. Buzlar baharda çözülür, diller baharda açılır ve bülbüller baharda şakımaya başlar. Atılan tohumlar, baharda rüşeym olup başak salar. Biz, bütün bunların adım adım yaşandığı bir baharı idrak etmiş bulunuyoruz. Bugün her taraftan “Lâ ilâhe illallah” sadaları yükselmekte, sanki yeni bir “Devr-i Saadet” yaşanmaktadır. Zira o devir, sıkıntı ve ızdırapları göğüsleyenlerin, yüzlerce hâdisenin içine pervasızca dalanların, İslâm’ı yaşamada azim gösterenlerin bağrında doğmuştur. Bir zamanlar putperestlik inançlarıyla karanlık karanlık üstüne bir hayat yaşanan Mekke vadilerinde “Lâ ilâhe illallah” nidalarının yükselmesi, yükselip bütün bir dünyayı velveleye vermesi, çekilen bu zorluk ve çilelerin neticesinde olmuştur.

Gönle İman Girince!

Bunlardan bir örnek vermek gerekirse; on üç yıllık zorlu bir hayattan sonra Cenâb-ı Hak, Müslümanlara Medine’nin kapılarını açmıştı. Mü’minler burada her geçen gün kuvvetlenip –kendi gövdesi üzerinde duran bir çınar gibi– kendi ayakları üzerine doğrulmaya başlamışlardı. Bedir savaşında bunun ilk meyvesini devşirmiş, büyük bir zafer kazanmışlardı. Bu zaferle müşriklerin direnci kırılmış, İslâm’ın, artık ayakları üzerinde durduğu ve bir âhenk içinde işlediği ispat edilmişti. Müşrikler, üç yüz kişilik bir gruba yenilmenin acısını bir türlü içlerine sindirememiş, her fırsatta onun hıncını almak istiyorlardı. Bunlardan Safvan İbn Ümeyye ile Umeyr İbn Vehb, her nefes alış-verişte Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşı kin ve gayzla dolan iki amcazâde idi. Ortak yaraları ise birinin oğlu esir edilmiş, ötekinin de babası savaşta öldürülmüştü. Bunlar Bedir’i müteakip oturmuş, kırık gönüller olarak dertleşiyor ve Efendimiz’e yapabilecekleri kötülükleri plânlıyorlardı.

Sonunda anlaşıp karara bağladılar; Umeyr İbn Vehb, oğlunu görme bahanesiyle Medine’ye gidecek ve yine bir bahaneyle Resûl-i Ekrem’in yanına kadar sokulacak, sonra da dağladığı zehirli kılıcıyla O’nu şehit edecektir. Böylece hem kendisinin hem de bağrı yanık bütün Kureyş’in intikamını almış olacaktır. Umeyr, bu düşüncelerle dolu olarak Medine’ye gider. Fakat daha mescidin önünde devesini çöktürmeden Hz. Ömer (radıyallâhu anh), “Bu köpek, Allah düşmanı Umeyr İbn Vehb.”[6] diye tarif ettiği bu adamı görür ve “Dikkat edin! İzarının altında kılıç belirtisi var, Resûlullah’a bir kötülük yapmasın!” diyerek insanları uyarır. Daha sonra Allah Resûlü’nün yanına gelerek, “Ya Resûlallah! Umeyr geliyor, size bir kötülük yapmasın!” der. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) tebessüm buyurup, “Ey Ömer! Bırak gelsin!” der. Umeyr, Resûlullah’ın yanına girince ona, “Niçin geldin, ey Umeyr?” diye sorar. Umeyr, oğlunun fidyesini verip onu kurtarmak için geldiğini söyler. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ise, “Niçin geldiğini istersen ben sana haber vereyim.” der ve Safvan’la beraber oturup kurdukları plânı bir bir anlatmaya başlar. “Kureyş’in Şeytanı” denen bu adam, söylenenleri işitince yerinden sıçrar ve “Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah” diyerek iman eder. Devran, başka şeyler besteleyince şeytan denen insan bile bir anda Allah Resûlü’nün havarilerinden biri oluverir.

Umeyr, Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) yanında kaldığı süre boyunca İslâmî aşk ve heyecanla dolup taşar, kabına sığmaz olur. O, Efendimiz’i şehit etmek için getirdiği kılıcın hakkını vermek istemektedir. Bu sebeple Allah Resûlü’nden Mekke’ye geri dönmek için izin ister. Allah Resûlü, en az Hz. Ömer kadar kahraman ve cesur olan bu insana, Mekkelilerin bir şey yapamayacağından emindir. Bu sebeple dönmesi için ona müsaade eder. Diğer taraftan Safvan, her gün ellerini ovuşturmakta, Medine’de meydana geleceğini düşündüğü müthiş hâdiseyi beklemekte ve gelip giden her kafileden Medine’nin haberlerini sormaktadır. Zira gelecek olan haber, hem kendisini hem de bütün Mekke halkını sevince boğacaktır. Ne var ki bir gün Umeyr’in de Müslüman olduğu haberi kendisine ulaşır ve bu haberle sanki beyninden vurulmuşa döner.

Umeyr, Hz. Ömer’in Mekke’den ayrılırken yaptığı gibi, herkese meydan okuyarak Mekke’ye girmişti. Burada günlerini çoğu zaman hak ve hakikati insanlara anlatmakla geçiriyordu. Umeyr, geçen süre içinde Müslümanlığının hakkını gerçekten verir. Zira bir-iki yıl sonra Medine’ye geri döndüğünde arkasında Müslümanlığı seçmiş büyük bir topluluk vardır. Amcazâdesi Safvan ise bütün ısrarlarına rağmen inat etmiş, o kutlular kervanına henüz katılmamış; Mekke’nin fethiyle birlikte de yükünü sırtına vurup denizaşırı memleketlere kaçmıştı. Safvan’ın bu durumuna çok üzülen Umeyr, Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) gelir, Safvan’ın durumunu anlattıktan sonra kendisinden ona eman vermesini ister. Eman verildiğini teyit için de Efendimiz’in Mekke’ye girerken mübarek başına sardığı ve herkesin müşâhede ettiği sarığını talep eder. Zira o, Safvan’ın ileride İslâm’a faydalı bir insan olacağını tahmin etmektedir.

Umeyr, sonunda Safvan’a ulaşır ve onu Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) getirir. Safvan, Allah Resûlü’nün huzuruna geldiğinde çok mahzundur ve Efendimiz’in yüzüne bakacak hâli yoktur. Aralarında şu konuşma geçer: “Ya Resûlallah! Umeyr, Senin bana eman verdiğini söyledi, bu doğru mudur?” Müsamaha ve hoşgörü insanı kendisine yakışan bir eda ile, “Evet, doğrudur.” der. Tekrar, “Ya Resûlallah! Senin getirdiğin şeylerin hakkaniyetini kabul ediyorum. Ancak bana iki ay mühlet vermeni istiyorum. Ta ki düşüneyim.” der. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), Kureyş’in bu asil evladının Yermuk’te, Bizans karşısında bir er gibi sergileyeceği kahramanlıkları müşâhede ediyor gibi tebessüm ederek –iki değil– dört ay mehil verdiğini söyler. O ise daha birkaç hafta geçmeden huzura gelir ve Umeyr’i de gözyaşlarına boğacak, “Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhû ve Resûluhu” sözünü söyleyiverir.


4. Bütün Peygamberlerin Öğretisi Olarak İslâm

İslâm, Hz. Âdem’den günümüze kadar insanların düşüncede, tasavvurda, pratik hayatta ve iç âleminde her şeyini tanzim edip bunlara birer ölçü getiren ve vaz’ ettiği mizanla da bunları tartan sistemin adıdır. Bu sistem, insanı bir mekanizma hâlinde yaratan ve onu her şeyiyle görüp gözeten bir Zât tarafından ortaya konulması yönüyle oldukça kapsamlıdır. İslâm, dünyevî-uhrevî bütün meseleleri bir bütün hâlinde kendi bünyesinde toplamış; dünya ile ahiretin omuz omuza gelip kucaklaşmasını sağlamıştır. İnsan, bedeninin küçüklüğüne rağmen İslâm sayesinde, azamet ve ulûhiyetiyle nâmütenâhî olan Allah’la münasebet kurmuş ve kâinatla ilişkilerini ayarlamıştır. Dolayısıyla o, İslâm’da derinleştiği nispette âdeta sonsuz bir mahiyet arz eder. İslâmiyet’e ait bu derinlikler, aslında onun kendi tarifi içinde vardır ve nebilerin dilinde de ifadesini bulmuştur.

Bu tarifi ilk defa Hz. Âdem (aleyhisselâm) yapmıştır. Ondan sonra gelen nebiler, aynı tarif altında insanları İslâm’a çağırmış, ondaki derinlikleri görmeye davet etmişlerdir. Hz. Âdem’den (aleyhisselâm) sonra Hz. Nuh (aleyhisselâm),  وَأُمِرْتُ أَنْ أَكُونَ مِنَ الْمُسْلِمِينَ“Ben Müslüman olmakla emrolundum.”[7] demiş; Hz. İbrahim ve Hz. İsmail, beşerin kıyamete kadar yeryüzünde kıblegâhı, Sidretü’l-Müntehâ’ya kadar da meleklerin metâfı olan Beytullah’ı taş taş üstüne koyup bina ederken, رَبَّنَا وَاجْعَلْنَا مُسْلِمَيْنِ لَكَ وَمِنْ ذُرِّيَّتِنَا أُمَّةً مُسْلِمَةً لَكَ “Ey Rabbimiz! Bizi Sana teslim olanlardan kıl. Neslimizden de Sana teslim olan bir ümmet çıkar.”[8] diye yakarmışlardır.

Yine Hz. Yusuf (aleyhisselâm), Mısır’a nâzır olup, anne-babasına kavuştuktan ve kardeşlerini açlık ve sefalet sıkıntılarından kurtardıktan, kısaca maddî-mânevî her şeyi elde ettikten sonra, تَوَفَّنِي مُسْلِمًا وَأَلْحِقْنِي بِالصَّالِحِينَ  “Allahım! Beni Müslüman olarak vefat ettir ve salihler zümresine ilhak buyur.”[9] diye dua etmiştir. Hâlbuki onun sahip olduğu bu mazhariyeti elde etmiş ikinci bir insan göstermek mümkün değildir. Hz. Yusuf’un durumunu anlatırken Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: “Kerim oğlu kerim oğlu kerim oğlu kerim, Hz. İbrahim’in oğlu İshak’ın oğlu Yakub’un oğlu Yusuf’tur.”[10] O’nun bütün dedeleri peygamberdi. O kerim insan, maddî-mânevî bütün müstesna durumları kendi nefsinde topladıktan sonra, son söz olarak bunu söylemiştir. Haddizatında Allah’a gönül vermiş ve O’na ulaşmayı özleyen bir gönlün ideal düşüncesi de bu olmalıdır.

Bir insanın “Müslüman oldum.” demesi; “İrademi Allah’a teslim ettim.” mânâsına gelir ki bu, Hz. Âdem’in, Hz. Nuh’un, peygamberler babası Halilurrahman’ın, Hz. Yusuf’un ve son olarak Sultanlar Sultanı Fahr-i Kâinat Efendisi’nin söylemiş olduğu sözü söylemesi demektir. Bu söz, bütün insanlık adına peygamberlerin ağzıyla Allah’a karşı ifade edilmiş bir ahd ü peymân ve bir söz verişin ifadesidir.

Bilindiği gibi inkıyat ve teslimiyet, insanın, düşüncede, tasavvurda, amelde Allah’a boyun büküp itaat etmesi demektir. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak, Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) hitaben şöyle buyurmuştur:

 قُلْ إِنَّ صَلَاتِي وَنُسُكِي وَمَحْيَايَ وَمَمَاتِي لِلهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ ۝لَا شَرِيكَ لَهُ وَبِذَلِكَ أُمِرْتُ وَأَنَا أَوَّلُ الْمُسْلِمِين

“De ki, şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm hepsi âlemlerin Rabbi Allah içindir, O’na ait, O’nun elindedir. O’nun ortağı yoktur. Bana böyle emrolundu ve buna en başta ben teslim olup inkıyat ediyorum.”[11] 

Daha geniş mânâsıyla ifade edecek olursak bu hitap, “Ey Habibim! Her şeyin hâkimiyeti Allah’a aittir. Dolayısıyla dünya ve ahiret hâkimiyeti elinde olan, sistemlerden zerrelere kadar sevk ve idare eden Allah’a teslim ol. O’nun eşi-menendi yoktur. Daire-i ulûhiyet ve rubûbiyetinde tektir. İçinizde O’nun söylediği şeyleri ilk kabul eden ve yapan benim ve ben bununla emrolundum de.” demektir.

Allah Resûlü’nün, Hirakliyus’a gönderdiği mektupta şu ifadeler yer alıyordu: “İslâm’a gir, selamet bul.”[12] Bunun mânâsı, “Seni şu korkunç dalgalar arasından sahil-i selamete ulaştıracak vapurun kaptanlığını Allah’a ve O’nun nebisi Hz. Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) bırak. Yoksa kocaman dalgaların vermiş olduğu sıkıntılara maruz kalır, huzur ve itminana eremezsin.” demekti. Mektubun devamında ise, “Allah sana iki kat mükâfat verecektir.” denmektedir ki bu sözün idarecilere bakan ayrı bir hususiyeti vardır. Bu, idareci konumunda olan –bir aile reisinden bir bölgenin idarecisine, ondan devlet başkanına kadar– herkese tevcih edilmiş bir sözdür. Zira baştaki idareci Müslüman olursa, tebaa da ona uyacak ve böylece hem kendi Müslümanlığının hem de tebaasının mükâfatını alacaktır. Eğer o, yüz çevirir, Hakk’a karşı kulağını tıkarsa, idareci olduğu için başkalarının da küfür ve dalâlet içinde bocalamasına sebep olacağından kendi günahıyla birlikte onların günahını da yüklenmiş olacaktır.


5. Peygamberlere İtaatin Önemi

İnsan, kâinat üzerindeki araştırmalarıyla bir kısım bilgiler elde edebilir ve o bilgiler sayesinde ‘Bir yaratıcı vardır.’ diyebilir. Fakat bu sözüyle, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) gelmeden önce hayatını “hanîf”[13] olarak devam ettiren Varaka İbn Nevfel ve Hz. Ömer’in amcazâdesi Zeyd’in düşüncelerinden ileri gidemez. Bu, bir bakıma toplu hâlde bir odada otururken kapının çalınması durumunda, ilk akla gelen şeyin, “kapının arkasında birilerinin olduğu” düşüncesi gibidir. İnsan, tokmağın vuruluşundan bir kısım çıkarımlar yapabilir; ritmik bir ses varsa şayet, “Bu, şuurlu bir varlıktır.” diyebilir. Zaten gözle görmeden aklın varabileceği sonuç da ancak bu kadardır. Kapının arkasındaki şeyi bilme adına söylenecek olan her ifade sonuçta tahminden öteye gidemez.

Eflatun’un, mağaradaki insanlarla ilgili verdiği misal, bu hakikatin farklı bir açıklamasını teşkil etmektedir. O, insanın, varlıklar hakkındaki bilgisinin, ancak onların gölgeleri ya da dışarıdan mağaraya yansımaları kadar olabileceğini iddia eder. Hâlbuki dışardaki varlıklar hakkında gerçek bilgi, ancak dışarıdan bir kişinin içeri girip o varlıklar hakkında açık-seçik bilgi vermesiyle elde edilebilir. Burada o kişinin durumuyla peygamberlik müessesesi arasında bir benzerlik kurulacak olursa şöyle söyleyebiliriz: İnsanlar, ancak peygamberlerin tarif ve talimleriyle tam olarak bir yaratıcının mevcudiyetine inanıp O’nun hakkında kesin bilgi elde edebilirler. Mesela O’nun isim ve sıfatları, kendi kullarından ibadet adına istediği şeyler, o ibadetlerin yapılış şekilleri vb. hususlar, ancak bir peygamberin bildirmesiyle bilinebilecek hususlardır.

Kâinat âdeta bir kitap gibi yaratılmış ve insanların gözleri önüne serilmiştir. Orada bulunan esrarengiz varlıklar, hâdiseler bir âhenk içinde birbirini takip edip durmaktadır. Bütün bu olup bitenlerin arkasında, onları evirip-çeviren bir güç ve kuvvetin olduğu muhakkaktır. Eğer nebinin sözüne kulak verilmezse bu güç ve kuvvet hakkında varılacak düşünce; her şeyi idare eden bir ruh-u küllînin veya her şeye hükmeden bir ukûl-ü aşerenin var olduğu ya da her maddenin içinde bir güç ve kuvvetin bulunduğu şeklinde olacaktır. Bu gibi tasavvurlar ise insanların kafalarını karıştırmaktan öte bir anlam ifade etmez. Hâlbuki kâinatta binlerce hâdiseyle mevcudiyetini bizlere hissettiren Allah (celle celâluhu), kemmiyet ve keyfiyetten münezzehtir. Tasavvufî ölçüler içerisinde, hakkında ne düşünülürse düşünülsün, Zât-ı Bâri, insanın aklına gelen her şeyin ötesinin ötesinin... ötesindedir.[14] O, Zât’ı ile idrak edilemez; sadece isim ve sıfatlarıyla bilinebilir. Bu ise ancak, nebilerin rehberliği sayesinde fikrin, kalbin, ruhun işletilmesiyle hâsıl olur. Bu meselede yanılmazlığın tek çaresi, sırat-ı müstakimin temsilcisi olan nebilerin sözüne kulak vermektir. Hakk’a bağlı olan ve Hak’tan gelen vâridâttan başka hiçbir sermayeye sahip bulunmadığını ifade eden nebiler kâfilesine bağlı bulunma, bizim sırat-ı müstakimde yürümemizin teminatıdır.

Bütün problemler, nebiler âlemine teveccühle çözülecek ve bütün bilinmezler de onların aydınlık iklimlerinde bilinir hâle gelecektir. Zira onlar, insanlığa örnek ve rehber olarak gönderilmişlerdir. Cenâb-ı Hak, beşerin onlara muhtaç olduğunu bildiğinden dolayı yeryüzünde peygamber göndermediği hiçbir topluluk bırakmamıştır. Dünyanın neresine gidilirse gidilsin, hangi zaman dilimine ulaşılırsa ulaşılsın, bir nebinin, “Ey kavmim! Allah’a ibadet edin. Hiçbir şeyi O’na ortak koşmayın.” diyen sesi-soluğu duyulacaktır. Kur’ân, bu hakikati şöyle ifade eder: وَلَقَدْ بَعَثْنَا فِي كُلِّ أُمَّةٍ رَسُولًا أَنِ اعْبُدُوا اللهَ وَاجْتَنِبُوا الطَّاغُوتَ  “Kasem olsun ki biz, ‘Allah’a kulluk edin ve O’ndan başkalarına kullukta bulunmaktan sakının!’ diye her ümmete bir peygamber gönderdik.”[15] Ta ki onlar beşere boyun eğmesin, totemlerin arkasından gitmesin, mâbudlaştırılan insanlara bel bağlayıp boyun bükmesinler. Bunun yerine sadece ve sadece Allah’a kulluk yapsın, O’ndan yardım dilesinler. Hakiki bir mü’min her gün okuduğu Kunut duasında, اَللَّهُمَّ إِنَّا نَسْتَعِينُكَ وَنَسْتَغْفِرُكَ وَنَسْتَهْدِيكَ وَنُؤْمِنُ بِكَ وَنَتُوبُ إِلَيْكَ وَنَتَوَكَّلُ عَلَيْكَ وَنُثْنِي عَلَيْكَ الْخَيْرَ كُلَّهُ نَشْكُرُكَ وَلَا نَكْفُرُكَ وَنَخْلَعُ وَنَتْرُكُ مَنْ يَفْجُرُكَ “Allahım! Senden yardım ve bağışlanma diler ve yine Senden hidayet isteriz. Sana inanır, Sana tevbe eder, Sana güveniriz. Seni bütün hayır ile senâ ve zikirde bulunur, nimetlerini ikrar ile Sana şükrederiz. Seni inkâr etmeyiz. Fısk u fücur içinde bulunanları terk eder onlarla alâkamızı keseriz.” demek suretiyle Cenâb-ı Hakk’a karşı bu ahd ü peymâna bağlılığını ifade eder.

Yine Cenâb-ı Hak, gönderdiği her peygamberi, insanlara kolaylık olsun diye kendi kavminden ve kendi dillerinde göndermiştir.  وَمَا أَرْسَلْنَا مِنْ رَسُولٍ إِلَّا بِلِسَانِ قَوْمِهِ لِيُبَيِّنَ لَهُمْ “(Allah’ın emirlerini) onlara iyice açıklasın diye her peygamberi yalnız kendi kavminin diliyle gönderdik.”[16] âyeti bu hakikati ifade etmektedir. Başka bir âyet-i kerimede Efendimiz’e hitaben,  فَإِنَّمَا يَسَّرْنَاهُ بِلِسَانِكَ لِتُبَشِّرَ بِهِ الْمُتَّقِينَ وَتُنْذِرَ بِهِ قَوْمًا لُدًّا“(Resûlüm!) Biz Kur’ân’ı onunla, Allah’tan sakınanları müjdeleyesin ve inat edenleri uyarasın diye senin dilinle (Arapçayla indirip okutarak) kolaylaştırdık.”[17] buyrularak aynı mânâ vurgulanır. Evet, Arab’ın içinde, yine bir Arap olarak zuhur eden Kutlu Nebi’nin Arapça konuşması gerekiyordu. O, hangi milletin içinde zuhur etse, o milletin dilini konuşacaktı. Hangi peygamber nerede zuhur etmişse, o kavmin dilini konuşmuştur. Ta ki her mesele herkese apaçık anlatılmış olsun.


6. Son Peygamber Olarak Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem)

Hz. Âdem’le başlayan peygamberlik manzûmesi, Şerefli Nebi Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile kemale ermiştir. Hakikatler, Hz. Âdem’de âdeta birer tohum gibiyken Hz. Nuh’ta rüşeymler hâlinde başını topraktan dışarı çıkarmış, Hz. İbrahim’de (aleyhisselâm) saçaklar hâline gelmiş ve çiçekler açmaya başlamış, Efendimiz’de (sallallâhu aleyhi ve sellem) ise bütün bütün meyve vermeye durmuş, yeşillikler çemenzâr hâline gelmiş ve dünya bir gülistana dönmüştür. Zira O, âlemşümûl bir peygamberdir.

O’nun âlemşümûllüğü,  وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ“Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.”[18] âyetiyle ifade edilmektedir. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu engin rahmetinden herkes istifade etmiştir. O kadar ki bir gün en büyük meleklerden olan ve risaleti boyunca Efendimiz’e vahiy getiren Cibrîl’e, “Sen de bu umumi rahmetten istifade ettin mi Ya Cibrîl?” dendiğinde o şöyle cevap vermiştir: “Evet, ettim. Zira ben de âkıbetimden emin değildim. Kur’ân bana “emin” deyince, ben de âkıbetimden emin oldum.”[19] Kur’ân, O’nun hakkında, نَزَلَ بِهِ الرُّوحُ الْأَمِينُ “Onu (Kur’ân’ı) Ruhu’l-emin (Cebrail) indirmiştir.”[20] demektedir. Cibrîl’in de istifade ettiği bu rahmetin genişliği, O’nun câzibe-i kudsiye dairesinin genişliğini göstermesi açısından yeterli bir örnek olsa gerek. O hâlde biz mü’minlerin, melekleri dahi kapsamış bir rahmet dairesi içinde bulunan bir ümmet-i merhûme olduğumuz şuurunu kalbimizden hiç eksik etmememiz gerekir.

Evet, İslâm, Efendimiz’le kemale ermiş, insanlık O’nun döneminde gelişmiş, beşer zihninde ve düşüncesinde maddî-mânevî inkılâplar meydana gelmiş, içtimaî yapıda bedevilik adına hiçbir şey kalmamış, her şey mamur ve her taraf umran hâline gelmiştir. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), peygamberliğinin ve aynı zamanda hayatının sonlarına doğru Veda haccını yaparken insanlığa son sözlerini söylemiştir. O, bu son sözleri arasında,  الْيَوْمَ أَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ وَأَتْمَمْتُ عَلَيْكُمْ نِعْمَتِي“Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’dan razı oldum.”[21] âyetini de okumuş ve dinin tamamlandığını haber vermiştir.

Bu âyetin nüzulü, ümmet-i Muhammed adına öyle bir nimettir ki bir gün Hz. Ömer’le (radıyallâhu anh) karşılaşan bir Yahudi ona şöyle demiştir: “Ey Mü’minlerin Emiri! Kur’ân’da öyle bir âyet var ki, o âyet biz Yahudi cemaatine inmiş olsaydı o günü bayram ilan ederdik.” Hz. Ömer, onun hangi âyet olduğunu sorduğunda yukarıdaki âyeti zikretmiştir. Bunun üzerine Hz. Ömer, tebessüm etmiş ve: “O âyetin nerede ve hangi hava içerisinde nazil olduğunu ve Efendimiz’in ümmetine tebliğ ettiğini Müslümanlar çok iyi bilir. O gün hem cuma hem de Arefe günü idi.”[22] demek suretiyle her iki günün de bizim için bayram olduğuna işaret etmiştir.

Evet, âyetin indiği gün, ümmet için bir bayramdı fakat bu bayramın içinde büyük bir de hüzün vardı. Zira aynı âyet-i kerime, Efendimiz’in vefatını da haber veriyordu. O (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir din, bir sistem getirmiş, Allah’ın emriyle O’nu tebliğ ve temsilde bulunmuş, görevini tamamladıktan sonra da yine bir emirle Allah’ın huzuruna çağrılmıştı.

“Hz. Muhammed’le (sallallâhu aleyhi ve sellem) her şey tamam oldu.” derken “Diğerlerinde eksik miydi?” sorusu akla gelebilir. Eskiden her topluluğa, her kabileye bir nebinin gönderilmesinde zaruret vardı; (Tabi ki bu zaruret beşer içindi, Cenâb-ı Hak için böyle bir zaruret söz konusu olamaz.) Çin’deki bir peygamber, Hindistan’da aynı vazifeyi eda edemezdi. Aynı şekilde Avrupa’da neş’et eden bir peygamber, Asya’daki peygamberlik vazifesinin altına giremezdi. Zira dönemin şartları çok ağırdı ve bugünkü gibi seyahat vasıtaları yoktu. Vâkıa Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) zuhur ettiği dönemde de beşer aynı durumdaydı; haberleşme atın sırtında ve gönderilen ulaklarla sağlanıyordu. Ancak Efendimiz’in bir mucizesidir ki O’nun ümmeti için haberleşme vasıtaları çoğalmış, dünya âdeta bir şehir hâline gelmiştir. Dolayısıyla Efendimiz’in, beşerin, medeniyet, ilim, teknik ve teknoloji sahalarında gelişeceği bir dönemde gönderilmesi, O’nun bir özelliği olmuştur. Bu sebeple, önceki her peygamber kendi kavim ve kabilesine gönderilirken Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bütün insanlığa gönderilmiştir. Efendimiz bu durumu şu sözleriyle ifade etmiştir: كَانَ كُلُّ نَبِيٍّ يُبْعَثُ إِلَى قَوْمِهِ خَاصَّةً، وَبُعِثْتُ إِلَى كُلِّ أَحْمَرَ وَأَسْوَدَ “Her peygamber sadece kendi kavmine gönderilmiştir. Ben ise bütün insanlara gönderildim.”[23] 

Evet, haberleşme ve ulaşım imkânlarının gelişmesiyle bugün dünya, sanki global bir köy hâline gelmiştir. Dünyanın herhangi bir yerinde meydana gelen bir hâdise aynı anda tüm dünya tarafından takip edilebilmektedir. İnsanlık artık uzayda dolaşmakta ve gezegenlerden, yıldızlardan haberdar olmaktadır.

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir başka hadislerinde kendisinin, peygamberler silsilesinin son halkası olduğunu ne güzel misallendirir: “Benimle benden önceki diğer peygamberlerin misali şuna benzer: Adamın biri çok güzel bir ev yapmış fakat bir köşede bir kerpiçlik yer boş kalmıştır. Halk, evi hayran hayran dolaşmaya başlamış ve (o eksikliği görüp), ‘Bu eksik kerpiç konulmayacak mı?’ demişlerdir. İşte o benim, ben peygamberlerin sonuncusuyum.”[24] 

Evet, O, Hz. Âdem’le başlayan bir manzûmenin tamamlayıcısıydı. O gelmese Hz. Âdem’in adını duymak, Hz. Musa’yı bilmek, Hz. İsa’yı doğru tanımak mümkün olmazdı. İnsanlık, geçmiş ümmetler ve hâdiselerle ilgili doğru bilgiye ancak O’nun sayesinde ulaşmıştır. O, nasıl âlemşümûl bir peygamberse peygamberliğinin de bütün âlem tarafından kabul edilmesi gerekmektedir. Çünkü tasdik edilmesi gereken her şeyin anahtarı O’nun elindedir. Ancak O’nun getirmiş olduğu esaslar çerçevesinde Allah’a, peygamberlere, kitaplara, ahirete vs. inanmak mümkündür.


7. İman, Amel ve Kulluk Anlayışı

a. İman-Amel Münasebeti

Dinin, inanılması gereken tasavvurî ve itikadî bir boyutu olduğu gibi pratik hayata dökülmesi gereken bir de amelî yönü vardır. İman, İslâm’ın nazarî yönünü, ibadet ve muameleler ise amelî yönünü teşkil ederler. Fakat ameller imandan sonra gelir. Bu yönüyle pratiğe dökülecek olan esaslar, nazarî olarak inanılacak şeylerin bir takviyecisi konumundadır. Amelî hayat olmadan nazarî bir hayatın ayakta durması düşünülemez. Dursa bile uzun ömürlü olamaz. Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle, “İmansız İslâmiyet sebeb-i necat (kurtuluş sebebi) olmadığı gibi, İslâmiyetsiz iman da medar-ı necat (kurtuluş vesilesi) olamaz.”[25] İkisi de tek başına ne dünyevî ne de uhrevî hayata ışık tutamaz. Bu sebeple insan, nasıl inanıyorsa inandığı istikamette yaşamak ve ameliyle inancına payanda vurmak zorundadır. Bir insanın ameli olmadan akidesinin uzun zaman devam ettiğine kimse şahit olmamıştır. İman, ancak mescitlere devam, nefsi oruçla terbiye, gönülden –her çeşidiyle– cimriliğin atılması gibi yol ve metotlarla takviye edilir. Yine iman, iyiliği emretmek, kötülükten sakındırmakla güçlendirilir.

Hâsılı, erkân-ı İslâmiye adına ne varsa hepsi imanın sağında solunda, önünde arkasında bulunan birer payanda mahiyetindedir. Bu yönüyle ibadet ü taat, Allah’a inandığını söyleyen insanların, O’nun önünde bel kırıp boyun bükmelerini ifade eder. Zira inanan bir insanın, inanmayanlara karşı farkını ortaya koyması gerekir. O ancak, yaptığı ibadet ü taatle Allah’la münasebetini ortaya koymuş, O’na gerçekten inandığını ispat etmiş olur.

İbadetler, kul ile Allah arasındaki münasebetin kopmaz ipleridir. İnsan, bu ipleri sağlamlaştırdığı nispette ruhî bakımdan gelişmiş, melekiyet yönünü inkişaf ettirmiş olur ki, ubûdiyetin gerçek mânâsı da budur. Bu bağın bir hayat boyu korunması gerekir. Bundan dolayı Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), إِنَّ أَحَبَّ الأَعْمَالِ إِلَى اللهِ مَا دَامَ وَإِنْ قَلَّ  “Amellerin en faziletlisi, az da olsa devamlı olanıdır.”[26] buyurmuşlardır. En az ibadet ise her gün kılınan beş vakit namazdır. O hâlde beş vakit namazı aksatan insan, faziletten mahrum kalmış, dolayısıyla kalbindeki is ve pasları silip Rabbiyle münasebeti temin edecek yola girememiş demektir. Cenâb-ı Hak, Efendimiz’e hitaben, وَاعْبُدْ رَبَّكَ حَتَّى يَأْتِيَكَ الْيَقِينُ  “Ölüm geleceği âna kadar Rabb’ine ibadet et.”[27] buyurur. Bunun anlamı da, “Sen, ölünceye kadar ibadet yaparak mahiyetini ortaya koy; ayakları üzerinde emekleyen, yerde sürünen canlılardan olmadığını göster.” demektir.

Evet, kalb ve ruhun, lâhut âlemiyle münasebeti ancak ibadetlerle inkişaf eder. Rabb’le münasebetin gelişmesi, bu mevzuda o azaların işletilmesine bağlıdır. Nasıl ki el ve ayakla yapılan hareketler, o istikamette el ve ayağın bir kısım şeylere alışkanlığını temin eder; öyle de kalb ve ruh, ibadetlerle bir kısım meselelere karşı yatkınlık kazanır, onlardan bir korku duymaz ve bedende bir yılgınlık hâsıl olmaz. Ne uykunun ağırlığı ne yemeğin lezzeti ne de hayattaki diğer başka zevkler, ibadetlere engel teşkil etmez. Bu vesileyle diyebiliriz ki nasıl ki küfür, bir bakıma alışkanlıklardan ibaretse Allah’a kulluk da alışkanlıklardan ibarettir. İnsan, çoğu zaman uyanık bir şuurla Rabb’e kulluk yapma imkânını elde edemez. Fakat kalb ve ruhta kazanılan alışkanlıklar, kulun Rabb’le münasebetinde meydana gelebilecek boşlukları rahatlıkla atlatmasını sağlar. Mesela sabahın erken saatinde kalkıp soğuk su ile abdest almak nefsin ağırına gider. Bunun yerine o, rahat bir yatakta istirahat etmeyi tercih eder. Ama insan, kazandığı alışkanlıklarla bütün bu zorlukları aşar ve kalkıp namazını eda eder. Dolayısıyla Rabb’le irtibatında bir boşluğa meydan vermez. Bir başka zaman ise kalb ve ruh, Cenâb-ı Hak’tan gelen meltemlerle ibadetleri duyma ve doyma içindedir, dudakta bin tebessüm gizli hâlde onları eda eder.

İnsan, fıtratında hem hayvaniyetten hem de melekiyetten mânâlar taşır. Onun melekiyet yönünün inkişaf ettirilmesi ancak ibadetlere ağırlık verilip, hayvânî yönün köreltilmesiyle mümkündür. İbadetler, azalarla tekrar edilip içte duyulduğu nispette melekiyet yönü zuhur eder ve insan, kazandığı derecelerle mânevî olarak yükselmeye başlar. Bunun aksine olarak Allah’tan uzak ve dünyaya bağlı kalınarak eda edilen ibadetler, bir kısım formülleri icra etmeden ibaret kalır ve vicdanlardan lâhut âlemine açık bir menfez olma görevini ifa edemez. Neticede ise Allah’la münasebet geliştirilememiş ve insanın bu yanı güdük kalmış olur.

Kimin iç âlemine yönelik bir cehd ve gayreti varsa, onun için her zaman bir inkişaf söz konusudur. Bu bir Hindu, Brahman, Hıristiyan mistiği ya da başka biri olabilir, farketmez. O, günlerce yemeden-içmeden durabilir, aylarca şehevî duyguları aklına getirmeyebilir ve lâhut âleminden gelen esintilerle bir ömür geçirebilir. Ama bir Müslümanın bunu yapmasıyla bir başkasının yapması arasında –talep edilen şey itibarıyla– farklılık vardır. Müslüman, yaptığı her amelle bir mesafe alma yolundayken, diğerleri yerinde sayma ya da zıplayıp tekrar aynı yere düşme durumundadır. Onlar, hâsıl olan bir kısım iç müşâhedeler ile kendilerince mesafe aldıklarını zannederler. Fakat yaptıkları, bir kuyunun dibinde zıplayıp durmaktan başka bir şey ifade etmez. Dolayısıyla katedilen mesafe, ancak bir kuyunun boyu kadardır. Bundan maksat ise sükûnete erme, yoklukta huzura kavuşma, geçici de olsa ebedî yokluğun ızdırabından kurtulma ve ölüm ötesi hesabın ağırlığına çare aramadır.

Bugün doğru ulûhiyet anlayışından mahrum insanlar  kendi dar inançlarının dar çerçevesi içinde dönüp durmakta, lâhut âlemine doğru bir türlü mesafe alamamaktadırlar. Onların yaptıkları amellerin amacı, sadece bir iç müşâhedesi elde etmek ve ruha derinlik kazandırmaktır. Buna karşılık, yaptığı ibadetler itibarıyla Müslümanın durumu ise rayına oturmuş bir lokomotif gibidir. O, hayatın her merhalesinde ayrı bir istasyona varır, orada eşya ve hâdiselere nüfuz eder, esmâ ve sıfât-ı ilâhiyeyi zevk eder ve Zât-ı Ulûhiyet’in azameti karşısında kendinden geçer. Bu seyir, doğrudan doğruya Zât-ı Ulûhiyet’in konuşmasıyla konuşan, görmesiyle gören, duymasıyla duyan, tutmasıyla tutan bir seyirdir ki buna ne akıl ne de idrak yeter!

Bu yolculukta “seyr ilallah” ve “seyr fillâh”tan sonra “seyr minallah” başlar ki bu, Hak’tan yeniden halka dönmedir. Yani Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) takip ettiği yoldan, yeniden beşerin içine girme ve insanların elinden tutup onları olgunluğa taşıma, katedilen mesafelerin bütün haz ve cilvelerini onlara da tattırmadır. Mü’minin, –âdeta bir lokomotif gibi– arkasına taktığı binlerce insanla lâhut âlemine doğru katettiği bu yol, sonsuza uzanır. Çünkü Allah’a doğru yapılan yolculuğun sonu yoktur. Bu seyr ü sülûkta yol alıp iç müşâhedeye eren her insan, ibadet ü taat neşvesi içinde bunu tadar, duyar ve letâif-i Rabbâniye’nin düğüm düğüm çözülmeleri içinde lâhut âleminin tebessümleriyle karşı karşıya kalır.

b. Kulluk Anlayışı

Ruhlar, Allah’a kullukla inkişaf eder ve gerçek gücüne kavuşur. Çünkü Allah’la münasebet, insanlığa has bir keyfiyettir; hayvanların, O’nunla böyle bir münasebeti söz konusu değildir. Cenâb-ı Hak onları yaratır ve fıtratlarına derç ettiği belli şeylere sevk eder. Buna karşılık insandan, mânen bozulmaması için kendisiyle münasebet kurmasını, itaat edip kullukta bulunmasını istemektedir. Zira kulluk, insanın Allah’la münasebeti, yani kendisini yaratan ve ayakta tutanla irtibatıdır. Bu ayakta tutma hem cismaniyet hem akıl hem de iç âlemi itibarıyladır. Bütün bu latifeler, O’nunla münasebet kesildiği zaman ölür. Çünkü şehvet, kin, nefret vb. duygular, tek başına bütün bu latîfeleri öldürmeye yeterli saiklerdir. Kul, namaza durup onunla Arş-ı Âzam’ı seyredecek ve gerçek kulluğun zevkine ulaşacaktır ki bazen kin, nefret vb. behimî garizeler hükmünü icra etse bile melekiyet, bir sünger gibi bu kirli yazıları silsin ve onun asıl hüviyetini nazara versin.

Evet, kulluğunu yaptığı müddetçe insanın Cenâb-ı Hak’la münasebeti devam eder. Kul ile Rabbisinin arasına giren her mâni, bu münasebeti kesici mahiyettedir. Allah (celle celâluhu), Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) hitaben,  وَاذْكُرِ اسْمَ رَبِّكَ وَتَبَتَّلْ إِلَيْهِ تَبْتِيلًا“Rabb’inin adını an; bütün varlığınla O’na yönel.”[28] buyurmakta ve bu ifadeyle sanki O’na, “Ey Habibim! Evlad ü iyal sevdasından sıyrıl, evli dahi olsan biraz tecerrüt et, kendini Rabb’ine ver ve kalbinden bütün mâsivâyı temizle. Zira sen bir nebisin. Ve nebinin Allah’a varış keyfiyeti, ubûdiyeti, bu noktalarda kendini gösterir.” demektedir. Bu hâl –tasavvufçuların ifadesiyle– Allah’tan başka her şeyle alâkayı kesme; –ehl-i tahkikin ifadesiyle de– Allah’tan alıkoyan her şeyi dünyalık sayma ve geriye atmadır.

Burada âyette geçen تَبَتَّلْ kelimesi üzerinde biraz durmak gerekir. Sarf ve iştikak ilmine göre emir sigasında gelen bu fiil, “Gönlün istemese de bu hususta kendini zorla.” demektir. Yani işin içinde bir tekellüf vardır. İnsan, bu zorlamayı yaptığında iç âlemine ait müşâhedeler artarak gelmeye devam edecektir. Ama işin başında bir zorlama vardır. Başka bir yerde ise, يَاأَيُّهَا الْمُدَّثِّرُ ۝ قُمْ فَأَنْذِرْ ۝ وَرَبَّكَ فَكَبِّرْ ۝ وَثِيَابَكَ فَطَهِّرْ ۝ وَالرُّجْزَ فَاهْجُرْ  “Ey bürünüp sarınan (Resûlüm), kalk ve (insanları) uyar. Sadece Rabb’ini büyük tanı. Elbiseni temiz tut. Kötü şeyleri terk et.”[29] buyrulur.

Diğer bir âyette de; وَلَا تَعْدُ عَيْنَاكَ عَنْهُمْ تُرِيدُ زِينَةَ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَلَا تُطِعْ مَنْ أَغْفَلْنَا قَلْبَهُ عَنْ ذِكْرِنَا وَاتَّبَعَ هَوَاهُ وَكَانَ أَمْرُهُ فُرُطًا

“Dünya hayatının süslerini arzulayarak sakın gözlerin onlardan başkasına kaymasın. Kalbini bizi anmaktan gafil kıldığımız, kötü arzularına uymuş ve işi gücü aşırılık olan kimseye boyun eğme.”[30] buyrulur ki bu, “Sen, sana yakışanı yap, mala-mülke ya da mal ve mülk sahiplerine gözünü dikme!” demektir.

Allah (celle celâluhu), bütün bu âyetlerde Habib-i Edibi’ni öyle terbiye etmiştir ki O, (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu terbiye sayesinde on dört asır boyunca bütün insanlığın kalbinde taht kurmuştur. Biz, bütün bunlardan şu mânâyı çıkarabiliriz: Rabb’le münasebeti kesecek bütün engeller, gerektiğinde silinip atılabilmelidir.

İbadet ü taat ile insan ruhuna akıp gelen füyûzât Rabb’le münasebetin kuvveti nispetinde artar ve vicdanlar ferah-feza bir iklime kavuşur. أَلَمْ تَرَ كَيْفَ ضَرَبَ اللهُ مَثَلًا كَلِمَةً طَيِّبَةً كَشَجَرَةٍ طَيِّبَةٍ أَصْلُهَا ثَابِتٌ وَفَرْعُهَا فِي السَّمَاءِ “Görmedin mi Allah nasıl bir misal getirdi; güzel bir sözü, kökü (yerde) sabit, dalları gökte olan güzel bir ağaca (benzetti).”[31] ve إِلَيْهِ يَصْعَدُ الْكَلِمُ الطَّيِّبُ وَالْعَمَلُ الصَّالِحُ يَرْفَعُهُ  “Güzel ve temiz sözler O’na yükselir. Amel-i salihi, güzel ve makbul işi de Allah yüceltir (Güzel ve makbul işler, güzel sözlerin kıymetini artırır).”[32] âyetlerinde buyrulduğu gibi, kalbden çıkan tertemiz, bulanıksız ve bulaşıksız; kendisiyle sadece rıza-i ilâhî kastedilen söz ve ameller Allah’a yükselir. Arkasında başka düşünceler olan her söz ve hareket ise böyle bir yümün ve bereketten mahrum kalır.

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurur:

“Kıyamet günü ilk çağrılacaklar arasında üç kimse bulunacaktır: Bunlardan ilki Kur’ân-ı Kerim hafızıdır; ikincisi Allah yolunda öldürülmüş bir kimsedir; üçüncüsü ise dünyada iken zengin bir yaşam süren bir şahıstır. Allah (celle celâluhu), Kur’ân okuyana, ‘Ben, Resûlü’me inzal buyurduğum şeyi sana öğretmedim mi?’ diye soracak. Adam, ‘Evet, Ya Rabbi!’ diyecek. ‘Bildiklerinle ne amelde bulundun?’ diye Rab tekrar soracak. Adam, ‘Ben onu gece-gündüz okurdum.’ diyecek. Allah Teâla, ‘Yalan söylüyorsun!’ diyecek. Melekler de ona, ‘Yalan söylüyorsun!’ diye çıkışacaklar. Allah (celle celâluhu), ona, ‘Bilakis sen, ‘Falanca Kur’ân okuyor.’ densin diye okudun ve bu da söylendi.’ diyecek. Sonra, zengin kimse getirilecek. Allah (celle celâluhu), ‘Ben sana bolca mal vermedim mi? Hatta o kadar bol verdim ki kimseye muhtaç olmadın?’ diyecek. Zengin adam, ‘Evet, ya Rabbi.’ diyecek. ‘Sana verdiğimle ne amelde bulundun?’ deyince o, ‘Sıla-i rahimde ve tasaddukta bulundum.’ diyecek. Allah Teâlâ, ‘Bilakis sen, ‘falanca cömerttir’ desinler diye bunu yaptın ve bu da denildi.’ diyecek. Sonra Allah yolunda öldürülen kimse getirilecek. Allah (celle celâluhu), ‘Niçin öldürüldün?’ diye sorduğunda adam, ‘Senin yolunda cihadla emrolundum. Ben de öldürülünceye kadar savaştım.’ diyecek. Hak Teâlâ, ‘Yalan söylüyorsun!’ diyecek. Bunun üzerine melekler de, ‘Yalan söylüyorsun!’ diyecekler. Allah Teâlâ tekrar, ‘Bilakis sen, ‘Falanca cesurdur.’ desinler diye dövüştün ve bu da söylendi.’ buyuracak. (Efendimiz, daha sonra Ebû Hüreyre’nin dizine vurarak) ‘Ey Ebû Hüreyre! Bu üç kimse, kıyamet günü aleyhlerinde Cehennem’in kabaracağı Allah’ın ilk üç mahlûkudur!’ buyurur.”[33] 

Dolayısıyla kulun, ibadet adına yaptığı şeylerde, yer yer niyetini yoklaması ve onu sabit tutması gerekir. Zira bütün ibadetler, Rabb’in rızası istikametinde yapıldığı oranda bir ağırlık ve derinlik kazanır.

Evet, ubûdiyet, itaat ve inkiyat, Rabb’le münasebetin ifadesidir. Yalancı heyecanlar ve sahte coşkular bu yolda geçerli akçe olamaz. Bu yolun prim yapan şeyleri; gecenin siyah zülüfleri üzerine bırakılan ‘âh’lar, gözyaşıyla ıslatılan seccadeler, “Ey insanlar! Rabb’inize kul olun!” emrinden hareketle yakılan bağırlardır. Bütün bunlar, insanın çirkinliklerden tasaffi edip Cennet’e ehil hâle gelmesine vesile olacak amellerdir. Altın ve gümüşün, posa ve tortulardan ayrılıp som hâline geldiği gibi, insanın tasaffi edip Cennet’e girmesi ve Cemalullah’ı müşâhedeye liyakat kazanması için Allah (celle celâluhu) onları kullukla mükellef kılmıştır. İnsan, o kullukla saflaşıp berraklaşacak, Allah Resûlü’nün ifadeleri içinde, kendisine bakıldığı zaman Allah (celle celâluhu) hatırlanacaktır.[34] Evet, kulluk, insanı saflaştırıp berraklaştırır ve onu duygularında dupduru hâle getirir. Bundan dolayı Allah (celle celâluhu), يَا أَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا رَبَّكُمُ الَّذِي خَلَقَكُمْ وَالَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ “Ey insanlar! Sizi ve sizden öncelikleri yaratan Rabb’inize kulluk ediniz.”[35] buyurmaktadır.

Yine kulluk, her şekliyle hayatı düzene koyup ona şekil verir, zamanı belli bölümlere ayırma imkânı hazırlar. Biz, zamandaki sırrı, ibadetlerin, onun içine nuranî hatlar hâlinde girip parçalamasıyla anlar ve tanırız. Oruç, seneyi böler, onun sayesinde sene, aylar hâlinde sıraya girer; Recep, Şaban, Şevval, Zilkâde, Zilhicce ayları Ramazan’ın etrafında bir halka teşkil eder; cuma, haftanın günlerine bir renk katar. Hafta, onunla bir taksime tabi tutulur; gün, namazlarla beş parçaya bölünür, her bir saati onunla nurlanır. Böylece hayatımızı kuşatan bütün bir zaman, Allah’a kulluk neşvesiyle dolu hâle gelir.


[1]  Müslim, îmân 5, 7. Ayrıca bkz.: Buhârî, îmân 37, tefsîru sûre (31) 2.

[2]  Buhârî, imân 34; şehâdât 26; Müslim, imân 8.

[3]  Muvatta, Kur’ân 32, hac 246; Abdurrezzak, el-Musannef 4/378. Yakın ifadelerle bkz.: Tirmizî, daavât 123.

[4]  Buhârî, libâs 24; Müslim, îmân 154.

[5]  Ra’d sûresi, 13/28.

[6]  İbn Hişam, es-Sîretü’n-nebeviyye 3/213.

[7]  Yûnus sûresi, 10/72.

[8]  Bakara sûresi, 2/128.

[9]  Yûsuf sûresi, 12/101.

[10]  Buhârî, enbiyâ 18-19; menâkıb 13; Tirmizî, tefsir (12) 1.

[11] En’âm sûresi, 6/162, 163.

[12] Buhârî, bed’u’l-vahy 6; Müslim, cihad 74.

[13] Hanîf: Cahiliye döneminde, şirke, putperestliğe sapmadan istikamet üzere tevhid inancını koruyan kimselere verilen addır. Hz. İbrahim’in (aleyhisselâm) dininden kendilerine ulaşanlarla amel eden, Allah’a kulluğunu sürdüren kimseler diye de tarif edilmiştir. Cahiliyede Araplar, Hz. İbrahim’in dini üzere olanlara hanîf derlerdi. (İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab 9/58).

[14] Bkz.: Aliyyülkârî, er-Raddü ale’l-kâilîn bi vahdeti’l-vücûd 1/16.

[15] Nahl sûresi, 16/36.

[16] İbrahim sûresi, 14/4.

[17] Meryem sûresi, 19/97.

[18] Enbiyâ sûresi, 21/107.

[19] Kadı İyaz, eş-Şifa 1/17.

[20] Şuarâ sûresi, 26/193.

[21] Mâide sûresi, 5/3.

[22] Buhârî, îmân 33, megâzî 77, tefsiru sûr (5) 2, i’tisam 1; Müslim, tefsir 3, 4, 5.

[23] Buhârî, teyemmüm 1, salât 56; Müslim, mesâcid 3, 5.

[24] Buhârî, menâkıb 18; Müslim, fezâil 23.

[25] Bediüzzaman, Mektubat, s.33 (Dokuzuncu Mektup, Râbian)

[26] Buhârî, libâs 43; Müslim, salâtü’l-müsâfirîn 218.

[27] Hicr sûresi, 15/99.

[28] Müzzemmil sûresi, 73/8.

[29] Müddessir sûresi, 74/1-5.

[30] Kehf sûresi, 18/28.

[31] İbrahim sûresi, 14/24.

[32] Fâtır sûresi, 35/10.

[33] Tirmizî, zühd 48; İbn Hibbân, es-Sahîh 2/136.

[34] Bkz.: İbn Mâce, zühd 4.

[35] Bakara sûresi, 2/21.

İslâm