İslâm'da Namaz

1. Namazın Dindeki Yeri ve Önemi

İslâm dininde namazın yeri çok büyüktür. Kur’ân’da, inanmaya ait meselelerin hemen ardından namazdan bahsedilir. Biz, başkaları için öyle düşünmesek de sahabe, kendi aralarında namaz kılmayanın imanından şüphe ederdi. Bu konuda,  إِنَّ بَيْنَ الرَّجُلِ وَبَيْنَ الشِّرْكِ وَالْكُفْرِ تَرْكَ الصَّلَاةِ  “Kul ile şirk ve küfür arasında sadece namazın terki vardır.”[1] hadisi sahabenin bu yaklaşımını destekleyen önemli bir delildir. Namazın huşû içerisinde kılınması ise aşağıda arz edeceğimiz üzere namaz ile gelen mânevî vâridât adına ayrı bir önem arz etmektedir.

Namaz, ibadetlerin en kapsamlısıdır. Bu açıdan denebilir ki o, kâmil insanın en kâmil ibadetidir. Evet, namaz, Allah’a ulaşmaya, varlığı yorumlamaya, değişik ilimlerle kâinatı hallaç etmeye müsait yaratılan bu mükemmel insanın tabiatına en uygun bir ibadettir. O, mahiyetindeki mükemmelliği ancak namaz gibi bir ibadetle ifade edebilir ve Allah’ın kendisinden istediği insan olma özelliğini de ancak onunla ortaya koyabilir.

Evet, insanın maddî-mânevî mükemmelliği tartışma götürmez bir gerçektir. Mesela onun boyu, posu, endamı ve uzuvları arasındaki uygunluk ve insicam, herkeste hayranlık uyandıracak kadar güzeldir. Ondaki bu güzelliği Romalıların sanat dehâları çok iyi kavramıştır ama tevhide yönelemediklerinden dolayı, bu duygularını müşahhas resim ve heykellerle anlatmaya çalışmış ve meseleyi darlığa hapsetmişlerdir. Ben, insana olan bu hayranlığımı değişik zaman ve zeminlerde, “Eğer Allah kendinden başka birine secde edilmesine müsaade etseydi bu, insan olurdu.” şeklindeki sözlerimle ifade edegelmişimdir. Bu espriyi, bir yönüyle, meleklerin, Hz. Âdem’e secde etmekle emrolunması da destekliyor gibidir. Tabi meselenin taabbüdî buudu daha ağırdır.

İnsanla yakından irtibatlı olan böyle bir ibadetin kâmil mânâda eda edilmesi, yukarıda ifade ettiğimiz mânevî vâridât adına çok önemlidir. Cenâb-ı Hak, Mü’minûn sûresinde قَدْ أَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ ۝ الَّذِينَ هُمْ فِي صَلَاتِهِمْ خَاشِعُونَ  “Şüphesiz, namazı huşû içinde eda edenler kurtuldu.”[2] buyurmaktadır. Her şeyden mefhum-u muhalif (zıt anlam) çıkarmak doğru olmamakla birlikte, bu âyetin mefhum-u muhalifini ele alacak olursak “Namazı huşû ile eda etmeyenler kurtulamazlar.” mânâsı çıkarılabilir. Biz bu yoruma temayül etmesek de ihtimal dâhilinde bulundurmayı temkinli bir davranış sayıyoruz. Bu açıdan aç bir insanın, yediği yemeği bütün zerreleriyle hissetmesi veya susamış birisinin su içerken onu zevk etmesi ya da havasızlıktan sıkışmış bir insanın ferahfezâ bir atmosferde havayı ciğerlerine çekerken onu hissetmesi gibi, namazın da duyarak eda edilmesi gerektiğine inanıyoruz.

Evet, namaz, halk tabiriyle, verip veriştirilecek ve geçiştirilecek bir şey değildir. O, kendisine hususi bir vaktin ayrılması ve başlamadan önce de mutlaka konsantre olunması gereken bir ibadettir. Aslında namaz ve namaz öncesi hazırlıklar, bu konsantreyi sağlayabilecek güçtedir ve sıralanmaları itibarıyla namaz vetiresinin enstrümanları gibidirler.

Mesela def-i hâcetle vücuttaki fazlalıklar atılır ve insanda bir rahatlama meydana gelir. Ardından abdestle vücudumuzdaki kinetik enerji dengelenir ve bununla da ayrı bir rahatlama gerçekleşir. Bunu takiben camilerin minarelerinde şehbâl açan ezan-ı Muhammedî bizi ayrı bir teveccühe ve derinliğe çeker. Sonra camiye, âdeta Allah’a vâsıl oluyor gibi huşû içinde yürünür, müezzinin tatlı nağmeleriyle ayrı bir âleme girilir, sünnetler eda edilir ve nihayet müezzinin kâmeti gelir. Evet, bütün bunlar, farzı dolu dolu kılmak için iç derinliğine, Allah’ı duymaya ve O’nu sürekli mülâhazaya almaya hazırlayan birer çağrı ve konsantrasyonun sağlanması için önemli birer unsur gibidirler.

Namazın bu ölçüde derince duyularak kılınması bir hedeftir ve namaz öncesi yapılan bu hazırlıklar, o duyuşu gerçekleştirecek stratejiler olarak da değerlendirilebilir. Kaba bir tabirle, belli gayeleri gerçekleştirme adına ortaya konan politikalar gibi bunlar da, o kâmil namazı tahakkuk ettirmek için kullanılan vesileler olarak görülebilir. Ezan, kâmet, abdest, nafile namazlar ve diğer amellerin hiçbirisi asıl gaye değillerdir. Bütün bunlar, varlığın en kâmili, ahsen-i takvîme mazhar insanın, ibadetinin de kendine yakışır olması için ortaya konmuş vesilelerden ibarettir.

İç ve dış yapısı itibarıyla böyle mükemmel bir varlığı Allah’a yaklaştıracak ve gerçekten insan olmasının ifadesi sayılan namaz mutlaka ciddi bir iç derinliği ile eda edilmelidir. Bunu tam eda edememe endişesi veya gerçekten eda edememenin ızdırabının yaşanması, kul adına önemli bir seviyedir. Burada, gaye-i hayal olan böyle bir namazın “çok az” insana müyesser olduğunu da ifade etmeliyiz. Burada kullanılan “çok az” kelimesi izafîdir. Mesela birisi başını secdeye koyduğunda kaldırmayı düşünmüyor.. bir başkası namaza durunca, kendisini gül bahçesine salmış gibi hissediyor.. bir başkası namazda kendini cennet yamaçlarında sanıyor.. bir diğeri kendini ruhanîlerin önünde görüyor olabilir. Bu, herkesin istidadına göre yakalayabileceği bir ufuktur. Ne var ki biz, niyetlerimizle mükemmelin peşinde olduğumuz müddetçe, hedefe ulaşamasak da niyetlerimizle hedeflediğimiz şeyi her zaman yakalayabiliriz. Unutmayalım ki, “Mü’minin niyeti, amelinden hayırlıdır.”[3]

İnsanlar bazen namaz adına her şeyi tam tekmil yerine getirdikleri hâlde, değişik sebeplerden dolayı namazı doya doya kılamayabilirler. Mesela bulunduğu ortamda namaza durulduğu anda çocuklar gelir sırtına binerler ki bu çok defa Allah Resûlü’nün de başına geliyordu. Veya namaz esnasında büyük bir gürültü duyulur da bütün dikkatler o noktaya kayar. Dolayısıyla da namazda zirveye ulaşılamaz.

Namazda bize ârız olan hâllerin bazıları vardır ki onlar her zaman bizi aşar; bazıları da vardır ki onlar bizim beşeriyetimizden kaynaklanır. Mesela insanın kendi iç dünyasında kurguladığı hayaller gelir namazda insanın içine akar ve namazın önüne geçerek ona perde olur. Bu durumda insan kendisini sürekli bir sisin-dumanın berisinde hisseder. Hz. Ömer gibi semalarla irtibatlı bir insan bile kendisine ulaşan Irak’la ilgili bir problemle zihni meşgulken kıldığı namazda şaşırır.[4]

Bu konunun ayrı bir yönü de namaz kılınan atmosferle alâkalıdır. Hiçbir sıkıntı ve meşakkatin olmadığı bir atmosferde kılınan namaz ile bin bir ızdırap, sıkıntı ve değişik düşüncelerin sıkıştırması altında kılınan namaz arasında çok büyük farkların olacağı açıktır. İkinci türden namazlar, namazdaki derinliğin ayrı birer buudu gibidirler. Gerçi her ne kadar huzur, sağdan soldan gelen değişik şeylerle bin bir defa deliniyor ise de bu stres ve sıkıntıların arasında namazı farklı bir zâviyeden tıpkı nefes alma gibi duyma ve hissetme, namaza bizim anlayamadığımız farklı bir renk kazandırır. Bence önemli olan da işte budur.

O sebeptendir ki savaş esnasında kılınan namazlar normal zamanlarda kılınanlardan kat kat daha fazla sevaplıdırlar. “Salâtü’l-havf”ın kılınış şekline baktığımızda, çok garipsediğimiz tablolar çıkar karşımıza. Nisâ sûresinde bu namaz şöyle anlatılır:

“Sen içlerinde bulunup onlara namaz kıldırdığın zaman, onlardan bir kısmı seninle beraber namaza dursunlar, silahlarını (yanlarına) alsınlar, böylece (namazı kılıp) secde edince (diğer kısım) arkanızda olsunlar. Sonra hemen namazını kılmamış olan diğer kısım gelip seninle beraber namazlarını kılsınlar ve onlar da ihtiyat tedbirlerini ve silahlarını alsınlar. O kâfirler arzu ederler ki siz silahlarınızdan ve eşyalarınızdan gafil olsanız da üstünüze birden baskın yapsalar...”[5]

İşte bu şekilde, acaba ne zaman bir kurşuna hedef oluruz veya bir bombardımana maruz kalırız gibi mülâhazalar altında kılınan namaz, bu namazın kılınış keyfiyeti bize garip gelse de sair namazlara göre çok daha büyük ve çok daha değerlidir.

Netice itibarıyla sırtında bir yük hissederek zaman içindeki boşlukları kollayıp, “Ne pahasına olursa olsun mutlaka onu eda etmeliyim.” mülâhazasıyla kılınan namazda da öyle bir enginlik vardır ki bu noktayı, tekyelerde, zâviyelerde, hatta Kâbe’de namaz kılanların bile yakalayabileceğine ihtimal veremiyorum.

a. Hesabı Sorulacak İlk İbadet

Namaz, mü’minin huzur-u ilâhide hesabını vereceği ilk ibadettir. Ne zina, ne içki ne de başka bir şey! Bundan, diğer ibadetlerin önemsiz olduğu mânâsı çıkarılmamalı, aksine namazın ehemmiyeti anlaşılmalıdır. Bir insan namaz kılmıyorsa hayatının en büyük kayıp kuşağında yaşıyor demektir.

Oruç, zekât, hac gibi ibadetleri yerine getirmek namaz kılmaya göre daha kolaydır. Namazın kendine göre bir zorluğu vardır. Nitekim sahabe, oruç tutmayana veya hacca gitmeyene değil, namaz kılmayana “münafık” nazarıyla bakardı. Hatta ulema, amelî nifak bahis mevzuu olduğu zaman buna çok defa namazın terk edilmesini misal verir. İnsanın –şuurunun derinliğine göre– günde beş defa Allah’a arz-ı ubûdiyette bulunması onun derecesini hayal edemeyeceği kadar yüceltir. Evet, namaz deyip geçmemeli; namazdan geçen, korkulur ki bir gün dinden de geçer. Namazın mânâsında miraç hakikati mevcuttur ama bunu herkes kendine göre hisseder ve kabiliyeti nispetinde o miraca çıktığını duyar. En mükemmel miraç, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) miracıdır.

Kul, ahirete adımını atar atmaz ilk olarak namazlarının hesabıyla karşılaşır. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Kıyamet günü kişi, amelleri arasından önce namazın hesabını verecek. Bu hesap güzel olursa kurtuluşa erdi demektir. Bu hesap bozuk olursa hüsrana düştü demektir.”[6] buyurarak bu hakikati ifade etmiştir. Dolayısıyla kulu, bir anda Cehennem’in gayyasına ya da Cennet köşklerinden bir köşke taşıyacak olan şey, namaza verdiği önem olacaktır.

O hâlde mü’min, günlük beş vakit namazını aksatmadan kılmalı ve her fırsatta Rabbiyle irtibatını kuvvetlendirme yollarını aramalıdır. Çünkü burada eda edeceği her namaz, ötede, rezil ve rüsvay olacağı bir günde karşısına çıkacak ve imdadına koşacaktır. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), o günün dehşetini anlatırken, “Ahirette kim inceden inceye hesaba çekilirse azaba maruz kalacak demektir!” buyurur. Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ) ise, “Nasıl olur? Allah Teâlâ,  فَأَمَّا مَنْ أُوتِيَ كِتَابَهُ بِيَمِينِهِ ۝ فَسَوْفَ يُحَاسَبُ حِسَابًا يَسِيرًا ۝ وَيَنْقَلِبُ إِلَى أَهْلِهِ مَسْرُورًا ‘O vakit kimin kitabı sağ eline verilirse kolay bir hesapla muhasebe edilecek ve ehline sevinçli olarak dönecek.’[7] buyurmadı mı?” deyince de, “Hayır! Bu arzdır. Kıyamet günü ince hesaba çekilen herkes mutlaka helâk olmuş demektir!”[8] buyururlar. Cenab-ı Hak, yardımına muhtaç olduğumuz o günde, lütuf ve keremiyle yardımcımız olsun; küçük hayırlarımızı büyük yapsın ve kusurlarımızdan ötürü bizleri sorumlu tutmasın!

Kur’ân, namazlarını terk etmek suretiyle hüsrana uğrayan güruhu şöyle resmeder:

 فِي جَنَّاتٍ يَتَسَاءَلُونَ ۝ عَنِ الْمُجْرِمِينَ ۝ مَا سَلَكَكُمْ فِي سَقَرَ ۝ قَالُوا لَمْ نَكُ مِنَ الْمُصَلِّينَ ۝ وَلَمْ نَكُ نُطْعِمُ الْمِسْكِينَ ۝ وَكُنَّا نَخُوضُ مَعَ الْخَائِضِينَ ۝ وَكُنَّا نُكَذِّبُ بِيَوْمِ الدِّينِ ۝ حَتَّى أَتَانَا الْيَقِينُ

“Onlar mutlaka cennetlerde mücrimlerin durumu hakkında kendi aralarında konuşurlar. O suçlulara, ‘Neydi bu cehenneme sizi sürükleyen?’ diye sorulur. Onlar şöyle cevap verirler: Biz, namaz kılanlardan değildik. Fakirleri doyurmaz, onların ihtiyaçlarıyla ilgilenmezdik. Batıl sözlere dalanlarla beraber biz de dalardık. Bu hesap gününü yalan sayardık. Ölüm bizi yakalayıncaya kadar hep böyle idik.”[9]

Burada dikkat çeken bir husus, infak etmeme ile namazı terk etmenin birlikte zikredilmesidir. Bunun aksi ise namaz kılma ve yoksula infakta bulunmadır. Bu iki husus, Kur’ân-ı Kerim’in çoğu âyetinde birlikte zikredilir. Biri, ferdin şahsî hayatını tanzim ve şahsî miracını temin eder; diğeri ise ruh bütünlüğü ve birliği içinde sağlam ve sıhhatli bir toplumun tesis edilmesini ve hep birlikte terakki etmeyi netice verir. Dolayısıyla bunlar, birbirinden ayrılmaz iki önemli ibadettir.

Mü’minlere farz kılınan ilk ibadet, namazdır; dolayısıyla ümmet-i Muhammed arasında en son terk edilecek şey de o olacaktır. İslâm dininin birçok emri belki zamanla terk edilecek; mesela çarşı-pazarda Allah’ın emri istikametinde muamele kalmayacak, fitne ateşi her tarafı saracak ve fitneye atılanların sayısı hadd ü hesaba gelmeyecek. Fakat böyle bir ortamda dahi Allah’a kulluk adına devam edecek olan biricik şey namaz olacaktır. Cenâb-ı Hak, namazın bütünüyle terk edildiği bir dönemi bizlere göstermesin! Bizler, yeni bir bahar ve yeni bir dirilişin eşiğinde olduğumuz zannı ve kanaati içindeyiz.  أَنَا عِنْدَ ظَنِّ عَبْدِي بِي  “Ben, kulumun zannı üzereyim.”[10] sözüyle kendisini bize tanıtan Rabb’in rahmetinden ümidimiz o ki, bu baharları ve bu dirilişleri çoğaltsın ve bütün insanları huzuruna koşturup hayatlarının son demlerinde dahi olsa onlara namazla miraç yapma şerefini bahşetsin; öbür âlemde hepimize cemâl-i bâkemalini müşâhede ettirsin.

b. İmanın İkiz Kardeşi

İman ve namaz aynı döl yatağında neş’et etmişlerdir; namaz, imanın ikiz kardeşidir. İman, dinin ve diyanetin nazarî yanını teşkil eder; o nazarî yanın takviye edilmesi ve tabiatın bir derinliği hâline getirilmesi ise ancak namaz başta olmak üzere sair ibadetlerle mümkün olur. Bu itibarla denebilir ki; namaz pratik imandır, iman da nazarî bir namazdır. Dini yalnızca vicdanî bir kabulden ibaret gören ve hayatlarında ibadet ü taate yer vermeyenler hiç farkına varmadan tenakuza düşmekten kurtulamamışlardır. Evet, dinin direği namazdır. Namaz, bir mü’minin günde en az beş defa içine girip temizlendiği sonsuzluğa doğru akıp giden bir tevbe ırmağı ve arınma kurnasıdır. O, savaş meydanlarında mücadelenin kızıştığı en tehlikeli anlarda bile hakkı verilmesi gereken çok önemli bir vazife, emin bir sığınak, mühim bir kurbet vesilesi ve en kısa bir vuslat yoludur. Bu hususiyetlerinden dolayıdır ki Asr-ı Saadet’ten günümüze kadar Hak dostları onu hayatlarının merkezine koymuş ve farzları ikâme etmekle yetinmeyerek her gün yüzlerce rekât nafile namaz kılmayı alışkanlık hâline getirmişlerdir.

c. Bütün İbadetlerin Fihristi

Namaz, diğer bütün ibadetlerin mânâsını ruhunda taşıması ve hepsinden bir iz bulundurması sebebiyle âdeta bütün ibadetlerin fihristi gibidir. İnsan, diğer ibadetleri belli zaman dilimlerinde eda ederek Allah’a karşı kulluk borcunu yerine getirir; namaz ise böyle değildir. O, sürekli olarak insanın Allah’la alâkasını temin eder, rahmetle irtibatını devam ettirir. Bu yönüyle onunla boy ölçüşebilecek ikinci bir ibadet tasavvur etmek mümkün değildir. Namaz, rahmet ve kerem sahibi Rabb’e karşı, haşyet ve saygı dolu bir gönülle eda edildiği müddetçe dünyevî-uhrevî bir saadet vesilesi olur. Bu yüzden namaza en büyük ehemmiyeti, büyük bir davayı yüklenerek gelen, beşerin en büyük mükellefi Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) vermiştir. O, günde beş vakitle iktifa etmemiş; namazın ifade ettiği, “Cenâb-ı Hakk’a mülâki olup O’na münacatta bulunma” mânâsını gece de devam ettirmiştir. Hatta –Hz. Âişe’nin ifadesiyle– kendisi için bir mükellefiyet saydığı gece namazını hiç terk etmemiş; rahatsız olduğu zamanlarda, oturarak dahi olsa onu eda etmeye çalışmıştır.[11] Böylece O, Rabbisine ibadet için tahsis ettiği ömründe bir parça karanlığın olmasına fırsat vermemiş, hayatının hiçbir ânını Rabbisinin adını anmadan, gafletle geçirmemiştir.

Namaz, diğer ibadetlerde bulunmayan bazı hususları da içine alan bir ibadettir. O, Rabb’in davetine bir icabet ve bu icabetin kendine has formüle edilmiş şeklidir. Bu yönüyle namaz hususiyeti olan bir ibadettir. İbadetlerin hepsi belli vakitlere bağlıdır; dolayısıyla belli zaman dilimlerinde yapılır ve biter; namaz ise aralıksız devam eder. Mesela biz, Ramazan orucuna başlamakla birlikte, bir de bakarız ki ay çekilip gitmeye yüz tutmuş. Haddizatında oruç, şerefli bir ibadettir ve gizli yapılır. Dolayısıyla aç duranın sırrını ancak Allah (celle celâluhu) bilir ve onun mükâfatını sadece O takdir eder. Ancak ona tekrar kavuşabilmek için bir yıl beklemek gerekir.

Senede bir defa verilen zekât da bir kısım şartların gerekli olması açısından herkesin yapabileceği bir ibadet değildir. Malınızdan zekât için ayırdığınız miktarı, zamanı gelince verilmesi gereken yere verir, borcunuzu eda etmiş olursunuz. Bu yönüyle ona anlık bir ibadet olarak bakılabilir. Esasında zekât, zekâtı verilen mala yıl boyunca bir yümün ve bereket getirir. Belki malınızdan koparıp bir parçasını vermekle sanki canınızdan bir parça gidiyor gibi olur ama Rabb’in emri istikametinde hareket ettiğinizden dolayı kalbiniz huzura erer ve onu vermede bir neşe ve huzur duyarsınız.

Hac da öyledir; mü’min, hac vesilesiyle gittiği yerde ihrama girer, Rabb’e gönlünü verir, aşk u şevk içinde,

لَبَّيْكَ اللَّهُمَّ لَبَّيْكَ، لَبَّيْكَ لَا شَرِيكَ لَكَ لَبَّيْكَ، إِنَّ الْحَمْدَ وَالنِّعْمَةَ لَكَ وَالْمُلْكَ، لَا شَرِيكَ لَكَ

“Buyur Allahım! Senden başka ilâh yoktur, Sen teksin, ortağın yoktur, bütün hamdler Sana aittir, nimet Sendendir, mülk Senindir, Senin ortağın yoktur.” der ve bu sözleriyle emre âmâde olduğunu bildirir. Bütün bunlar, Rabb’in huzuruna çıkıp O’nunla konuşma ve içini o âlemden gelen feyizlerle doldurmadır ki yapılan bu ibadetlerin ayrı birer hususiyeti vardır.. ama hepsi muvakkattır; gün gelir, mü’min, o kutsal mekânlardan çıkmak istemese dahi, “Artık çıkmanız gerekiyor.” derler, o da gerisin geriye mahzun ve kalbi kırık bir hâlde ayrılmak zorunda kalır.

İnsan, oruçta, yemeden-içmeden kesilmek suretiyle Cenâb-ı Hakk’a karşı bir teveccühte bulunur. Namazda da –geçici de olsa– bir mânâda dünyaya ait malayaniyattan kesilme, tamamen Allah’a teveccüh etme vardır.

Namaz, Arafat’ta dahi zor kazanılabilecek bir huzuru, günde beş defa mücevher taşıyan eteğiyle getirir, mü’minin önüne döküverir. O günde beş defa bu davetle gelir ve mü’minin gözünün önünde kendisini hissettirir. Mü’min de günde beş defa alnını seccadeye kor, şâir-i şehîrimizin ifadesiyle, “Öp beni alnımdan, sen öp seccadem!” der.

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem):

أَقْرَبُ مَا يَكُونُ الْعَبْدُ مِنْ رَبِّهِ، وَهُوَ سَاجِدٌ، فَأَكْثِرُوا الدُّعَاءَ

“Kul, Rabb’ine en ziyade secdede iken yakın olur, öyle ise (secdede) duayı çok yapın!”[12] buyurur. Biz, başımızı yere koyduğumuz zaman, bu yakınlığın doruğuna ulaşırız. Sonra da bu tahayyül ve tasavvur içinde,سُبْحَانَ رَبِّيَ الْأَعْلَى  “Yüce Rabbim, (her çeşit kusurdan) münezzehtir.” deriz.

Yine namaz, her an tekrar edilme mânâsını ruhunda taşır. Bu yönüyle âdeta o, “Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah”la omuz omuza gider. Nasıl ki Muhbir-i Sâdık’ın fermanına itaat ederek bazılarımız kelime-i tevhidi akşam-sabah yüzer defa, bazılarımız da her namaz tesbihatında otuz üçer defa zikreder, dilinden düşürmez; aynı şekilde namaz da bizden ayrılmaz, gece tatlı uykularımızın içine dahi girer, تَتَجَافَى جُنُوبُهُمْ عَنِ الْمَضَاجِعِ يَدْعُونَ رَبَّهُمْ خَوْفًا وَطَمَعًا وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ  “Korkuyla ve umutla Rabb’lerine yalvarmak üzere (ibadet ettikleri için) vücutları yataklardan uzak kalır ve kendilerine verdiğimiz rızıktan Allah yolunda harcarlar.”[13] davetiyle karşımıza çıkar. Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Cenaze mezara konulduğu zaman kendisini teşyi edenlerin ayak sesleri henüz kesilmemiştir ki melekler gelir, kendisine soru sorarlar. Tam o dakikada nuranî bir şey gelir onun başucuna oturur. Bu onun namazıdır. Bir başka nuranî şey ayakucuna oturur. Bu onun sair hayrat ve hasenatıdır. Bir başka nuranî şey onun sağ tarafına oturur. Bu onun orucudur. Bir başka nuranî şey sol tarafına oturur. Bu da onun zekâtıdır. Bunlar, sağdan ve soldan kabrin onun kemiklerini sıkmasına (canını yakmasına), sıkıntılar hâsıl etmesine karşı onu korurlar.”[14] ifadeleri içerisinde o da, dünyada kendisini terk etmeyenleri, bütün dost ve ahbabın, bir çift taş dikerek terk edip gittikleri mezarda yalnız bırakmayacaktır. Çünkü o, her yönüyle mü’minin içine işlemiştir.

İbadetler, malî ve bedenî olmak üzere iki kısma ayrılır. Namaz, her ne kadar bedenî bir ibadet olarak değerlendirilse de –bazı fakihlerin belirttikleri gibi– malî yönünün olmadığını söyleyemeyiz. Zira eski dönemlerde insanlar ‘zaman değeri’ denilen hususu bilmiyorlardı. Kapitalizm ve komünizmin ortaya çıkmasıyla birlikte zamanın değeri insanlar tarafından anlaşılmaya başlanmıştır. Oysaki Müslümanlıkta zaman zaten bir değere sahipti ve kıymeti biliniyordu. İnsan, gerek namaz gerekse abdest için belli bir vakit ayırır. Bir yönüyle namaz kılarken elbisesi aşınır. Bir yönden namaz kılmak için dükkânını kapatmak zorunda kalır. Bunlar bir araya getirildiği zaman namazın mali bir yönünün olduğu da görülür.

Namazın bir de –daha ziyade sufilerin üzerinde durdukları– ‘kalb tasfiyesi’ ‘nefis tezkiyesi’ yönü vardır. İnsan, namazda kalbiyle Allah’a yönelir ve nefsini iki büklüm yapar. Nefsinin gururunu secde kancasıyla büker. Dolayısıyla ruhun terakkisi adına namazın ihtiva ettiği bir mânâ vardır.

Namazın bir başka hususiyeti de insanın, meleklerle birlikte aynı safta yanyana durmasıdır. Fakihlerin de kabullendiği bu mevzuyla ilgili olarak namazın sonunda sağa-sola selam verirken yanındaki cemaatle birlikte ruhanilere ve meleklere de selam vermenin niyet edilmesi tavsiye edilmiştir. Demek onlar da insanın namazına iştirak ediyorlar. Onların bulunduğu yere ise sekine iner. Namaz, böylece meleklerin ibadetinden de bir çeşni içermektedir.

Melaike-i kiramın bazıları sürekli rukûda, bazıları secdede durur, Cenâb-ı Hakk’a tazimlerini öyle ifade ederler. İnsan da bir yönüyle onların bu ibadetlerini aynıyla temsil eder. Şu kadar var ki meleklerin her bir sınıfı bu ibadet çeşitlerinden sadece birini yerine getirirken insan, namazda bunların hepsini bir arada yapar.

Diğer yandan yeryüzündeki canlılara baktığımızda onların bazılarının iki ayağı, bazılarının dört ayağı üzerinde, bazılarının da yüzüstü durduklarını ve hâl diliyle Allah’a kulluklarını bu şekilde ifade ettiklerini görürüz. İnsan da namazda onların hepsinin kulluğunu ifade edecek bir keyfiyet sergiler. Ayrıca diğer mahlûkata karşı sahip olduğu özellikleri anlama adına namaz insana yol gösterir. İnsan, kıyamda, “Rabbim sana hamdolsun, beni bir ağaç gibi hareketsiz, dimdik yaratmamışsın. Verdiğin mafsallar sayesinde eğilip kalkabiliyor, her türlü hareketi zahmetsizce yapabiliyorum.”; rükû’da, “Sana hamdolsun, beni bir kısım mahlûkat gibi iki büklüm yaratmamışsın.”; secdede, “Sana hamdolsun, beni, yüzü yerde sürüm sürüm bir mahlûk yapmamışsın.” der ve onların bu hâllerini idrak eder. Bu durumu ifade sadedinde Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

واللهُُ خَلَقَ كُلَّ دَابَّةٍ مِنْ مَاءٍ فَمِنْهُمْ مَنْ يَمْشِي عَلَى بَطْنِهِ وَمِنْهُمْ مَنْ يَمْشِي عَلَى رِجْلَيْنِ وَمِنْهُمْ مَنْ يَمْشِي عَلَى أَرْبَعٍ يَخْلُقُ اللهُ مَا يَشَاءُ إِنَّ اللهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ

“Allah her canlıyı sudan yarattı: Kimi karnı üstünde sürünür, kimi iki ayağı üstünde yürür, kimi dört ayağı üstünde yürür. Allah dilediğini yaratır. Allah her şeye kadirdir.”[15]

Yukarıda saydığımız yönleri itibarıyla namaz, insan için bütün ibadetleri hatırlatan âdeta bir fihristtir.

d. Namaza Hazırlık

Namazın kudsiyetinden ve fevkalâdeliğinden ötürüdür ki namaz yolunda yapılan işler, nezd-i ulûhiyet’te namaz olarak yazılır. Çünkü ciddi ve hassasiyet ifade eden bir işin arkasında koşma, “Mü’minin niyeti amelinden hayırlıdır.”[16] fehvasınca, o işi yapıyor gibi bir muameleyi gerektirir. Biz, bu mevzuda Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz rahmetine, sonsuz bir itimatla dayanıyor ve diyoruz ki namaza hazırlık için yapmış olduğumuz istibradan, camiye giderken attığımız adımlara kadar bütün işler, namaz gibi değerlendirilecek ve bize namaz sevabı kazandıracaktır. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), لاَ يَزَالُ أَحَدُكُمْ فِي صَلاَةٍ مَا انْتَظَرَ الصَّلاَةَ  “Namazı beklediğiniz müddetçe namazda sayılırsınız.”[17] buyurur.

Bir başka rivayet ise şöyledir: “Sahabeden Selman, yanında arkadaşlarıyla bir ağacın altında otururken eline bir dal parçası alır ve onu sallayarak yapraklarını dökmeye başlar, sonra da yanındakilere, ‘Niçin böyle yaptığımı sormayacak mısınız?’ der. Yanındakiler, ‘Niçin yapıyorsun?’ dediklerinde de şöyle cevap verir: ‘Allah Resûlü de böyle yaptı ve bize, ‘Niçin böyle yaptığımı sormayacak mısınız?’ dedi. Biz de, ‘Niçin ey Allah’ın Resûlü?’ dediğimizde şöyle cevap verdi: ‘Müslüman bir kişi güzelce abdest alır, sonra da kalkar namaza (giderse), bu yaprakların döküldüğü gibi onun da günahları dökülür.’”[18]

Evet, mü’min, mescide gitmek için yola çıktığı andan itibaren –henüz gerçek anlamıyla namaza girmemiş olsa bile– manen namaza girmiş sayılır. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir başka hadislerinde bu durumu daha açık bir şekilde şöyle ifade ederler:

“Bu gece Rabbim bana en güzel bir surette göründü ve, “Ey Muhammed!” dedi. “Buyur Rabbim, emrindeyim!” dedim. “Mele-i A’lâ(da bulunanların) nelerle yarıştıklarını biliyor musun?” dedi. “Hayır!” dedim. Bunun üzerine elini omuzlarımın arasına koydu. (Hatta onun serinliğini göğsümde hissettim.) Derken semavât ve arzda olanları öğrendim. Sonra, “Ey Muhammed! Mele-i A’lâ (efradı) nelerde yarışır biliyor musun?” dedi. “Evet! Dereceler artıran ve günahlara kefaret olan amellerde.” Kefaretler ise; yaya olarak namaza gitmek, şiddetli soğuklarda abdesti tastamam almak, bir namazdan sonra diğer namazı beklemektir. Kim bunlara devam ederse, hayır üzere yaşar, hayır üzere ölür, günah mevzuunda da annesinden doğduğu günkü gibi olur” dedim.”[19] 

Demek namazdan sonra diğer bir namazı bekleme, Mele-i A’lâ’nın sakinleri arasında önemli bir husustur. Mesela öğleyi kıldınız, daha sonra kılınacak başka bir farz da yok. Sizin içinizden, “Ah, bir ikindi vakti gelse de Rabbimin huzuruna dursam ve onu da bir eda ediversem.” deyip beklemeniz, melekler arasında çekişmeye sebep olmaktadır. Evet, kul, ibadet ü taate niyet ettiği andan itibaren, ibadet ü taatin içine girmiş demektir. 

Mescit yolunda atılan adımların ayrı bir hususiyeti vardır. Zira mescitler, tazarru ve niyetlerin Allah’a yükseldiği mukaddes mekânlardır. Bir kısım kimseler, namazlarını mescit yerine evlerinde kılmak suretiyle hem kâmilâne bir namazdan hem de yirmi yedi kat sevaptan mahrum kalırlar.

Benî Selime oymağı, Allah Resûlü zamanında Medine’nin dış mahallelerinden birinde oturuyorlardı. Namaz vakitlerinde Mescid-i Nebevî’ye gelmeleri zor olduğu gibi Efendimiz’in sohbetlerinin hepsine de iştirak edemiyorlardı. Bu sebeple Mescid’in yakınlarına taşınmak için karar almışlardı. Durumdan haberdar olan Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Benî Selime, mahallenizde kalın! (Mescide gelirken attığınız) adımların sevabını hesaba katmıyor musunuz?” buyurdu. Bunun üzerine yerlerinde kaldılar.[20]

Evet, mescide gidip namazımızı eda edeceğiz. Zira mescitler, yeryüzünde, Allah’ın mescidi olan Kâbe’ye teveccüh etmiş işaretçilerdir ve insanlara Allah’a giden yolu gösterirler. Dolayısıyla cemaat hâlinde eda ettiğimiz namazlar, Kâbe’de eda edilen namazlar arasında değerlendirilir. Çünkü Kâbe, Allah’ın vaz’ ettiği bir mescit ise öbürü de ona bağlı ve onun etrafını çepeçevre sarmış insanların yapmış olduğu mescitlerdir. Bu mescitlerdeki minberler, mihraplar, Allah mescidinin mihrap ve minberine müteveccihtir. Hepimiz, her zaman namazlarımızı Kâbe’de edaya muktedir olamadığımıza göre, onun izdüşümü olan bu mescitlere iştirak etmek suretiyle Kâbe’de kılmış gibi sevap kazanabiliriz.

e. Namazın Mükâfatı

Namaz, insanın günde beş defa olgunlaşıp pişmesi ve kendisinden beklenen rengi alması demektir. Başka bir ifadeyle insanın, namazla şeffaflaşarak esmâ ve sıfât-ı ilâhiyeyi gösterir hâle gelmesi ve Cenâb-ı Hakk’ın emirlerinin kendisinde meydana getirdiği hâlin rengini aksettirmesidir. Mesela; Rabbim benden ne istiyor, itaat ve inkiyat içinde huzurunda el-pençe divan durmamı mı? Kıyamımla bunu yaparım. Enaniyet ve gururumu kırmamı mı? Rukûmla bunu yerine getiririm. Kendisine tazim göstermemi mi? Secdemle bunu ifade eder yerine getiririm... deyip daima emre âmâde olduğunu göstermesidir ki bu hâl, tabiri caizse insanın Rabb’in boyasıyla boyanmasıdır. Yani iç âleminin, Mevlâ’ya imanla inşiraha kavuşması; alnının pırıl pırıl hâle gelmesi; simasının, سِيمَاهُمْ فِي وُجُوهِهِمْ مِنْ أَثَرِ السُّجُودِ “Onların alametleri, yüzlerindeki secde izidir.”[21] hakikatiyle mütecelli olması ve Efendimiz’in, ahirette غُرّاً مُحَجَّلِينَ، مِنَ الْوُضُوءِ “Abdest sebebiyle uzuvları, atların alın ve ayaklarındaki beyazlık gibi parlar.”[22] diye tavsif ettiği şekli alarak, lâhut âlemine ait bütün renkleri aksettirmesidir ki, bundan daha güzel bir boya olamaz.

Namaz, onun zevkini idrak edenler için çok zevkli bir amel, fakat muhakeme ve muhasebesini yapamamış kimseler için ise bir ağırlık ve yüktür. Bazıları, onu kılamadığı zaman affedilmez bir günahı işlemiş gibi kendisini hesaba çeker; bazıları da Allah’ın insanlara yüklediği, üstesinden gelinmez bir yük ve def-i bela kabilinden eda edilmesi gereken bir vazife olarak telakki eder ki, bu bir muhasebesizlik örneğidir. Aklı başında bir insan, dünyada ebedî olmadığını, ölümün bir gün mutlaka kendisine de uğrayacağını, ihtiyarlık alâmetlerinin aslında ölüme dair emareler olduğunu düşünür ve Cenâb-ı Hakk’ın kendisine verdiği nimetleri yerli yerince değerlendirmeye çalışır; çalışır da kendisine bahşedilen, günlük yirmi dört saatin büyük bir kısmını ahirete hazırlık için kullanır. O, ruhunun teneffüs etmesini, Allah’ın huzurunda maddî-mânevî temizlenerek ahirete ehil hâle gelmesini ve Rabb’in cemalini müşâhede etmesini; başka bir ifadeyle duyulmazları duymasını ve görülmezleri görmesini sağlayacak olan namaz için günde sadece bir saatini ayırmayı yeterli bulmaz. Beş vaktin arasına bir kısım nafileleri de serpiştirerek semeresini artırmaya çalışır.

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), Hz. Ebû Hüreyre’nin rivayet ettiği bir hadiste,  إِنَّ أَثْقَلَ صَلَاةٍ عَلَى الْمُنَافِقِينَ صَلَاةُ الْعِشَاءِ وَصَلَاةُ الْفَجْرِ، وَلَوْ يَعْلَمُونَ مَا فِيهِمَا لَأَتَوْهُمَا وَلَوْ حَبْوًا  “Münafıklara en ağır gelen namaz yatsı ve sabah namazlarıdır. Eğer bu iki namazdaki hayrın ne olduğunu bilselerdi emekleyerek de olsa onları kılmaya gelirlerdi..”[23] buyurmuştur. Nifak, karşı tarafı aldatmadan ibarettir ve yapılan işlerin içten gelmemesinin ifadesidir. Münafık, samimiyetini ortaya koyup sabah ve yatsı namazının zahmetine katlanamaz. Çünkü bu iki vakit, rahat ve rehavet vaktidir. Mü’mine gelince o, “Zahmette rahmet vardır.” anlayışından hareketle –bir kısım fukaha arasında cemaatle eda edilmesi farz mı, vacip mi diye münakaşası yapılan– sabah ve yatsı namazlarına sürünerek bile olsa iştirak eder, imamın arkasında el-pençe divan durur ve böylece Allah’a kulluğunu arz eder.

Evet, namaz, insanın paha biçeceği şeylerin en değerlisidir. Ama bir kısım insanlar, şu kısacık dünya hayatı için ölesiye çalıştıkları, hatta bazen bu çalışmalarının karşılığını alamadıkları hâlde, Cennet’i ve Cemalullah’ı görmeyi semere verecek olan namaza günde bir saat ayırmazlar. Günümüzde işçisinden memuruna, ondan emeklisine kadar hemen herkes, çalıştığının karşılığını alamadığından, dolayısıyla aldığı paranın azlığından şikâyet eder. Aslında bunların kaynağı, işverenlerin ahde vefa ve hakka riayet konularında hassas olmamalarına dayanır. Söz verir, sözünde durmazlar; vaat eder, vaadini yerine getirmezler. Huzur getireceklerini iddia eder, buna muvaffak olamadıkları gibi bir de insanları tehdit ederler.

Ama vaatte bulunan zat, Allah (celle celâluhu) olursa O, vaat ettiği şeyi mutlaka yerine getirir. Mesela O (celle celâluhu), kullarına, “Eğer namaz kılarsanız, sizi sırat üzerinden berk-i hâtif gibi geçirir, cemalimi müşâhedeyle serfiraz kılar, her gün seccadenize bıraktığınız gözyaşlarınızı mizanın kefesine koyar, ona eşsiz pahalar biçerim.” demişse, gücü her şeye yeten ve bize bunu ikrar mahiyetinde günde birkaç defa وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ “O’nun gücü her şeye yeter.” dedirten Allah (celle celâluhu), bunu yapar ve yerine getirir. Aynı şeyi, tehditte bulunduğu mevzular hakkında da düşünebiliriz; O, bizi yapmaktan menettiği şeylere belirlediği cezaları yerine getirmeye kadirdir ama af kapısını da daima açık bırakır.

Evet, hiçbir zaman vaadinden dönmeyen Allah (celle celâluhu), namaz kılmaları karşılığında kullarına Cennet’i vaat etmektedir. Mü’min, Rabbisini müşâhede edeceği âleme namaz merdiveniyle yükselir. O, âdeta her gün hayatına beş basamaklı bir merdiven ilave etmektedir. Namazlarına devam eden böyle bir mü’min, vefat edip de Rabb’in rahmetiyle yüz yüze geldiğinde gördüğü manzara karşısında sevinçten ne yapacağını bilemez. Mahşerde mü’minin bu hâlini Kur’ân-ı Mucizu’l-Beyan bize şöyle anlatmaktadır: فَأَمَّا مَنْ أُوتِيَ كِتَابَهُ بِيَمِينِهِ فَيَقُولُ هَاؤُمُ اقْرَءُوا كِتَابِيَهْ ۝ إِنِّي ظَنَنْتُ أَنِّي مُلَاقٍ حِسَابِيَهْ  “Kitabı sağ tarafından verilen (Cennetlik kimse sevinçle,) ‘Alın, kitabımı okuyun; doğrusu ben, hesabımla karşılaşacağımı zaten biliyordum.’ der.”[24] Cenâb-ı Hak, bizleri de bu salih zümreye ilhak buyursun!

Bizler, –tıpkı bir asker gibi– talim ve terbiye görüp, uhrevî âlemin yüce makamlarına liyakat kazanma vazifesiyle dünyaya gönderilmiş bulunuyoruz. Buradaki her şey bir talim ve terbiyeden, eksik ve gediğin giderilmesi, arızalı ve pürüzlü şeylerin bertaraf edilmesi, insanın terakki edip kemal noktaya yükselmesi ve böylece Cennet’e liyakat kazanıp Rabb’ini müşâhedeye ehil hâle gelmesinden ibarettir. Bu gayeleri en mükemmel şekilde tahakkuk ettirecek ibadet, namazdır. Zira namaz, sair ibadetlerle kıyas edilemeyecek kadar büyüktür. O, dinin direğidir, sefine-i dini (din gemisi) o yürütür. Allah (celle celâluhu), namazı bir miraç, bizleri de o miraç merdivenlerinde yükselen kimseler olarak görmek istiyor. Vefat edip de Cenâb-ı Hakk’ın rahmetine kavuşacağımız âna kadar devam edeceğimiz namaz, bizim mânevî terakkimize en önemli bir vesile olacaktır. O makam ve mevkiye yükseldiğimiz anda da, “Allahım! Bunlar beni dünyada zayi etmedi. Sen de bunları zayi etme!” diyecektir. Bunun aksine, abdesti tastamam almamış, namazı erkânıyla kılmamış, sair hayır ve hasenatımızı yapmamış isek onlar bu sefer, “Bizi zayi ettiğin gibi Allah da seni zayi etsin.” diyeceklerdir.

Bir toplulukta, hususiyle o topluluğun okumuş ve aydın kesimlerinde namaza karşı bir meyil yoksa o toplulukta dinî hayat pörsümeye yüz tutmuş demektir. Bugün Müslüman milletlerin nasıl derbeder olduklarına bakılacak olursa, Allah’ın azameti karşısında yüzlerini yere koyup secde etmeye tenezzül etmeyen başların, kendileri gibi nice küçüklerin kapısında eşik öptükleri görülecek ve bunun sebebi daha iyi anlaşılacaktır. Onlar, yaptıkları şeylerin hesabını vereceklerine inanmadıklarından; Allah korkusu ve mesuliyet duygusunun yerini hırsızlık, suistimal, saçıp-savurma gibi hasletler almıştır. Hâlbuki gerçek mü’minlerden meydana gelen bir topluluk böyle değildir; onlar, vicdanlarında en küçük bir şeyin bile hesabını verme endişesi taşır, dolayısıyla attıkları her adımı ona göre atarlar. Günde beş defa mescide gelip Rabbisiyle arasındaki ahd ü peymanı yenileyen bir mü’min, sanki “Senin kulun olduğumu unutmadım Rabbim! Bunu itiraf için yeniden huzuruna geldim. Dışarıya çıktığım zaman da hayatımı ona göre tanzim edecek, Senin mevcudiyetini bir lahza olsun hatırdan çıkarmayacağım. Her an beni müşâhede ediyorsun gibi adımlarımı atacak; değil insanların hukukuna tecavüz etmek; bir karıncaya dahi basmayacağım.” der. O, böyle düşünmeye mecburdur. Aksi takdirde söylediği şeylerle çelişkiye düşmüş ve yalan söylemiş olur. Çünkü o, günde kırk defa Rabb’in huzurunda, kırk defa rukû edip, seksen defa başını secdeye koymakta ve Rabb’in büyüklüğünü ilan ve itiraf etmektedir ki, böyle bir mü’minin hayatında inhirafların yeri olamaz.

Evet, Allah (celle celâluhu), kendisine kulluk adı altında tevazu gösterdiğimiz nispette bizi yükseltip insanlığın en üst mertebesine çıkaracaktır. Aksine biz, kendi menfaatlerimizin zebunu, çıkarlarımızın esiri olarak yaşadığımız ve gündelik işlerimizle meşgul olduğumuz müddetçe de belki zâhiren kazanacak fakat hakikatte çok şey kaybedeceğiz. Cenâb-ı Hak, her hâlükârda ahireti hatırlamaya bizleri muvaffak kılsın. Öyle işler yaptırsın ki, behemehâl kendisini hatırlayalım; hesabı, mizanı ve defterlerin uçuştuğu ânı hatırlayalım.. hatırlayalım ve durumumuzu ona göre ayarlayalım. Zaten mü’min odur ki, onu gördüğünüz zaman ahireti ve Rabbi hatırlarsınız, kalbiniz istikamet kazanır.

Ne mutlu onlara ki günde beş defa mescide koşar, Allah tarafından akıtılan ve çağlayan hâline gelen namaz deryasına dalar, maddî-mânevî bütün kirlerinden arınır ve sonra da tertemiz olarak Rabb’in karşısında el-pençe divan durur, öbür âlemin imarı için dua ve dileklerde bulunurlar.

2. Bir İbadet Olarak Namaz

a. İbadetlerde Taabbüdîlik

Cenâb-ı Hakk’a teveccühte, ibadet ve dualarda bir sırr-ı ubûdiyet (kulluk sırrı) vardır. Yani onlara yüklenen mânâları kul bilemeyebilir; ama sırf emredildiği için onların gereğini eda eder ve böylece emre âmâde bir kul olduğunu gösterir. Kulluk vesilesiyle kalbin, ruhun, hissin ve sırrın beslenmesi; onların Allah’a (celle celâluhu) teveccühü gibi maslahatlar hâsıl olabilir. İnsan biraz düşündüğünde bunlar dışında başka bir kısım hikmet ve faydaların meydana geldiğini de görebilir.

Mesela zekâtın bir İslâm köprüsü ve fakir ile zenginleri yan yana getirici, birbirine ısındırıcı, nifak ve şikakı önleyici bir tedbir olduğu akılla anlaşılabilir. Haccın bir seyahat ve tenezzüh olarak insanı dinlendirdiği, ona yeniden kendine gelme fırsatı verdiği ve aynı zamanda onun âlem-i İslâm çapında bir kongre olduğu düşünülebilir. Oruçla, insan nefsinin itaati öğrendiği, insanın bir nevi perhiz yaptığı ve sıhhat bulduğu neticesi çıkarılabilir.

Fakat bir mü’min, ibadetlerini kat’iyen bu fayda ve maslahatlara bağlamaz. Çünkü o bilir ki, ibadetlerde “taabbüdîlik”; yani hikmet ve maslahatları ne olursa olsun, onları anlasın ya da anlamasın, nasıl bildirildi ve emredildi ise ona göre hareket etmek ve o emirde kendi aklının almadığı daha pek çok hikmetler olabileceğini düşünmek esastır. Zekât, oruç ve hacda olduğu gibi, namazın belirli vakitlere tahsisi, rekât sayısındaki farklılıklar, rukû, secde ve kıyam gibi hususi fiiller için de bazı hikmetler ortaya konulabilir. Fakat samimi bir mü’min, namazlarını bu hikmetlere bağlamaz. Bilâkis o, emr-i ilâhiyi esas alır. Fıkıh metodolojisinde ibadetlerde gözetilen bu hususiyete “taabbüdîlik” denir.

Taabbüdî olan şeylerin önemli bir yanı şudur: Siz, yaptığınız şeyle, ondan sonra Cenâb-ı Hak tarafından size lütfedilen şey arasında tenâsüb-i illiyet (sebeb-sonuç ilişkisi) prensibine göre bir münasebet göremezsiniz. Mesela namaz kılarsınız, dünyevî-uhrevî, kalbî-ruhî, aklî-hissî öyle matluplarınız hâsıl olur ki, bu nasıl oldu diye şaşırırsınız. Burada ince bir nokta vardır. Taabbüdîlik, taabbüdîlik hesabına işler ve sizde sadece emredildiği için ibadet etme duygusunu geliştirir.

Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) mucizelerini düşünürseniz, yerdeki bir parmağın kalkmasıyla kamer nasıl iki parça oluyor; parmağıyla işaret edince ağaç nasıl yanına geliyor; mübarek elini bir yemeğin üzerinde bir iki defa gezdirince o yemek nasıl bereketleniyor ve on kişilikken yedi yüz kişiyi doyuruyor! Bütün bunlarda tenâsüb-i illiyet prensibine göre, meselenin makul yanı olmadığından öyle anlaşılıyor ki Allah (celle celâluhu), hususi bir lütufta bulunuyor. Aynen öyle de insan kendi ibadetleri ve onlardan hâsıl olan neticeyi gördükçe, tavırları, davranışları, ruhî ve kalbî hayatı açısından lütuf ve nimetlere mazhar oldukça, taabbüdîlik mülâhazası da artar.

Ayrıca taabbüdîlik, kulluk vazifesinin arkasında hiçbir şey aramama ve amelleri sadece Allah’ın (celle celâluhu) emrine bağlama duygusunu ve Allah’a halisâne teveccüh hissini meydana getirdiği için çok önem arz eder. O’nun rıza ve hoşnutluğunu arama duygusunu besler. Hatta sadece farz ibadetlerde değil; insanın ferdî, ailevî ve içtimaî hayatıyla alâkalı vaz’ edilmiş esaslarda da bir taabbüdîlik vardır. İnsan günlük hayatında yapageldiği işlerde ve muamelâtta da sadece emredildiği için yapma niyetini gözetebilir. Âdiyât ve muamelâtta akla, mantığa ve hikmete bina edilmiş mânâların olduğu hususu daha çok görülse de onlarda bile “emredilmiş olmaları”nı esas alabilir. Kul, ister ibadetlerini, isterse günlük hayatta yapageldiği şeyleri, taabbüdîlik mülâhazasına bağlı yaparsa kendisini hâlisane kulluk ruhuna alıştırmış olur. Bunu Üstad Hazretlerinin sözüyle irtibatlandırabilirsiniz: İnsan, yaptığı bir kısım âdetlerini Allah rızası için yapar, onları sağlam bir niyete bağlarsa, mesela Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) sünnet-i seniyyesine uyma niyetiyle O’nun gibi yer, O’nun gibi oturur kalkar ve her hareketinde O’na benzemeye çalışırsa âdetlerini dahi ibadete çevirmiş olur.[25]

Taabbüdîlik esasının temelindeki espri şudur: Cenâb-ı Allah hakiki Mâlik ve hakiki Mutasarrıf’tır. İnsanlar da O’nun kulları ve dolayısıyla mülküdürler. Mülk sahibi, mülkünde istediği tasarrufu yapar. Öyleyse O, bizim tavır ve davranışlarımızı belirlemede de mutlak hâkimdir. Bununla beraber Allah (celle celâluhu), âdiyât içinde insanlara bir hilafet mânâsı vermiş, eşyaya müdahale etme hakkı tanımıştır ki bu, izafî bir mâlikiyettir. İnsanlar, Mutlak Hâkim’e, Mutlak Mutasarrıf’a taabbüdîlik mülâhazasıyla mutlak teslim ve tâbi olmalı; âdiyâtta da eşyaya müdahale etme mevzuunda kendilerine tanınan izafî ve nispî hakkı kullanmalıdırlar. Ama bu hakkı kullanırken de bilmelidirler ki, asıl mal sahibi ve Müsebbib-i Hakiki, Allah’tır.

Allah Teâlâ kâinatta âdât-ı Sübhâniye diyebileceğimiz, itme-çekme, sürtünme, yerçekimi gibi bazı kanunlar yaratmıştır. Mesela otlar ve ağaçlar toprakta kuvve-i inbâtiyesini bulduğu, güneşle temasını devam ettirdiği ve bir de suyla buluştuğu sürece büyür, gelişir ve verimli olur. Bitkilerin su vesilesiyle gelişip büyümesi, meyve ve ürün vermesi de Allah’ın bir kanunudur. Aslında sulamadan hâsıl olacak neticeyi yaratan Allah’tır (celle celâluhu)  ama onu bir sebep olarak halk etmiştir. Biz, bu sebebi bilince, devrin şartlarına, ilim, teknoloji ve idrakine göre değişik sulama usûlleri geliştirir ve onları tatbik ederiz. Tohumu atarken, o tohumdan beklenen neticenin en azamî derecede hâsıl olması için nasıl bir ekme metodu uygulamak gerekiyorsa onu arar, bulur ve uygularız.

Fakat daha tohumu atarken de, “Benim yapıp ettiklerim sadece bir sebeptir. Ürünü verecek olan Allah’tır. Bunları büyütürse O büyütür. Bire iki verirse, O verir. Fakat izzet ve azametine sebepleri perde yapar.” deriz. “İzzet ve azamet ister ki esbâb, perdedâr-ı dest-i Kudret ola aklın nazarında. Tevhid ve Celâl de ister ki esbâb elini çeksin tesir-i hakikiden.”[26] mülâhazasına bağlı kalırız. İşte böyle bir meseleyi dahi taabbüdîliğe bağlayarak Allah’a kulluk ederiz. O, bize, izafî de olsa eşyaya müdahale hakkı ve imkânı verdiği ve bunu da emrettiği için sebepleri yerine getirirsek, asıl kulluk şuurunu yakalamış oluruz.

b. İbadetlerde Beklentisizlik

Ubûdiyet sırrını kavramış bir mü’min, bütün amellerini sadece Allah’ın hoşnutluğuna bağlar. Sadece Allah Teâlâ’nın rızasına giden kapıyı açmaya, o koridoru kullanmaya çalışır. Cenâb-ı Hak, onun ruhuna da kendi gücünü kazandırır ve onu kalbî hayat seviyesine çıkarırsa, bunu Rahman u Rahîm’in ayrı bir lütfu olarak görür. Böyle bir neticeyi hâsıl etse de etmese de o, Yüce Yaratıcı’ya tahsis-i nazar ederek kullukta direnir. Hatta bazı harikulâdeliklere, hâlisane bir tavırla, ehlullahın baktığı gibi bakar: “Değildir bu bana lâyık, bu bende; bana bu lütf ile ihsan nedendir? Ben, istenmesi gerekli olan şeylerin en büyüğünü istemiştim. Ben Seni istemiştim. Sen benim ol, başka hiçbir şeyim olmasa da olur. Çünkü ancak Seni bulursam her şeyi bulmuş, fakirlikten kurtulmuş olurum.” mülâhazasını seslendirir ve tam bir ubûdiyet şuuruyla yaşar.

Bu çetin yolda yalnızca beklentisiz olanlar takılıp yollarda kalmaz, diğerleri her zaman aldanabilirler. Beklentisiz insanın kalbi hep şu mülâhazalarla atar: “Ya Rabbi, Sen bana meccânen (bedavadan) sonsuz nimetler vermişsin! Ben her şeyi zaten peşinen almışım. Bana hayat nimetini vermişsin, beni insan olmakla şereflendirmişsin, İslâmiyet nuruyla gönlümü aydınlatmış, mârifet ve muhabbet koridorunda yürüme imkânı lütuf buyurmuşsun. Dine, vatan ve millete hizmet etme imkânları bahşetmişsin. Ben alacağımı zaten almışım ve beni bütün bu nimetlere karşı ubûdiyet gibi lezzetli, rahat ve hafif bir hizmetle mükellef kılmışsın. İşte şimdi bana düşen, Senin o ihsanlarını iyi değerlendirmek suretiyle hoşnutluğunu kazanmaktır. Gücümün yettiğince Sana kul olmak, sonra da Senin rahmet ve keremine iltica etmektir.”

İşte bu mülâhazalardan dolayı Hak dostları dualarında çok defa şöyle yakarırlar:

“Ya Rabbi! Bizim var olmaya, şuna buna hiç ihtiyacımız yokken Sen bize ihtiyacımız olmayan şeyleri bile nimet olarak verdin. Şimdiyse hâlisane kulluğa ihtiyacımız var. Senin lütf u keremine muhtacız. Biz yoktuk, var olmayı da hiç düşünemezdik, insan olmayı hiç mülâhazaya almamıştık, alamazdık. Bunlar bizim ihtiyacımız değildi. Ama Sen kereminle lütfettin. Oysaki bundan sonra ayakta durabilmek için Sana çok muhtacız; sürçmemek, düşmemek için Sana çok muhtacız... Cennet yolunda kalabilmek için Sana çok muhtacız; zaaflarımıza takılmamak ve rızana yürümek için Sana çok muhtacız! Ey ihtiyacımız olmayan şeyleri nasip eden Allahım! İhtiyacımız olan şeyleri de Senden dileniyoruz!”

Evet, Cenâb-ı Hakk’ı nasıl bilmemiz lazım geliyorsa o ölçüde bilmemiz çok önemlidir. Bize baktığı gibi O’na bakmamız; bize teveccüh ettiği gibi teveccühte bulunmamız çok önemlidir. Bunu da yine O’nun kapısında arıyor, “Ya Rabbi! Bize kendini tanıt, mârifetini gönüllerimize duyur, muhabbetinle ruhlarımızı doyur. Kalblerimiz hiç inhiraf etmesin. Bize şeytan ve nefs-i emmârenin üstesinden gelmemiz için irade gücü ver!” diyoruz.

c. İbadetlerde Şirk ve Riya

Beşerî boşluk ve zaaflardan kaynaklanan ve insanın kalb ve ruh hayatını felce uğratan riya ve süm’a gibi hastalıklar farklı şekillerde kendini gösterir. Kimi zaman doğrudan doğruya sırf başkaları görsün-duysun diye yapılan ameller vardır. Bu durum apaçık bir nifak sıfatıdır. Kimi zaman ise yapılan amelin keyfiyetini derin gösterme ve böylece yapılan o amellerde insanların takdir hislerini de nazar-ı itibara alma gibi bir durum söz konusu olabilir.

Münafıkların, âdeta ayaklarını sürüye sürüye namaza gidişleriyle alâkalı Kur’ân-ı Kerim’de resmedilen şu tablo birinci duruma misal olarak verilebilir:

 إِنَّ الْمُنَافِقِينَ يُخَادِعُونَ اللهَ وَهُوَ خَادِعُهُمْ وَإِذَا قَامُۤوا إِلَى الصَّلٰوةِ قَامُوا كُسَالٰى يُرَۤاءُونَ النَّاسَ وَلَا يَذْكُرُونَ اللهَ إِلَّا قَلِيلًا

“Münafıklar Allah’ı aldatmaya çalışırlar, Allah da onların hilelerine ve oyunlarına karşılık verir. Onlar namaza kalkarken üşene üşene ve sırf insanlara gösteriş yapmak için kalkarlar. Yoksa aslında Allah’ı pek az anar, pek az hatırlarlar.”[27]

Devr-i risaletpenahide Müslümanların hâkim olduğu dönemde münafıklar, ya ganimetlerden istifade etmek ya da kendilerince önemli gördükleri daha başka menfaat ve çıkar mülâhazalarından dolayı namaz kılıyor gibi görünme gayreti içinde bulunuyorlardı. Bundan dolayı mescide isteksizce geliyor, namazı kerhen kılıp apar topar mescitten kaçmanın yoluna bakıyorlardı. Görüldüğü üzere münafıkların bu tavır ve davranışlarında esasında namaz kılma gibi bir dertleri yoktur; sadece öyle görünme, kendilerini öyle gösterme gibi bir gayret söz konusudur. Namaz için söylenen bu hususu diğer ibadetler için de düşünebiliriz. Mesela Cenâb-ı Hakk’ı zikir gibi bir derdi olmayan, saatlerce bir yerde oturup lakırdıya dalan biri, insanların bulunduğu bir yerde, sırf onlara gösterme ve duyurma maksadıyla eline tesbihi alıp birdenbire zikretmeye duruyorsa onun bu hâli de yukarıda resmedilen çerçeveye dâhildir.

Bazen de ortaya konulan amel, sırf başkalarına gösterme-duyurma gibi bir maksada matuf olmamakla beraber, şahıs o ameli yerine getirirken, amelin keyfiyetini derin gösterme gibi bir inhirafa kendini kaptırabilir. Mesela şahıs, yalnız olduğu bir yerde namaz kılarken tadîl-i erkâna riayet etmeden onu geçiştirivermektedir. Öyle ki bir kere dahi “Sübhâne Rabbiye’l-Azîm” deyip demediği anlaşılmayacak şekilde rukûa gitmesi ile kalkması bir olmakta; rukûdan kalktıktan sonra da tam doğrulmadan hemen secdeye gitmektedir. Secdedeki hâli de rukûdan farklı değildir. Yalnız bulunduğu zaman bu şekilde rukû ve secdesini geçiştiren bir insan, başkalarının yanında özene-bezene namaz kılıyor gibi bir tavır içine giriyorsa –hadisin beyanıyla– o şahıs, “gizli şirk” kokan bir davranışta bulunuyor demektir.[28]

Evet, bu tür davranışlara şirk bulaşır. Çünkü Allah ve rıza-i ilâhî gözetilmemiş, sadece başkalarının hoşnutluğu nazar-ı itibara alınmıştır. Oysaki dışa akseden derinlik, kalbde de varsa bir kıymet kazanır. Yoksa kendini beğendirmeye yönelik derin görünme çok tehlikeli bir durumdur ve –hafizanallah– kişi mü’min de olsa onun defterine bu bir şirk ameli olarak kaydedilir.

Hâlbuki Müslümanlık temelde insanları şirkten kurtarmak için gelmiş ilâhî kanunlar mecmuası bir nizamın unvanıdır. Burada bir kez daha ifade edelim ki Allah (celle celâluhu), Allah olduğu için mâbud, mahbûb, maksûd ve matluptur. Yoksa ibadet edildiği için Allah değildir. Dolayısıyla bütün mülâhazalar Zât’ına bağlanarak kulluk edilmesi ve bu kulluk vazifesinde hiçbir şeyin O’na ortak koşulmaması, O’nun hakkı, bizim de vazifemizdir. Bu vazifeyi yerine getirirken başka mülâhazaları işin içine katmak, o işi kirletmek demektir.

Yapılan, yapılmaya çalışılan ibadet ve hizmetlerde sadece ve sadece Cenâb-ı Allah’ın rızasını ve hoşnutluğunu mülâhazaya alma, her hâlükârda kulluk borcunu tastamam yerine getirme gayreti içinde olma ve hatta “Acaba ihlâsa zıt bir kısım düşüncelerle kulluğumu bulandırıyor muyum?” düşüncesiyle tir tir titreme, mü’min olarak hepimizin ulaşmak istediği bir ufuk olmalıdır. Bunun yanında bir de Allah’ın rızasını bırakıp başkalarına şirin görünme, “maşallah, bârekallah” dedirtip iltifat ve alkış beklentisi içinde olma gibi bir hâlet-i ruhiye vardır ki, bu da hiç şüphesiz mü’mine yakışmayan, şirki çağrıştıran çirkin bir hâldir.

Allah için yapılan her şey –Kur’ân-ı Hakîm’in ifadesiyle söyleyecek olursak– “tayyib” olmalıdır. Tayyib olanın içine “habîs” olanın zerresini bile karıştırmamak iktiza eder. Çünkü o bir zerre kir, temiz olanın da kirlenmesine, belki de tefessüh ederek çürüyüp gitmesine sebebiyet verecektir. Bu ise nefis ve şeytanı sevindirmekten başka bir şey değildir. Mü’minin gayesi ise nefis ve şeytanı değil, Allah’ı hoşnut etmektir.

Küçük Şirk: Riya

İnsan, namaz kılarken bazen gösteriş izhar edebilir. Allah Resûlü, bir hadislerinde “Sizin hakkınızda en çok korktuğum şey, küçük şirktir.” buyurur. Sahabenin, “Küçük şirk nedir?” sorusuna Allah Resûlü, “Riyadır.” cevabını verir.[29] Büyük şirk, Allah’tan başka mâbudlar edinme, O’ndan başka şeylere tapınma, ulûhiyetinde Allah’a eş ortak koşmadır. Öyleyse küçük şirk nedir? O, gösteriş ve kendine bağlı yaşamaktır. İnsanın, namaz kılmasının yanında, nasıl namaz kıldığı ve namaz kılarken hangi duyguları taşıdığı da önemlidir. Öncelikle namaz, Allah rızası için ve Cenâb-ı Hakk’ın şu âna kadar verdiği nimetlere bir şükür olsun diye kılınmalıdır. Allah, hayatının her döneminde insana sonsuz nimetler bahşetmiştir. Evet, Allah bize, mânevî yapımız itibarıyla temiz bir muhit vermiş, ibadete kabiliyet bahşetmiş, gönlümüzü açmış, rüşde ve hidayete erdirmiş.. dahası, kulluğumuzu rahatlıkla yapabilmemiz için işin üstesinden gelme kabiliyeti vermiştir. Yani biz namaz kılmak istediğimizde kılabiliyoruz.

Bazen insan namaz kılmaya niyet etse bile, meflûç olduğundan ve bu yüzden yatağa bağlı yaşadığından dolayı namazını istediği gibi tastamam kılamaz. Veya zindanda/hapiste bulunduğundan dolayı çok istemesine rağmen cuma ve bayram namazlarından, cemaatten uzak kalır. Dolayısıyla elimizde fırsat varken, hayat merdiveninin her basamağında içimiz sonsuz şükranla dolu olarak Mevlâmız’a kulluk yapmalıyız.

Aslında mü’min namaza dururken Allah’ın huzurunda evvelâ O’na karşı medyûniyetini ifade etmektedir. Çünkü tepeden tırnağa kadar O’na borçludur. O, kendisine ait olan şeyleri bizden bir alıverse ortada sadece sıfır kalır. Demek ki bizler O’nun karşısında ancak O’nun bizi donattığı şeylerle durabiliyoruz.

Anlaşıldığı gibi namaz bütünüyle Allah’ın bir lütfudur. Allah’ın lütfettiği şeylerle O’nun huzurunda dururken ve O’na karşı şükran vazifesini eda ederken Hakk’ı unutup halka görünme ve gösteriş yapma bir densizliktir. İşte gerçek riya da budur. Riya bu olduğundan ötürüdür ki, bazen insanın iradî riyadan sakınması bile riyadan bir mânâ taşır. Riyadan bu kadar endişe eden insan acaba neden endişe ediyor? Eğer bir insan bilse ki, mal-mülk başkasının; bilse ki, kendisi başkasının ödünç olarak verdiği ayaklar üzerinde duruyor; bilse ki, Hakk’a karşı başkasına ait bir güçle ubûdiyetini izhar ediyor; bilse ki, gönlü başkasının çarptırmasıyla çarpıyor, riyadan sakınmasına lüzum kalmaz. Bu yüzden ehl-i hakikat, riya yapma korkusuyla bir kısım meseleleri terk etmeyi de ayrı bir riya saymıştır. Halka karşı gösteriş yapmak ise onlar nezdinde şirktir. Avam ve havas burada ayrılır; mesele bir idrak meselesidir.

Tekrar hatırlatalım ki riya, insanın sahip olmadığı bir şeyi göstermesidir. Bu meseleyi, muhaddis Ebû’l-Leys es-Semerkandî, Tenbîhü’l-gâfilîn (Gafilleri İkaz) isimli kitabının “ihlâs” bahsinde çok güzel bir misalle anlatır: Amelinde riya ve süm’a yapan insan şuna benzer: Adamın biri çarşıya çıkarken kesesini çakıl taşlarıyla doldurur. Keseyi görenler de “Kesesi ne kadar da dolu!” diye konuşur. Oysaki insanların konuşmaları dışında kesedeki taşların ona hiçbir faydası yoktur. Onlarla birşey satın almak istese alamaz. Riya ve süm’a için amel yapanın durumu da böyledir. İnsanlar, onun hakkında güzel sözler söylerler ancak ahirette onun için bir sevap yoktur.[30]

İnsan, riya ile amel ederken esasen sahip bulunmadığı bir şeyi satıyor demektir. Kendisi için açılan pencereye boyu yetişmediğinden o pencereyi dolduruyor veya parmaklarının ucuna dikiliyor demektir. Bediüzzaman’ın ifadesiyle; “Her adam için elbet cemiyet‑i beşerde, içtimâî binada, görmek görünmek için şu mertebe denilen bir penceresi var.

Ger pencere, kamet‑i kıymetinden yüksekse, tekebbürle tetavül edecek, uzanacak. Ger pencere, kamet‑i himmetinden alçaksa, tevâzuyla tekavvüs edecek, eğilecek.

Kâmillerde, büyüklük mikyasıdır küçüklük. Nâkıslarda, küçüklük mîzânıdır büyüklük...”[31] 

Kim riya yaparsa, Allah, kime ibadet yaptığını öbür âlemde ona gösterecektir. Kim süm’a yaptıysa Allah onu da Mele-i Âlâ’da ilan edecektir.

Evet, bir mü’min, nelere nasıl inanıyor, hangi güzelliklere gönül bağlıyor ve ne şekilde düşünüyorsa onları tavır ve davranışlarıyla dışa aksettirmesi icap eder. Mesela Cenâb-ı Hak’la güçlü bir irtibatı, Resûl-i Ekrem Efendimiz’le sağlam bir münasebeti bulunan ve bu durumu tabiatının bir yanı ve derinliği hâline getirmiş bir fert, kalbiyle benimsediği o inanç esaslarını, diğer uzuvlarıyla da ortaya koyacak ve hayatının her ânında, o imanın gereklerini yerine getirecektir/getirmesi gerekir. Bu istikamette o, ibadetlerini tastamam ifa edecek, namazlarını hakkını vererek kılmaya çalışacaktır. Elbette ki bütün bunları, “falan görsün, filan duysun” gibi mülâhazalara bağlı olarak değil, sırf Allah’ın (celle celâluhu) emrini yerine getirip O’nun rızasına kavuşabilmek için yapacaktır.

Namazda Farklılık Ortaya Koyma

Namazda “ah vah” etme, inleme ve ses çıkarma, eğer gayr-i iradî ise bir sakıncası yoktur. Bu, bir derecenin gereği ise ve cezbeden kaynaklanıyorsa buna kimse bir şey diyemez. Yani bir kimse öyle bir hâl yaşayacak ki, kendini kaybedecek ve farkında olmadan ses çıkaracak, inleyecek. Sonra ona “Böyle yaptın.” denilince de, “Öyle mi! Ben hiç hatırlamıyorum.” diyecek, yaptığının hiç farkında olmayacak. Eğer böyle değilse, değişik sesler çıkarıp da farklılık izhar etmemelidir. Ağlamak da böyledir. İnsan, mümkün olduğunca ağlamasına mâni olmaya çalışmalıdır. Her şeye rağmen engel olamıyor, gayr-i iradî olarak içinden ağlamak geliyorsa, bunun bir mahzuru olmaz.

Üstad’ın, namaza başlarken ve namaz içindeki hâllerini anlatanlar, namazda iken onun gözlerinin bir garip olduğunu ve sesinin de garip çıkmaya başladığını ifade ederlerdi. O, bir seviye işidir. O seviyede olmayan bir kişinin bunu taklit edip bu çeşit hareketler sergilemesi hiç doğru değildir.

İnsanlarla birlikte eda edilen ibadetlerde şirk ve riya tehlikesi vardır. Yalnız başına namazını verip veriştiren adam, başkalarının yanında uzatıp süslüyorsa, bu –Allah muhafaza– gizli şirktir. Yalnızken uzun uzadıya kılan birisi, başkalarının yanında kısa kılıyorsa, bunun da bir nevi riya olma tehlikesi söz konusudur; çünkü o davranışta da insanların mevcudiyetini kâle alma ve ona bir değer atfetme vardır. Öyleyse insan yalnızken nasıl namaz kılıyorsa, cemaat içinde de öyle kılmalıdır: Ne uzun ne de kısa. Hiçbir farklılık ortaya koymamalıdır. Âdeta bir çobanın, koyunlarının yanında kıldığı namaz gibi. Teşbihte hata olmasın, bir çoban, kıldığı namazı koyunların görüyor olmasını hiç dikkate alır mı?

d. İbadetlerde Kulluk Şuuru

Cismaniyetten kurtulma, bedenin baskısından sıyrılma, kalb ve ruhun derece-i hayatına yükselme, derecesine göre herkes için söz konusu olabilir. İnsanın, üzerine terettüp eden kulluk vazifelerini yerine getirmesi ve bu arada i’lâ-yı kelimetullah istikametinde, O’nun nâm-ı celîlinin her yerde şehbal açması için gayret göstermesi, cismaniyetin üzerine dökülmüş kezzap gibidir. İnsan, bu sayede, kestirmeden ruhun derece-i hayatına girerek, mânevî terakkisi adına Cenâb-ı Hakk’ın rıza ve rıdvanına ulaşabilir.

Evet, kulluk, mutlaka ciddi bir titizlik içinde yerine getirilmelidir. Nasıl ki misafirlere izzet ü ikram için çataldan kaşığa, en güzel yemeklerden tatlılara kadar âdâb ü erkân adına her türlü ihtimam gösterilir; aynen öyle de ibadet ü taat de en az bunun kadar titizlik ve dikkatle ele alınmalıdır. Bu, hayvaniyetten çıkıp nefsi bırakmanın, kalb ve ruhun derece-i hayatına yükselmenin çok önemli bir yoludur. Şunu kat’iyetle ifade edebilirim ki insan, namazdan oruca, oruçtan nafile ibadetlere kadar her türlü ibadet ü taati en tatlı şeyleri yapıyor gibi eda etmiyor veya edemiyorsa, hususi mânâda hayvaniyetten çıkıp cismaniyeti bıraktığı söylenemez. Bir insan bu vazifeleri şuursuzca ama erkânına riayet ederek ifa etmekle sorumluluktan kurtulabilir ama böylesi ibadetlerle kalbî ve ruhî hayatın inkişaf etmeyeceği de bir gerçektir.

Ayrıca kalb ve ruhun derece-i hayatına girmek için helâl lokma yenmeli, gözler mutlaka haramlardan sakındırılmalı ve Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem)  مَنْ يَضْمَنْ لِي مَا بَيْنَ لَحْيَيْهِ وَمَا بَيْنَ رِجْلَيْهِ أَضْمَنْ لَهُ الجَنَّةَ  “İki çene arasını ve apış arasını koruma hususunda bana teminat verin, Cennet’e gireceğinize teminat vereyim.”[32] irşadı çizgisinde, uygunsuz ve gereksiz konuşmalardan ve insanı şehevî davranışlara götüren duygulardan uzak durulmalıdır.

Hâsılı insan, ibadetlerine azamî derecede dikkat etmeli ve mânevî hayatını felç eden günahları işlemektense, ölümü tercih edecek kadar çelikten bir irade ve engin bir ruh hâletine sahip olmalıdır. Bunun yanında kalbler duyarlı hâle getirilmeli, şayet duyarlı değilse buna zorlanmalıdır. Zira ısrar ve gayret neticesinde en katı kalbler bile zamanla duyarlı hâle gelebilir. Bunu kazanmak için belki keyfiyete göre günler, haftalar, aylar belki de seneler gerekecektir. Ama Allah’ın rızasını kazanmak için bu uğurda ne verilse, değer.

3. Namazı Şuurluca Kılma

Şuarâ sûresinde yer alan,  وَتَقَلُّبَكَ فِي السَّاجِدِينَ“Allah, senin, secde edenler arasında dolaşmanı / secdede nasıl kıvrım kıvrım kıvrandığını görüyor-biliyor.”[33] âyeti bize, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ibadetini tasvir etmenin dışında, nasıl ibadet etmemiz gerektiğini de anlatmaktadır. Mademki, –hadisin ifadesiyle– o nasıl namaz kılıyorsa öyle namaz kılmakla mükellefiz,[34] o hâlde bu mükellefiyeti namazın sadece şekline irca etmemiz kat’iyen doğru değildir. Namazdaki ruh ve mânâyı kavrama ve o konsantrasyon içinde Allah’a kulluğumuzu arz etme hep bu çerçeve içinde mütalâa edilmelidir. Elbette ki bir Nebî’nin kıldığı namazı şekil ve mânâ itibarıyla yakalamamız, O’nun duyduklarını duymamız mümkün değildir. Fakat bu durum, o yolda olmamıza da mâni değildir. Herkes ibadetlerinde, Allah ile olan irtibatı ve gönlünde O’na ayırdığı yer ölçüsünde mükemmeli yakalayabilir ve yakalamalıdır da.

Mü’min, namaza giderken en mesut bir işe koyulma neşvesi içinde koşar. Biz, bunun en bariz örneklerini Cuma ve bayram namazlarında ve hac ibadetinin yapıldığı Kâbe’de müşâhede ederiz. İnsanlar buraya sanki büyük bir ziyafete icabet ediyor gibi koşar, ibadeti kaçıracağım endişesiyle adımlarını bir pergel gibi açar ve hedeflerine doğru hızla yol alırlar. Gayeleri, kendilerini bir an önce mescide atarak Allah’ın huzuruna varmak ve kulluklarını ifa etmektir. Böyle derin bir mânâ da, insanların Ravza-i Tâhire’ye koşuşturmalarında hissedilir. Onların, omuzlarında seccadesi, ellerinde papuçları, abdest almış fakat henüz kollarını indirmemiş, saçını sakalını taramaya vakit bulamamış, sağındaki solundaki insanları görmeden O’na doğru büyük bir heyecanla koştuklarını görünce duygulanmamak mümkün değildir.

Namaz, işte böyle bir koşuşun heyecanını taşır mahiyettedir. Ona bakıldığı zaman bu mânâ sezilebilir ve mü’minler bunu duyabilirler. Münafıklar ise o mânâyı duyamadıkları için namaza, def-i bela kabilinden eda etme niyet ve edasıyla gelir, iman yoluyla bu neşveyi elde edemediklerinden de onu angarya kabilinden yerine getirirler. Def-i bela kabilinden kılınan bir namaz ise ancak esneye esneye ya da uyuklaya uyuklaya eda edilir ki, Allah (celle celâluhu) münafıkların bu hâlini tarif ederken:  إِنَّ الْمُنَافِقِينَ يُخَادِعُونَ اللهَ وَهُوَ خَادِعُهُمْ وَإِذَا قَامُوا إِلَى الصَّلَاةِ قَامُوا كُسَالَى يُرَاءُونَ النَّاسَ وَلَا يَذْكُرُونَ اللهَ إِلَّا قَلِيلًا “Münafıklar –hâşâ– Allah’ı kandırmaya çalışırlar. Allah ise onların hilelerini boşa çıkarır. Onlar namaza kalktıkları zaman üşenerek kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar, Allah’ı da pek az hatıra getirirler.”[35] buyurur. Evet, münafık, daima bir meskenet ve uyuşukluk içindedir; tabiri caizse boynunu düşürüp gerdan kıra kıra huzur-u ilâhiye gelir ve “Ah şu namazı bir bitirsem de dışarıya çıksam!” der. Çünkü hep dual bir hayat yaşamış, dolayısıyla da gönlü hep namazın neşvesinden mahrum kalmıştır. Cenâb-ı Hak, mü’minin kalb simasında büyük bir leke sayılacak ve kendisini mahcup edecek böyle bir duygunun kalblerimizde otağ kurmasına imkân vermesin!

Yine Allah (celle celâluhu):  فَوَيْلٌ لِلْمُصَلِّينَ ۝ الَّذِينَ هُمْ عَنْ صَلَاتِهِمْ سَاهُونَ  “Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki, onlar namazlarını ciddiye almazlar.”[36] buyuruyor. Namazda sehv, Rabb’in huzurunda dururken O’ndan uzak olma mânâsına gelir ki, zayıf bir hadis-i şerifte bu durum şöyle açıklanır: يَأْتِي عَلَى النَّاسِ زَمَانٌ يَجْتَمِعُونَ وَيُصَلُّونَ فِي الْمَسَاجِدِ، وَلَيْسَ فِيهِمْ مُؤْمِنٌ  “Bir zaman gelir ki, (binlerce kişi) mescitleri doldurur, namaz kılarlar fakat içlerinde mü’min yoktur.”[37] Cenâb-ı Hak’tan ümidimiz, bizi böylesine baş aşağı gelmeden muhafaza buyurması ve ferden ferda hepimizi, beraber oturup kalktığımız duası makbul iyi insanlar hürmetine affetmesidir. Zira O, yeryüzünde toplanıp kendisini anan bütün bir topluluğa mağfiret ettiği zaman, meleklerin, “Ya Rabbi! İçlerinde bir tanesi vardı ki, maksadı Seni anmak değildi, oraya başka bir şey için gelmişti!” demesi karşısında, “Ben onu da affettim. Onlar öyle bir topluluk ki, onlarla oturup kalkan bedbaht olamaz.” buyuracaktır.[38]

Evet, mü’min, namazda, olabildiğine zindedir ve bütün gönlüyle Rabb’ine yönelmenin huzuru içindedir. Zaten ona yakışan eda ve tavır da budur. Gaflet, hiçbir şekilde onun semtine sokulamaz. O, “Allahu ekber” deyip aşk u şevk içinde Rabb’in huzuruna gelirken kulluğa ait bütün hakikatleri hatırlar. Rabb’in, Ma’bud-u Mutlak olduğunu kabulle birlikte kendi acz ve fakrını da itiraf eder. Mesela o, إِيَّاكَ نَعْبُدُ dediğinde şu mülâhazaları taşır: “Rabbimiz! Kalbimizi temizleyip huzura geldik. Sadece Sana ibadet eder ve sadece Senden yardım dileriz. Dünyada arkasından koştuğumuz her şeyi bıraktık ve mâsivâyı bütünüyle nazarımızdan sildik. Şimdi rahmetini talep etmekteyiz. Belki ağır bir işin altına girdik. Dolayısıyla bu yükü götürmede oldukça zorlanacağız; haddizatında baştan sona kalbimizi Seninle beraber tutup Senin mehâbetin altında titrer hâle getirmek çok çetin bir vazife! Ancak şu an lâhut âleminin ufuklarına teveccühle kalbimizin dudağı mütebessim.”

Daha sonra o, “Rabbimiz! Devrin, belimizi bükecek, bizi secdeye ve rukûa getirecek hâdiselerine karşı yardımı Senden istiyoruz. Bize destek ol ve bu işi tamamına erdir. Namazın mânâsını, hayatımızın bütün safhalarında devam ettirmeye muvaffak kıl.” düşünceleri içerisinde وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ  der.

Ardından o, اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ “Bizi doğru yola; nebilerin, sıddıkların, şehitlerin yürüdüğü ve Senin de ana yol dediğin sırat-ı müstakîme hidayet eyle!” sözleriyle Allah’a sığındıktan sonra, O’nun büyüklüğü karşısında rukûa gider.

Aynı şekilde o, rukûda da,  سُبْحَانَ رَبِّيَ الْعَظِيم“Ey yüce Rabbim! Senin kullarına ikramlarda bulunan ve onlara karşı latif olduğunu itirafla Seni tesbih ederim.” der ve bir ahd ü peymân yenilemesi daha yapar.

Rukûdan doğrulurken, “Hesabın ağırlığı altında belim bükülüp rukûa gittikten sonra yeniden doğrulmaya muvaffak kılmandan dolayı Sana hamdolsun Allahım!” mânâsına سَمِعَ اللهُ لِمَنْ حَمِدَهُ  “Allah, Kendine hamdedeni işitir.” der. Bir “elif” gibi dimdik ayakta doğrulunca da, “Evet doğru, hamd ve minnet Sanadır Allahım!” der. Bazen de sadece bunu söylemeyi az bulur ve اللهُ أَكْبَرُ كَبِيرًا وَالْحَمْدُ لِلهِ كَثِيرًا وَسُبْحَانَ اللهِ بُكْرَةً وَأَصِيلًا  “Allah, uluların ulusudur, Allah’a hamdimiz çoktur, sabah-akşam tesbihimiz Allah’adır.” der. Rukûdan kalktığı zaman bunu bir sahabi söyleyince Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Bu sözleri söyleyen kimdi?” demiş, sahabinin, “Bendim, ya Resûlallah.” demesi üzerine de şöyle buyurur: “O sözler hoşuma gitti. Sema kapıları onlara açıldı.”[39]

Hâsılı namaz, hayatın bütün mânâları kendisine serpiştirilmiş bir ibadettir. Ve o, baştan sona kulluğu itiraftır. Dolayısıyla kul, ezandan namazın bitimine kadar onu aşk u şevk içinde duyar ve idrak eder.

a. Namazın Hakikati

Namazın, şart ve rükünlerine riayet etme gibi zâhirî (görünen) yüzü bulunduğu gibi, onun bir de bâtınî (görünmeyen) yönü vardır. Namazı; şartlarına, rükünlerine, vaciplerine ve müstahaplarına riayet ederek kılan bir kimsenin namazı sahih sayılır. Onun bu şekilde namaz kıldığını görenler de, o kimsenin namazlarını doğru kıldığına hükmederler. Niyetin sağlam yapılması, ihlâslı olunması ve huşû içinde eda edilmesi ise namazın bâtınıyla ilgili meselelerdir. Bazı âlimler huşû ve hudû’u namazın erkânından, bazıları da vaciplerinden saymışlardır.

Zâhirî şartları namazın kalıpları gibidir, onlar olmadan bâtinî şartlar yerine getirilemez. İnsan, gerekli şartları yerine getirerek namazın zâhirini tam olarak yerine getirebilir. Ancak bâtını için böyle birşey söylemek mümkün değildir. Nitekim Efendimiz’in, Hz. Ebû Bekir’in veya Bediüzzaman gibi büyük zatların namazlarına baktığımız zaman, zâhiren onların namazları ile sıradan bir insanın namazları arasında bir benzerlik görülse bile, bâtını itibarıyla onların namazları çok farklıdır. Namazın zâhirinin kalıpları bellidir ancak bâtınına ait bir kalıptan söz edilemez. Diyelim ki abdest alırken yüzünüzü üç kere yıkarsanız, bu rüknü tam olarak eda etmiş olursunuz. Ancak namazın bâtınına ait böyle bir şey söyleyemezsiniz. Bu durum tamamen kulun Rabbisiyle münasebetine bağlıdır.

Hakiki namaz, mahiyet-i insaniyeyi aksettirme ve ortaya koymadır. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadislerinde şöyle buyururlar:

“Her gün, sizin her bir mafsalınız için bir sadaka terettüp etmektedir. Her tesbih (sübhânallah) bir sadakadır. Her tahmid (elhamdülillah) bir sadakadır, her tehlil (La ilâhe illallah) bir sadakadır, her tekbir (Allahu ekber) bir sadakadır. Emr-i bi’l-maruf bir sadakadır, nehy-i ani’l-münker bir sadakadır. Kişinin kuşluk vaktinde kılacağı iki rekât namaz bütün bu sadakalara muadil gelir.”[40] 

İnsan, sabahleyin dinç olduğu ve işinin de yoğun olduğu bir zamanda kemerbeste-i ubûdiyet içinde Rabb’inin huzuruna koşmak suretiyle Allah’ın kendisine verdiği mafsalların değerini derinlemesine hisseder. İşte insanın, kuşluk vakti kılacağı bu namaz bütün mafsalların şükrüne mukabil gelebilir. Beş vakit namaz da yine evveliyetle bu şükre karşılık gelebilir.

İnsan, Cenâb-ı Hakk’ın, üzerindeki bütün nimetlerini namazıyla ortaya koyar. Bu sebeple namaz ahirette, insan suretinde temessül edecek, kişi kabre konulduğu an güzel simalı, gökçek yüzlü birisi yanında belirecek ve ona rehberlik edecektir. Namazlarının ahirette karşısına düzgün bir insan olarak çıkmasını arzu eden kimse, şartlarına, hususiyetlerine ve iç derinliklerine riayet ederek namazlarını kılmalıdır.

Mesela “et-Tahiyyat”ın mânâsı, bu kadar nimetleriyle bizleri perverde eden Cenâb-ı Hakk’a karşı kulluk lisanıyla ve O’nun yüceliğine, celâline ve cemaline uygun şekilde selam verme demektir. Ben kendimin sıfır, O’nun ise sonsuz olduğu, verdiği nimetlere karşı alacaklı gibi değil de borçlu biri gibi ubûdiyet ve şükürle mukabelede bulunmam gerektiği mülâhazasıyla Allah’a karşı “et-Tahiyyat” demem O’nun hakkıdır. İnsan, tek başına namaz kılarken bu mülâhazaları tam duymazsa, bu cümleleri on defa bile tekrar edebilir ki namazı hissederek kılmış olsun. Bu, benim vazifem, Allah’ın da hakkıdır. Bunu böyle söyleme gayret ve cehdim yoksa çok büyük bir hakkı yiyor, bir vazifeyi ihmal ediyorum demektir. Bu, “et-Tahiyyat”ta böyle olduğu gibi namazın diğer rükünlerinde de böyledir. Üstad, kendi kendine namaz kılarken her kelimeyi içinde duyup-hissedinceye kadar tekrar edermiş. Ancak bir insan imamsa ve halkın önündeyse böyle yapması halkın kafasını karıştırabilir.

Cenâb-ı Hak,قَدْ أَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ  “Mü’minler felah buldular…” buyuruyor. Devamında ise, kurtuluşa eren bu mü’minlerin ilk vasfı olarak, namazlarını ciddi bir huşû, kalplerini Allah’a vermişlik içinde, ihsan şuuruyla, görülüyor olma mülâhazasıyla eda etmelerini zikrediyor. Herkes meseleyi bu çerçevede eda edebiliyor mu diye kendi vicdanına bakmalıdır. İnsanın bu seviyeye ulaşabilmesi için öncelikli olarak amellerinin ahirette arz edileceğine inanıyor olması gerekir. وَقُلِ اعْمَلُوا فَسَيَرَى اللهُ عَمَلَكُمْ وَرَسُولُهُ وَالْمُؤْمِنُونَ  “Amel edin, öyle amel edin ki, o amelinizi Allah görecek, Peygamber de, mü’minler de görecek.”[41] âyet-i kerimesi bize bu konuda yol göstermektedir. Öyle amel edin ki onlar Allah’ın, Peygamberin ve gerçekten inanmış mü’minlerin görüşüne arz edilecek şekilde olsun. Âyet-i kerimeden anlaşılacağı gibi insan, gerek dünyevî gerekse uhrevî amellerini elinden geldiği kadar sağlam yapmaya çalışmalıdır. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) uygulaması da bunu teyit eder mahiyettedir; Hz. Âişe Validemizin ifadeleri içinde O, bir iş yaptığı zaman itkan üzere yani hiçbir boşluk bırakmayacak şekilde sağlam yapardı.[42] Peygamberine ittiba ile mükellef olan bir mü’min, amelini, tenkit getirmeyecek, sorgulanmayacak şekilde yapmalıdır. Amellerin en güzeli namaz ise ve namazdan daha büyük bir şey yoksa, eksik ve hatalı olarak kılacağımız her namaz bizde bir gedik açıyor demektir.

Buna böyle inandıktan sonra namazlarımızı özene-bezene kılmak zorundayız. Belki ilk başlarda biraz tekellüfe girecek, kendinizi zorlayacaksınız. Ne var ki o, zamanla sizin tabiatınızın bir parçası hâline gelecektir. Ümmeti için daima kolay olanı tercih eden Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) tek başına namaz kıldığı zaman –İbn Mesud’un ifadeleri içinde– öylesine uzatıyor, öylesine mükemmel yapmaya çalışıyordu ki, diğer insanların bunu yapması epey zordu.[43] Ama insanlara namaz kıldırırken meseleyi daha hafif tutuyordu.

Evet, namazlarını hakiki mânâda eda etmek isteyen bir insan ilk başlarda biraz zorlanacaktır. Bazen hareketleri yapmacık bazen zorlama olacaktır. Ne var ki bir müddet sonra Kur’ân’da “ikâme” kelimesiyle anlatılan, namazı hakikatine uygun şekilde eda etmeye muvaffak olacaktır.

b. Namazda Derinlik

İnsan, melekler veya ruhanilerden farklı olarak cismaniyet sahibi bir varlıktır. Üzerinde bazen ruhun hâkimiyetinden söz edilse bile çoğu zaman cisim ve bedeninin baskısı altında yaşar. Bu sebeple de namaz başta olmak üzere ibadetlerini eda ederken onları her zaman derince duyup hissedemez.

Aslında Nâmütenâhî istikametinde nâmütenâhî bir duyuş, seziş ve görüş söz konusudur. Allah’a ulaşma, O’nu hissedip duyma, bu mülâhazalarda derinleşme istikametinde yapılacak şeylerin sınırı yoktur. Zira Cenâb-ı Hakk’ın Zât’ı sonsuzdur ve O’na taalluk eden meselelerde de sonsuzluk söz konusudur. İnsanın, kıldığı her namazda farklı şeyler hissetmesi mümkündür. O’na ulaşma yolunda kılınacak namazlarda bir doygunluk, bir ülfet ve alışkanlık, bir nihayete ulaşmadan söz edilemez. Eğer böyle birşey söz konusu ise bu durum bize ve nefsimize aittir. Namazla ilgili nazarımızda meydana gelebilecek bir matlaşma, namazdan değil, bizim bakışımıza ait bir zafiyet ve özürden ötürüdür. Bizler, bakış, duyuş ve seziş özürlüsü insanlarız. O, her an farklı bir tecelli ile kendisini bize ifade etmektedir. Fakat biz, bunları düşünmediğimizden –ki mesleğimizin bir esası da tefekkürdür– ve meseleye öyle bakmadığımızdan dolayı en canlı, en cazip ve en renkli şeyler bile nazarımızda birdenbire matlaşıverir. Dolayısıyla onlardan duyulacak şeyleri duyamayız; her şey şekillere takılır kalır. Sureten namaz kılar, yatar-kalkarız ama kıldığımız namaz hakiki mânâda namaz değildir. Asıl mesele, namazı, herbir rüknünü kendine has derinliği ile duyarak kılmaktır.

İnsanın, bir taraftan abdest azalarını yıkarken, diğer taraftan mülâhazalarında da derinleşmesi gerekir. O, azalarından akan suyla birlikte günah kirlerinden de kurtulduğunu düşünür. Öyle ki bu suyun –bir bakıma günahlarla kirlendiği mülâhazasıyla– üzerine sıçramaması için son derece hassas davranır. Yüzünü yıkarken, “Öbür dünyada yüzümün karası olabilecek şeyler siliniyor ve yüzüm aklaşıyor. Allahım, bir kısım yüzlerin bembeyaz, bir kısmının da kapkara olacağı o günde yüzümü bembeyaz eyle!” diye düşünmelidir.

Bütün bunları derinlemesine duyma, hususiyle namaza konsantrasyon açısından çok önemlidir. Böyle derinlemesine bir duyma ile namaza durursanız her gün karşınıza farklı bir kapı aralanabilir. Bir yerde meseleyi sizin gördüklerinizin dışında farklı bir derinlik içinde duyarsınız. Bazen kıyamda dururken bir kapı aralanır, bazen rukûda, bazen kavmede, bazen secdede. Fakat hep peşinde olmak lazım ki o kapı aralansın. Eliniz kapının tokmağında kalbiniz sürekli O’nunla beraber olmazsa kapılar aralanmaz. “Bunları hissetmeden kıldığımız namazlar hiçbir şey ifade etmiyor mu?” diye sorarsanız, böyle bir namazla Allah’a karşı borcunuzu eda etmiş olursunuz ve –inşâallah– ötede sorumlu olmazsınız. Fakat namazın hakikatına ulaşmamış olursunuz. Oysaki namaz, duyularak, âdeta bir şerbet yudumlar gibi kılınmak üzere Allah tarafından vaz’ edilmiş; yerdekilere göklerin bir armağanıdır.

Bir de namazın ruh ve mânâsı hemen inkişaf etmeyebilir. Kendisinde namazın ruhu inkişaf eden bir insan, en tatlı bir işle meşgulken fırlayıp namaza durmak ister ve namazdan zevk alır. Her zaman olmasa bile çok defa şöyle der: “Keşke ömür hiç bitmese de ben hep böyle ayakta dursam!” Ama bunun inkişaf etmesi için insana bazen yirmi, bazen otuz, bazen kırk sene lazımdır. Kırk sene kemerbeste-i ubûdiyet içinde o kapıda durursun ve namaz ancak o zaman inkişaf eder.

Âyet-i kerimede وَتَبَتَّلْ إِلَيْهِ تَبْتِيلًا “Bütün varlığınla O’na yönel!”[44] buyruluyor. Fiil “tefa’ul” babında olduğu için bir zorlama ifade etmektedir. Başlangıçta Peygamberimize (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu şekilde hitap ediliyor. Ama Efendimiz zamanla o hâle geliyor ki, “Sizin yeme-içme ve cinsî münasebete karşı duyduğunuz arzuyu ben namaza karşı duyuyorum.” buyuruyor.[45] Aynen öyle de insan, bu hususta gereğince ısrarlı olsa, sabretse namazın mânâ peçesinin onun için de açılmasını beklese, sonunda ona, “Cennet’te sofralar hazırlanmış.” deseler, buna rağmen o, “Namazımı kılayım ondan sonra geleyim. Namazımı feda edemem ben.” diyecektir. Hatta ruhunu almak üzere Azrail (aleyhisselâm) gelse, ona bile, “Müsaade edersen vakti giren namazımı kılayım, kaçmasın. Ondan sonra ne yaparsan yap.” diyecektir. Yani insanda zamanla namaza karşı öyle bir ruh hâleti hâsıl olur ki o, ölüm gelip çattığı anda bile namazını eda etmeye çalışır.

Namazın her rüknü son derece cazip ve son derece endamlıdır. Zannediyorum namaza bir abide yapacak olsanız, dünyada hiçbir heykelin boy ölçüşmesi mümkün olmayan bir eda ve bir endam karşınıza çıkar. Ömür boyu gözlerinizi diker, hep ona bakarsınız. Konuyla ilgili şu hadis de bu mülâhazamı teyit eder mahiyettedir: Namaz, berzah ve misal âleminde insana temessül edecektir. Eğer o, arızasız ve kusursuz eda edilmişse, orada güzellerden güzel bir şekilde sahibinin karşısına çıkacaktır.[46]

Başka bir hadis-i şerifte anlatıldığına göre bedevînin biri Mescid-i Nebevî’ye gelerek namaz kılıyor. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ona, “Namaz kılmadın sen.” buyuruyor. Bedevî, kalkıyor ve namazını aynı şekilde tekrar kılıyor. Efendimiz yine “Namaz kılmadın sen.” buyuruyor. Adam, “Ya Resûlallah başka türlü bilemiyorum.” deyince Allah Resûlü, ona; kıyamda, rukûda, secdede nasıl hareket etmesi gerektiğini izah etmek suretiyle namazı eda keyfiyetini öğretiyor.[47] Zira gerçek mânâsı –eskilerin ifadesiyle mahiyet-i nefsü’l-emriyesi– ile onu ortaya koymazsanız namazı zayi etmiş olursunuz. Böyle bir durumda namazın, sizden ayrılırken mânevî ruhuyla “Beni zayi ettiğin gibi Allah da seni zayi etsin!” demeyeceğinden emin olamazsınız.

Birkaç kişiye namaz kıldıran kimse, arkasındaki cemaatte zayıfların, hastaların, kadınların ve çocukların da olabileceğini hesaba katarak namazı belki asgari seviyede tutabilir. Fakat bu asgari seviyeden kasıt günümüzde bazılarının yaptığı gibi, “Sübhânallah, Sübhânallah, Sübhânallah” yerine “sub, sub, sub” demek değildir. Mesela rukûda hakkını vere vere, kelimeleri güzelce telaffuz ederek –bazı fukahaya göre– bir kere “Sübhâne Rabbiye’l-Azîm” demek şarttır. Bazı fukahaya göre ise onu en az üç defa söylemek gerekir. Onun için, rukû ve secdede en az üç defa, yavaş yavaş, kelimeleri tam telaffuz ederek bu tesbihi söylemeliyiz. Pek çok kimsenin hızlı hızlı okuduğu Fâtiha, Kur’ân değildir. Çünkü Kur’ân öyle inmemiştir. Dolayısıyla böyle alelacele okunan Fâtiha ile kılınan namaz da namaz değildir. Bir nefeste, o nefes bitmeden sûreyi sona erdirme telaşıyla, soluğun tıkandığı yerde hızlıca ve can havliyle alınan ara nefeslerle okunan Kur’ân’la kıraat farzı yerine getirilmiş sayılmaz. Lafızlar mânâların kalıbıdır ama kalıbın mânâya uygun olması lazımdır.

Namazda kıraat, kelimelerin hakkını vererek okumak ve mânâsını duymaya çalışmak demektir. Eğer bu gerçekleşmiyorsa, mânâsı duyuluncaya kadar aynı kelimeler 3-5-7-9-11 kere tekrar edilebilir. Hz. Huzeyfe, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) namazını anlatırken şöyle der: “Rukûya gitti; rukûsu kıyamından daha az değildi. (Kıyamda Bakara, Nîsâ ve Âl-i İmrân sûrelerini okumuştu.) Ayağa kalktı, kavmesi rukûsundan az değildi. Secdeye kapandı, secdesi kavmesinden az değildi.”[48] İnsan, kendi kendine namaz kılarken böyle kılmaya gayret etmelidir. Madem namaz çok önemli bir ibadettir, madem o mü’minin miracıdır, madem sefine-i din namazla yürür; öyleyse namaz, hakkını vererek eda edilmelidir. Zira o işin hakkını vermek, aynı zamanda iradeli olmanın da hakkını eda etmek demektir.

c. Haşyet ve Saygı Dolu Namazlar

Namaz, içinin doluluğu ve duruluğu nispetinde Allah nazarında duru ve berrak bir hâle gelir. İçi haşyet ve saygıyla dolu olarak eda edilen her namazın kıyam, rukû, secde gibi her bir rüknü, Allah indinde miraç yaparken atılan birer adım hâline gelir. Biz, meselenin dış yönünü izah ederken “yatıp-kalkma” ifadelerini kullanıyoruz ve haddizatında namazda yaptığımız şeyler de bundan ibarettir. Ne var ki bu yatıp-kalkmalar, onlara katılacak iç saygı ve haşyetle birlikte Allah indinde büyük bir kıymet kazanır ve değerler üstü değere yükselir. Çünkü namaz, Allah katındaki en değerli ameldir; şayet ondan daha değerli bir şey olsaydı Allah (celle celâluhu), kullarını günde beş defa onunla mükellef kılardı.

Cenâb-ı Hak, göklerde mükerrem ibadı olarak yarattığı meleklerden her birini, namazın sadece bir rüknüyle tavzif etmek suretiyle ona verdiği değeri göstermiştir. Öyle mükerrem melekler vardır ki, bunlar sadece kıyamda durmakla tavzif edilmişlerdir. Sadece bu kıyam bile onların Allah indinde yüce bir makama sahip olmaları için yeter de artar. Yine öyle melekler vardır ki, onlar sadece huzur-u ilâhide bel kırıp rukû etmekle görevlendirilmişlerdir. Ve bu görev, onların kâmetlerini Arş-ı Âzam’a çıkaracak mahiyettedir. Ve yine öyle melekler vardır ki, onlar sadece secde ederler.

Hâsılı her bir melek topluluğu, namazın bir rüknüne sahip çıkmak suretiyle arş-ı kemalata veya Rabb’in hoşnut olacağı istikamete doğru yüzüp gider. İşte Cenâb-ı Hak, bu melekler topluluğunun Kendisine karşı kulluklarını ifade etmelerine bir vesile kıldığı namazı, bütün erkânıyla ümmet-i Muhammed’e vermiştir. O hâlde insan, namazda yerine getirmeye çalıştığı her bir rüknü, âdeta arşiyesini tamamlarken merdiven basamaklarına tutunma havası içinde yapıp yerine getirmelidir. Çünkü melekleri arş-ı kemalâta yükselten bu ibadet, onların da o makama yükselmelerini temin edecektir. Dolayısıyla kul, kendisini böyle bir makama taşıyacak olan namazı, bir kısım formalitelerden ibaret görmemeli ve âdeta bir yükü sırtından atıyor havası içinde eda etmemelidir. Aksine çok ciddi bir meseleyi eda etme havası içinde, ezan okunduğu zaman huzur-u ilâhiye gelip el-pençe divan durmalı, huzurda olduğu müddetçe de hiçbir şekilde gaflete dalmamalı ve böylece namazı bir tefekkür ve bir iç heyecanı içinde tamamlamalıdır.

Namaz, bir huşû, bir iç saygısı ve bir edeb işidir. Bu mânâ ile eda edildiği müddetçe iç âlemimize daima bir duruluk getirir, fikirlerimize bir istikamet kazandırır. Bu şuur ve anlayış içinde eda edilmeyen namaz, insanın sırtında bir yük ve insan için bir yorgunluktur; kurbete vesile olması bir yana, kulun Allah’tan uzaklaşmasına bile sebep olur. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem):  مَنْ لَمْ تَنْهَهُ صَلَاتُهُ عَنِ الْفَحْشَاءِ وَالْمُنْكَرِ، لَمْ يَزْدَدْ مِنَ اللهِ إِلَّا بُعْدًا  “Kimin namazı onu fuhşiyat ve kötülükten men etmezse, o namazın, o insana, kendisini Allah’tan uzaklaştırmaktan başka bir katkısı olamaz.”[49] buyurmuştur. Haddizatında namaz, kişiyi Allah’tan uzaklaştırmaz; ama o gafletten sıyrılamadığı, nisyandan kurtulup kendini aşamadığı, dolayısıyla gönlünü sahibine vermesi gerektiği yerde dahi veremediği için, Rabb’inden uzaklaşmasına vesile olur. O hâlde kul, namazını eda ederken, âdeta nuranî bir ipe tutunuyor gibi onu eda edecek ve dikkatli davranacak; ayağı sürçüp bir lahza gaflete girse hemen nazarını yüceler yücesi âleme çevirecek, onu seyre dalacak ve böylece kulluk vazifesini eda edecektir.

Halef İbn Eyyûb, hadis ve fıkıh sahalarında yetişmiş büyük zatlardandır. O, namaza durduğu an, arılar sokarken bile elini kaldırıp hareket ettirmez; namazdan sonra kendisine, “Arı soktu, elini dahi hareket ettirmedin; sinek yüzüne kondu, başını bile çevirmedin.” dendiğinde de: “Ben bir zamanlar, bir kısım fasık ve facirlerle görüşmüştüm; onlar, fısk u fücurları sebebiyle padişahın kendilerini kamçılatması karşısında “gık” bile demediklerini birbirlerine karşı iftiharla anlatıyorlardı. Ya ben Allah’ın abd-i âcizi, namaz gibi bir miracı eda ederken başıma konan sinek ve arılardan nasıl müteessir olurum ki!” demiştir.

Hz. Ali (radıyallâhu anh), cephede hasımlarının karşısına çıkarken bile ayağı, namazda olduğu kadar titrememiştir. Oysa Hendek’te Amr İbn Abdivüdd, “Yok mu benimle savaşacak?” dediğinde, daha çocuk denecek yaşta olmasına rağmen, onunla savaşmak için Allah Resûlü’ne defalarca müracaat etmiş, karşısına çıkınca da onun, “Bana karşı seni mi gönderdiler, yok muydu senin büyüklerin? Senin ağzın süt kokuyor!” şeklindeki tahriklerine kapılmamış, yapılan hamleler karşısında kalkanının ikiye parçalanmasına ve alnından aldığı yaraya rağmen hiç fütur getirmemiş; Allah Resûlü’nün kendisine takdim ettiği Zülfikar’la hasmını alt edivermişti. Hz. Ali, bu kadar tereddütsüz, kuşkusuz ve endişesizdi. Ama namaza giderken rengi sararır ve ayaklarının bağı çözülürdü. Kendisine: “Ey mü’minlerin emiri! Nedir bu hâlin?” dendiğinde de, “Bilmiyor musunuz, emaneti yerine getirmeye gidiyorum.” derdi.

Allah (celle celâluhu), Kur’ân-ı Kerim’de, إِنَّا عَرَضْنَا الْأَمَانَةَ عَلَى السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَالْجِبَالِ فَأَبَيْنَ أَنْ يَحْمِلْنَهَا وَأَشْفَقْنَ مِنْهَا وَحَمَلَهَا الْإِنْسَانُ  “Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi.”[50] buyurmaktadır. Bunun mânâsı, “Benliği, şuuru ve idraki; eşya ve hâdiselerin içinden Allah’a ait mânâlar çıkarma ve bu mânâlarla bir mârifet peteği meydana getirme işini insan yüklendi.” demektir. Biz, günde beş defa namaza çağrılırken işte bu vazifeyi eda etmek üzere Rabbimizin huzuruna geliyoruz. Haddizatında Hz. Ali’nin ayaklarını titreten düşünce de bu idi.

Abdullah İbn Ömer (radıyallâhu anh), namaza giderken –vazifenin ağırlığını duyma havası içinde– o kadar yavaş yürürdü ki, onu görenler, “Eğer bir karınca onunla birlikte yola çıksa mutlaka onu geçerdi.” derler. Aslında ciddi mânâda bizi endişeye sevk edecek ehemmiyetli bir iş karşısında etrafımızı görmez olur, hiç kimseyi tanımayız. Ezan, ruh dünyamız üzerinde böyle bir kıyamet koparır; Rabb’in huzuruna davet vâki olmuş gibi yerimizden kalkar, tastamam abdest alır, üzerimizdeki gafleti atmaya çalışırız. Zira birkaç dakika sonra, hayatın hesabını verme mânâsında Rabbimizin huzuruna duracağız. O huzurda, elbette gaflet içinde bulunmak uygun değildir. Rabb’in huzurunda dururken, O’na karşı dönüşümüzün nişan taşı olsun diye, Kâbe’ye yönelecek, onu karşımızda tahayyül edeceğiz. Başka bir ifadeyle, bütün gönlümüzü Rabbimize verecek, kalb ve hayalimizle Kâbe’ye teveccüh edecek, sonra da rahmet ve rıza-i ilâhiyi avlamaya çalışacağız.

Evet, ezan şuuruyla namaza koşan bir mü’min, Kâbe’yi tam karşısında tahayyül ederek rahmet ve rıza-i ilâhiyi avlamaya çalışacaktır. Her devirde nice sultanlar gelip geçmiştir! Bizlerin de aynı payeye ulaşması her zaman mümkündür. Zira öyle bir zemin ve zamanda bulunuyoruz ki, etrafımızda daima Allah, Peygamber, Kur’ân diyen insanlar pek çoktur. Böyle bir ortamda kendimizi muhafaza etmemiz mümkündür. Ama bununla birlikte, henüz o zatların ulaştığı seviyenin yüzde birine dahi ulaştığımız söylenemez.

Bir devlet reisi olarak iyi mü’min olma, çirkinlikler arasından gözünü lâhut âleminin güzelliklerine dikme, makama mansıba takılıp kalmama çok zordur. Yine bir padişah olarak, hem ordu komutanlığı yapıp fatih orduları idare etme hem de devlet kurup insanları memnun etme çok zordur. Rivayete göre Murat Hüdavendigar Hazretleri, tekbir alıp namaza duracağı zaman, birinci tekbirde Kâbe’yi göremediğinden ikinci ve üçüncü tekbirleri alır, onu karşısında müşâhede edene kadar da devam edermiş. Bir gün hocasının karşısına çıkıp şöyle demiş: “Hocam! Acaba benim bir günahım mı var ki, ilk tekbir aldığımda Kâbe’yi müşâhede edemiyor, ikinci ve üçüncü tekbirde ancak görebiliyorum.” Murat Hüdavendigar Hazretleri zanneder ki, hocası dâhil herkes, daha “Allahu ekber” dediği anda Kâbe karşısında beliverir ve bu hâli yakalayamayan da sadece kendisidir!

Evet, salih kimselerin namazdaki havası budur. Onlar, Rabb’in rahmetiyle münasebet kurabilmek için, bir nişan taşı mesabesindeki Kâbe’yi iki kaşlarının arasında, alev alev kabaran ve kıvılcımları dağlar büyüklüğünde olan Cehennem üzerinden Cennet’e geçişi sağlayan ve bu dehşetli manzara karşısında nebilerin dahi “Selamet ver Allahım!” dediği Sırat’ı ayaklarının altında tahayyül ederler. Bütün revnaktarlığıyla Cennet’i sağ taraflarında, bütün dehşetiyle Cehennem’i sol taraflarında, kendisine bir pençe atmak üzere elini uzatmış ve nerede yakalayacağı belli olmayan ölümü arkalarında tahayyül eder, ciddi bir korku ve bunun yanında alabildiğine bir ümitle Rablerine karşı kulluklarını eda ederler. Mü’min, namazda bu havayı yakalayıp devam ettirdiği sürece her türlü fuhşiyattan ve münkerattan uzak kalacaktır. Değilse, رُبَّ قَائِمٍ لَيْسَ لَهُ مِنْ قِيَامِهِ إِلَّا السَّهَرُ  “Nice (gece kalkıp) namaz kılanlar vardır ki, onların bu namazlarından ellerinde kalan sadece uykudan mahrumiyettir.”[51] fermanının tokatını yiyecektir.

Netice olarak namaz, bir şuur derinleşmesi, bir iç aydınlığı ve Rabb’in rızasını kazanmadır. Korkuyla birlikte ümidin; ümitle birlikte dehşetin; mehâbetle birlikte azametin insanın içini doldurduğu, râşelerin ürpertileri takip ettiği bir hâl ve eda, namazın iç huşûunu teşkil eder. İnsan, bir an olur kalbi ağzına gelir ve canı çıkacak gibi olur; bir an olur büyük bir ümide kapılır ve tebessüm eder; bir an olur o hâlini Rabb’e karşı bir edepsizlik sayar ve hayâsını takınır, “Ben naz makamında değilim.” der ve bu hava içinde namazını eda eder.

Huşûun zâhirine gelince o, insanın, namazda, söyleyeceği ve yapacağı şeyleri ciddi bir edep içinde yerine getirmesi demektir. Mesela okunan âyetlerde ne söylendiğini bilerek onları okuma; rukûyu, fıkıh kitaplarında anlatıldığı şekilde ifa etme; secdeyi, celseyi, kavmeyi aynı şekilde yapıp yerine getirme. Mü’minin, ancak bu duygularla dolup taşarak eda edeceği namaz, namaz olacak ve beden gemisini bu suretle sahil-i selamete çıkarma imkânını elde edecektir.

d. Namazda Üç Mühim Unsur

Namazın kıyam, kıraat, rukû ve sücûd gibi rükünleri, onun sadece şekil yönünü ifade ederler. Oysa namazda ve onun rükünlerinde asıl olan, muhteva ve ruhtur. Nasıl ki yeme-içme cismaniyetimiz için bir ihtiyaçtır: namaz da mânevî hayatımız ve ruhumuz için bir gıdadır. Namaz, fıtratımızın bir gereği hâline getirilmelidir. Ruh, gıdasını ancak bu şekilde kılınan bir namazdan alabilir.

Namazda dikkat edilecek bir diğer husus da şudur: Nasıl vücud geliştirme çalışmalarında kalbi yormamak için fikir dünyasından uzaklaşmak gereklidir. Aynen öyle de ruhu geliştirmek için dünyevî düşünceleri devreden çıkarmak, bütünüyle kalb ve ruh insanı hâline gelmek şarttır. Tabi ki namazın dış şekillerini özenle yerine getirmek ile bu muhteva arasında sıkı bir münasebet vardır.

Namazda dikkat edilecek bir diğer husus da bazılarının namazına bakıp değişik tavır ve uygulamalara gidilmemesidir. Başkaları namazlarında elini, kolunu, başını sallayıp değişik tavırlar içerisine girebilirler. Bu durum kimseyi ilgilendirmemeli, herkes kendi namazını kılmalıdır. Ayrıca bu insanların, namazlarını nasıl eda ederlerse etsinler, Allah’a karşı borçlarını ödemiş olacaklarından şüpheye düşülmemeli, neticesinde insana günah yükleyecek olan suizan kapısı kat’iyen açılmamalıdır. Kaldı ki biz, kimsenin davranışlarına hakem de değiliz.

Bir diğer husus da şudur: İnsanın içinde bulunduğu ruh hâlinin ve etrafında cereyan eden hâdiselerin namazına tesir edeceği muhakkaktır. Fakat o, bütün bunun şuurunda olarak, iradesiyle bu şartları aşmalı ve kalbi kemal noktasına yönlendirmelidir. Feyiz ve berekete en açık olduğu anlarda bile sadece O’nu mülâhazaya almaya çalışmalı. Mesela Allah’la arasına, o anda arş-ı Rahman’a ulaştıracak bir cezbe bile girecek olsa, hemen “Hayır, Rabbim ben bunu istemem, şu namaz kılanlardan birisi gibi olayım, yeter.” diyebilmeli.

Son bir husus da herkesin namazı, içinde bulunduğu mertebe ve dereceye göre farklılık arz eder. Siz, kılmış olduğunuz namazı İmam Rabbânî’ye anlatsanız, belki size gülecektir. Veya İmam Rabbânî kendi namazını İbn Arabî’ye anlatsa o da ona gülecektir. Zira onların her birinin buudları birbirinden farklıdır. Burada önemli olan nokta, namaz konusunda avamca düşüncelere sahip olan kimselere hakiki namazla ilgili mülâhazaların yolunu açmaktır. Bir zerre iken kendini deryaya salıverme ve damla iken derya olma... Bunun ötesinde de, Rabbim lütfederse şu anda mahiyetini dahi bilmediğimiz o mertebelere ulaşmayı yine O’nun rahmetinden bekleyebiliriz.

e. Namaza Konsantre Olma

Abdest suyuyla beraber günahlarının da döküldüğüne inanan bir mü’min, abdestle kazandığı metafizik gerilimi, ezan-ı Muhammedî’yi dinlerken de devam ettirir; hatta daha da artırır. Ezanı müteakiben bir de sünnet namaz kılarak iç içe bir derinliğe ulaşır. Madem sünnet ve nafile namazlar “cebren li’n-noksan”dır; yani farz namazlardaki noksanları tamamlar, eksiği gediği giderir.. ve madem Cenâb-ı Hak nafileleri edaya ekstradan bir yakınlık vaadinde bulunmuş ve, “Kulum bana, kendisine farz kıldığım ibadetlerden daha sevimli bir amelle yaklaşamaz. Farzları eda eden kulum nafilelerle bana yaklaşmaya devam eder. Öyle ki nihayet ben onu severim. Ben kulumu sevince de artık onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli... olurum.” demiştir. [52] İşte o da, bunları düşünerek ve sürpriz bir yakınlık talebini hâliyle seslendirerek sünnet namazı tamamlar. Böylece konsantrasyon adına çok önemli bir adım daha atmış, namazla bütünleşme yolunda son mesafeyi de katetmiş ve farzı kılmaya hazır hâle gelmiş olur.

Böyle dikkatli ve hassas bir kul için namazı bekletme söz konusu değildir: her zaman namazı bekleme esastır. O, namazdan, hatta ezandan evvel abdestini alıp “Tam tekmil hazırım Allahım! Sen bana teveccüh buyurduğun an, nazarlarımın Sana müteveccih olduğunu göreceksin.” duygusuyla gerilmiş olarak “Haydi, şimdi huzuruma çıkabilirsin.” komutunu bekler. Zaten abdest öncesinden başlayıp ezan ve sünnet namaza kadar sürüp giden hazırlıklar silsilesinde insan böyle bir metafizik gerilimi yakalayamamışsa, o işte bir eksiklik var demektir. Fakat öyle olsa da farzdan önce kâmet getiren müezzin, insanı ibadet düşüncesinden alıkoyup mâsivâullaha çeken her şeye son darbeyi indirir ve böylece konsantrasyonunu tamamlayan kul, en derin mülâhazalarla “Allahu ekber” deyip namaza durur.

Meselenin bir diğer yanı da şudur: Asr-ı Saadet’te, yüce dinimiz İslâm’ın emirleri birer semavî sofra gibi ter ü tâze iniyordu. Sahabe efendilerimiz her gün farklı farklı ibadetlerle tanışıyorlardı. Mesela bir gün namazı öğreniyor, ertesi gün ezanı duyuyorlardı. Ezan kulaklarında tın tın edip içlerine bambaşka bir ürperti ve heyecan salınca, namazı da işte o huzurla kılıyorlardı. O dönemin Müslümanları, duyup öğrendikleri her meseleyi böyle orijinal, çok süslü ve pek cazip buluyor; bu göz alıcı güzelliklerin cazibesine kapılıyor ve âdeta büyüleniyorlardı. Onlar, her an gökler ötesinden haber alıyor, her gün yeni bir sürprizle karşılaşıyor ve bir nevi kesintisiz sürprizler kuşağında yaşıyorlardı. Sürekli yeni bir sûre ya da âyet duyuyor, dinliyor; onunla yunuyor, yıkanıyor ve böylece ulvî hislerle donanıyorlardı.

İşte bu semavî ve ilâhî donanımla da Allah’ın huzuruna çıkıyorlardı. Dolayısıyla onlar, metafizik gerilim elde etmek, gereken konsantrasyonu yakalamak ve ibadete hazır hâle gelmek için ziyade bir cehd ve gayrete ihtiyaç duymuyorlardı. Sürekli maiyyet solukladıkları için farkına varmasalar da, gayr-i iradî olarak sürekli öteler düşüncesiyle ve mânevî duygularla dolu bulunuyorlardı. “Şimdi huzura varma zamanı!” dedikleri an bütün hislerini ve latifelerini ibadet üzerine yoğunlaştırabiliyorlardı.

Bize gelince, semanın sağanak sağanak vahiy boşalttığı Asr-ı Saadet’ten uzak bulunduğumuzdan dolayı, o konsantrasyonu ve mânevî donanımı gayr-i iradî olarak elde edemeyiz. Bu itibarla da biz, o asırla aramızda bulunan uzaklığı, cehdimizle, gayretimizle, irademizdeki uyanıklıkla ve kararlılığımızla aşmak zorundayız. Dinin özündeki orijinalliği, iradî olarak mülâhazalarımızı canlandırmamız ve tetiklememiz sayesinde duymaya çalışmalıyız. Sahabe ve selef-i salihîn efendilerimizin yaptığı gibi en ulvî duygularla ve engin mülâhazalarla namaz kılmak istiyorsak, bu konuda da irademizin hakkını vermek mecburiyetindeyiz.

Evet, biz, her zaman temiz duygu ve düşüncelerle dolu olmaya bakmalıyız; namaza yürürken de abdest öncesinden başlamak suretiyle hep bu nezih mülâhazalar istikametinde yol almalıyız. Mesela namaza durmadan önceki son sözlerimizi mutlaka sohbet-i Cânan etrafında örgülemeli; yürekleri şahlandırmaya mâtuf, O’nunla alâkalı bir mevzu hakkında konuşmalıyız. Allah dostlarının namazla alâkalı dile getirdikleri hususları düşünmeli ve böylece, iradî olarak his ve fikirlerimizi namaza kilitlemeliyiz.

Bu zaviyeden, bizim mâsivâdan uzaklaşmamız ve güzelce hazırlanarak namaza yoğunlaşmamız oldukça zor görünüyor. Fakat unutulmamalıdır ki, bir işte ne kadar çok meşakkat bulunursa ve o şey ne kadar zor tahsil edilirse, onda o kadar çok sevap vardır. Bundan dolayı, “Meşakkat ölçüsünde mükâfat elde edilir.” sözü darb-ı mesel olmuştur. Evet, ne kadar zorlu işlerle meşgul olursak, ne kadar sarp tepelere tırmanırsak, mükâfatımız da o kadar büyük olur. Dolayısıyla güzel hislerle dolma ve ibadetleri tam duyma yolunda, iradî olarak zorluklarına katlanıp tastamam alacağımız bir abdestin mükâfatı da o ölçüde büyük olacaktır.

f. Veda Namazı

İnsan, öyle namaz kılmalı ki herkesin namazı bir diğerine misal olsun ve secde, doyulmaz bir neşveye, dualar, insana bıkkınlık vermeyen bir gıdaya; rukû ayrı bir edaya; kıraat de dane dane canlı kelimeler armonisine dönüşsün.

Muhbir-i Sadık,  إِذَا قُمْتَ فِي صَلَاتِكَ فَصَلِّ صَلَاةَ مُوَدِّعٍ“Namazını veda namazı gibi kıl!”[53] buyuruyor. Size, “Sadece bir vakit namaz kılacak kadar ömrünüz kaldı.” deseler, o namazı nasıl özene-bezene kılarsınız. İşte her namazı böyle kılmalısınız. Evet, “Bu benim son namazım olabilir.” mülâhazasıyla kılınan namaz, veda namazıdır.

Evet namaz, insanın hayatında yapacağı şeylerin en güzelidir ve en güzeli olmalıdır. Hayatın en tatlı hatıraları namazla ilgili bulunmalıdır. Zira miraca namazla çıkılır. Allah’a namazla ulaşılır.. enbiyanın huzuruna namazla varılır.

g. Namazdaki Üç Mertebe

Namazı üç farklı mertebede değerlendirebiliriz:

  1. Mükellefiyet olarak eda edilen namaz: Ülfet alaşımlı ve sadece Cenâbı Hakk’ın emrini yerine getirmiş olmakla sınırlı kalan namazlar bu mertebeye dâhildir. Hiç namaz kılmamaya göre elbette ki bu da bir mertebedir. Ancak böyle namaz sahipleri, namazı terk etme mesuliyetinden kurtulsa da namazdan elde edilebilecek feyizlere tam mazhar olamazlar.
  2. Kötülüklerden koruyan namaz: Namaz, insanları fuhşiyattan ve dinin çirkin gördüğü bütün kötülüklerden korur. Evet, Cenâbı Hak, namaza böyle bir hususiyet vermiştir. Ne var ki namazdan bu ölçüde istifade edebilmek, namazın ruhunu yakalamakla mümkündür. Şuurla eda edilmiş her namaz, sahibini koruyucu bir atmosfer gibi kuşatır ve münkeratın yol bulup ona ulaşmasına mâni olur. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), namazdaki bu hususiyeti, kapısının önünden geçen nehirde her gün beş defa yıkanan insanın kirlerinden temizlenmesi teşbihiyle anlatır.[54]Zaten namazdaki bu hususiyettir ki, sel sel olup üzerimize gelen münkerattan bizleri koruyup muhafaza etmektedir. Aksi hâlde bu kadar çirkinliğe ruhumuzun direnç göstermesi nasıl mümkün olurdu ki!
  3. Miraç buudlu namaz: Her dakikası seneler kazandırabilecek çapta kılınan namaz, miraç televvünlü namazdır. Böyle bir namazı yakalamak çok zordur ve ancak seçkin ruhlara mahsustur ama yine de mümkündür. Madem mümkündür, herkes gayret etmeli ve hiç olmazsa hayatının belli dönemlerinde böyle bir namazı yakalamaya çalışmalıdır.

Burada şu hatırlatmayı yapmakta da fayda var: Namaz her şeyden evvel bir mükellefiyettir; dolayısıyla da istenen seviye ve keyfiyette eda edilemese de mutlaka kılınmalıdır. Seviyeli namaz kılamıyorum diye namazı terk etmek, bir şuur emaresi değil aksine şeytana maskara olmanın ifadesidir; mü’minler bu oyuna gelmemelidir.

Diğer taraftan namazın belli rükünleri ve belli vakitleri vardır. Hiç kimsenin bunlarda keyfî tasarrufta bulunmaya hakkı ve salâhiyeti yoktur. Kendisinde böyle bir hak görenler de kesinlikle sağdan gelen şeytana yenik düşmüş kişilerdir. Dedikleri de söyledikleri de ilmin, bilginin değil, bu yenilginin delili ve işaretidir.

h. Namaz Âşıkları

Evrâd u ezkâr, dua, nafile namaz gibi ibadetler, sürekli olarak ve ısrarla yerine getirilmelidir ki bunlar, zamanla bizde ikinci bir fıtrat hâsıl etsin. Mesela iki rekâtlık bir nafileyi dört rekât kılmaya alışır, bir daha da bırakmazsanız, gün gelip bırakmaya kalktığınızda, “Eyvah, bugün de falso yaptık!” dersiniz. Böyle bir anlayış, insanda zaten mevcut olan birtakım kabiliyetlerin kullanılarak inkişaf etmesi ve insan ruhuna hâkim olmasından kaynaklanır.

Âbidlerin Rehberi Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) namaza göstermiş olduğu alâka, O’nun izini takip edenlerin gönüllerinde de “ibadetlerin özü”ne karşı derin bir iştiyak uyarmıştır. “Namaz benim gerçek göz aydınlığımdır.”[55] diyen, başkalarının, bir kısım şeylere arzu duymasının çok ötesinde namaza karşı arzu duyduğunu her hâliyle ortaya koyan, mübarek ayakları şişene kadar kıyamda duran, bazen bir rekâtta bir kaç cüz okumadan rukûya varmayan, haşyet dolu yüreğinden el değirmeninin ya da kaynayan tencerenin sesi gibi hıçkırıklı ağlama sesi duyulan ve secde ederken Hak karşısındaki saygısından dolayı kıvrım kıvrım kıvranan Resûl-i Ekrem’in (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ), namaz ibadeti üzerinde hassasiyetle durması Ashâb-ı kirâmın da birer namaz âşığı hâline gelmelerine vesile olmuştur.

Öyle ki Fudayl İbn İyâz’ın ifadeleriyle söyleyecek olursak, sahabe efendilerimiz, benizleri atmış, yüzleri sararmış bir şekilde sabahı karşılarlardı. Çünkü gecenin çoğunu namazda geçirirlerdi. Bazen saatlerce kıyamda kalırlar, bazen de uzun müddet secdeye kapanırlardı. Cenâb-ı Hakk’a içlerini dökerken, rüzgârlı bir günde sallanan ağaçlar gibi sallanır; gözlerinden, elbiselerini ve yeri ıslatacak kadar yaş dökerlerdi. Namazın lezzeti onlara bedenî yorgunluklarını unuttururdu da artık o vuslat dakikaları hiç bitmesin isterlerdi. Sabah olunca, yüzlerine yağ sürer, gözlerine sürme çekerler ve halkın içine sanki geceyi hep uykuyla geçirmiş ve iyice dinlenmiş gibi çıkarlardı.

Hz. Ömer (radıyallâhu anh), sinesinden yediği hançerle baygınlık geçirirken kendisine, “Namaz ya emire’l-mü’minin!” dendiği zaman, “İşte kalktım!” deyip zorla doğrulmaya çalışıyor fakat her hareketinde kaybettiği kanla daha bir bitap düşüyordu. Namaz âşığı insanın vuslatı yine namazda oluyor, yüzünü yere koyup Rabbisine yakaracağı anda sinesinden yediği hançerle feryat ediyordu.

Hz. Ali’nin (radıyallâhu anh) hâli ondan farklı değildi; o da namaza giderken sararır solar, kendisine: “Bu ne hâl ya emire’l-mü’minin?” diyenlere de “Emaneti eda etmeye gittiğimi bilmiyor musunuz?” derdi. O da tıpkı Hz. Ömer gibi, namaz yolunda hançerlenmiş ve ruhunu o yolda Allah’a teslim etmiştir.

Huzur-ı ilâhîde bulunmanın mânâsını idrak etmiş ve Kur’ân’ın tadını almış bir sahabînin şu hâli onların namaza karşı iştiyaklarını göstermesi açısından ne kadar müthiştir: Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Zâtü’r-Rikâ gazvesinde Ammâr İbn Yâsir ile Abbâd İbn Bişr’i bir konak mahallinde gece nöbeti için vazifelendirmişti. Hazreti Ammâr’ın istirahati tercih ettiği bir sırada Abbâd İbn Bişr kalkıp namaza durmuştu. O sırada bir müşrik bu iki sahabîyi farketmiş ve hemen üzerlerine ok yağdırmaya başlamıştı. Oklardan iki-üç tanesi Hazreti Abbâd’ın vücuduna isabet ettiği hâlde o, namazını bozmamış, ancak rukû ve secdesini yaptıktan sonra arkadaşını uyandırmıştı. Hazreti Ammâr, sıçrayıp kalkarken bir taraftan kaçan müşriğin ardından bakakalmış diğer yandan da merak ve heyecanla Abbâd İbn Bişr’in vücudundan akan kanı ve isabet eden okları göstererek kendisini neden uyandırmadığını sormuştu. Hazreti Abbâd ise ancak bir namaz âşığının söyleyebileceği şu cevabı vermişti:

“Bir sûre (Kehf) okuyordum, (ayât ü beyyinât o kadar tatlı idi ki) onu bitirmeden namazı bozmak istemedim. Fakat oklar peşpeşe atılınca namazı tamamlayıp seni uyandırdım. Allâh’a yemin ederim ki Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), korunmasını emrettiği bu gediği kaybetme endişesi olmasaydı sûreyi yarıda bırakarak namazı kesmektense ölmeyi tercih ederdim.”[56]

Evet, mü’min, namaza durunca etrafını bütünüyle unutur;

“Öyle bilmezdim ben kendimi
O ben miyim ya ben O mu?
(Gedâî)

anlayışı içinde kendinden geçer ve kendi şahsını tanıyamaz hâle gelir. Zaten bir insanın, bu vazifeyi yapmak üzere Rabb’in huzuruna geldiğinde başka şeyleri düşünmesi mümkün değildir; düşünüyorsa şayet, huzura gelse bile o huzurun hakkını veremiyor demektir. İnsan, ya bütün bütün ağyara sırtını dönüp huzur-u kalble Rabbe müteveccih olur ya da kalbi başka bir vadide, cesedi başka bir vadide dolaşıp durur ve yaptığı şeyin semeresini elde edemez.

İşte namaza duruş da bu muamma içinde mânâsını bulur. Rable başbaşa kalma.. dünya ve mafihayı kalbden çıkarıp atma.. hatta nefsini dahi unutup kendinden geçme.. ve bir kerecik olsun böyle bir namaz kılmaya muvaffak olmaya çalışma.

i. Her Gün Yüzlerce Rekât Namaz

Evet, sahabe efendilerimiz ibadete, özellikle de namaza asla doymazlardı. Onların rahlesine oturmuş Hak erleri de birer namaz kahramanı olarak yetişiyorlardı. Mesela, Atâ İbn Ebî Rebâh (radıyallâhu anh) yaşlandığı, zayıfladığı ve tâkatsiz düştüğü günlerde bile bir rekâtta Bakara sûresinden yüz âyet okuyordu. Namazdaki konsantrasyonu ona bedenindeki yorgunluğu hiç hissettirmiyordu.

Müslim İbn İbrahim, tebe-i tabiînin büyük imamlarından Şu’be İbn Haccac (radıyallâhu anh) hakkında şu ifadeleri kullanıyor: “Ne zaman Şu’be’nin yanına girsem –kerahet vakitleri dışında– onu hep namaz kılarken görürdüm.”[57] Ebû Katan da şu ilavede bulunuyor: “Şu’be’nin rukûda beklediği süreye şahit olsaydınız ‘Herhalde secdeye gitmeyi unuttu.’ derdiniz; onu iki secde arasında otururken izleseydiniz bu defa da ‘Galiba ikinci secdeyi unuttu.’ diye düşünürdünüz.”[58]

İşte bu namaz sevdalılarının yaşadığı zaman diliminde günde yüz rekât nafile namaz kılmak âdeta sıradan bir iş gibiydi. Onlar o kadar çok namaz kılıyorlardı ki, çoğunun ötelere yolculuğu seccadede başlıyordu. Mesela tabiîn neslinden Ebû Ubeyde el-Basrî vefat ettiğinde namazda kıyamdaydı. O dönemde, otuz-kırk sene, yatsının abdestiyle sabah namazını eda eden Vehb İbn Münebbih, Tâvus İbn Keysân, Saîd İbn Müseyyeb ve İmam Âzam gibi Hak dostlarının sayısı hiç de az değildi. Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri, otuz sene cemaatle namazı ve hatta ilk tekbiri hiç kaçırmamıştı. Kalbine biraz da olsa dünya düşüncesinin dolduğunu ve namazın hakikatini duyamadığını hissetse o namazı tekrar kılardı. Her gün dört yüz rekât nafile kılmayı âdet edinmişti. Otuz yıl boyunca yatsı namazından sonra hiç uyumadan ibadetle meşgul olmuştu. Muhadramûn’dan (Allah Rasûlü’nün çağına yetişmesine rağmen O’nu göremeyenlerden) Ebû Osman en-Nehdî de akşam ile yatsı arasında yüz rekât namaz kılardı. Bişr İbn el-Mufaddal ve Bişr İbn Mansur gibi gönül âleminin sultanları da her gün dört-beş yüz rekât nafile kılanlar arasındaydı. Dahası onca dünyevî ve idarî işle meşgul olması gereken Abbasi devletinin seçkin halifelerinden Harun Reşid’in de hilafet süresi dâhil ölene kadar her gün yüz rekât namaz kıldığı nakledilmektedir ki bu, o devirlerde ruhları saran ibadet iştiyakını göstermesi açısından önemli ve güzel bir misaldir.

Aslında tabakat kitaplarına bakılsa bu konuda daha pek çok örnek bulmak mümkün olacak ve selef-i salihîn arasında günde yüzlerce rekât namaz kılanların sayısının hiç de az olmadığı görülecektir.

Bu arada şu hususu da ifade etmeliyim: Dinde zorluk yoktur; İslâm, yüsr (kolaylık) üzere vaz’ edilmiştir. Resûl-i Ekrem Efendimiz (aleyhi’s-salâtü vesselam) kendisi ayakları şişinceye kadar namaz kıldığı hâlde ümmetine güçlerinin yettiği kadarını teklif etmiş ve onlara ibadet nev’inden bile olsa altından kalkamayacakları işleri üzerlerine almamaları tavsiyesinde bulunmuştur. Bu açıdan hem namazı tam duyma hem de çokça namaz kılma meselesi bir seviye ve gönül işidir. Bütün mü’minler, ibadet konusunda hem keyfiyet hem de kemmiyet itibarıyla her zaman daha ileri ufuklara teşvik edilirler ama bu hususta bir zorlama söz konusu değildir.

Nitekim Nur Müellifi, “Bir tek saat, beş vakit namaza abdestle kâfi gelir.”[59] derken dinin özündeki bu kolaylığa işaret etmiş ve objektif olan kaideyi göstermiştir. Yani bütün insanları bağlayan bir hüküm söz konusu olduğunda, en zor şartlar altındaki kimselerin de nazar-ı itibara alınması gerektiği esasına binaen, nâmüsâit şartlara maruz kalan bazı mü’minlerin abdest de dâhil bir saate sıkıştırmak suretiyle de olsa namazlarını mutlaka kılmaları gerektiğini ifade etmiştir. Ayrıca Hazreti Üstad, “Benim namazım nerede.. şu hakikat-i namaz nerede!” Zira bir hurma çekirdeği, bir hurma ağacı gibi, kendi ağacını tavsif eder. ”[60] buyurarak, namaz kılarken onun mânâsını anlamayan ve gönlünde hissetmeyen avamdan bir insanın bile amel defterine bir ibadet hissesi kaydolacağını belirtmiştir. Bir hurma çekirdeğinden tâ mükemmel bir hurma ağacına kadar pek çok mertebeler bulunduğu gibi, namazın da derece derece olduğunu ama her mertebedeki namazın mutlaka ibadetin nurundan pay aldığını söylemiştir. Hazreti Bediüzzaman’ın bu ifadeleri, bizim gibi ümmilerin ümidini bütün bütün kırmamak, insanları ye’se düşürmemek ve objektif olanı öne çıkarmak içindir. Evet, Cenâb-ı Hak herkesin namazına bir mükâfat ihsan eder; fakat bizim burada üzerinde durduğumuz husus, namazın hakikati, ruhu ve özüdür.

Bu itibarla bir mü’min hiç olmazsa farz namazlarını mutlaka “ikâme” keyfiyetiyle eda etmelidir. Yani İşarâtü’l-İ’caz’da da belirtildiği üzere, “Namazda lâzım olan tâdil-i erkân, müdavemet, muhafaza gibi “ikame”nin mânâlarını mürâat etmek...”[61] suretiyle namazın bütün rükün ve esaslarını usûlüne uygun olarak yerine getirmeli, onu matlaşmaya ve renk atmaya maruz bırakmadan hep ilk günkü neşve içerisinde devam ettirmeye çalışmalıdır. Günde en az beş defa o tatlı su kaynağına koşmalı, onunla yunup yıkanmalı, hatalarından ve günahlarından arınarak tertemiz bir ruh hâletiyle Mevlâ-yı Müteâl’e yönelmeli ve âdeta her vakitte bir kere daha miraç yapmalıdır.

4. Namazın Çekirdekleri

Tekbir (Allahu ekber), tesbih (Sübhânallah), tahmid (Elhamdülillah), Fâtiha ve Tahiyyat gibi hususi cümleler, namazın çekirdekleri mahiyetindedirler. Ondandır ki namazdaki bütün hareket ve zikirlerde “Sübhânallah”, “Elhamdülillah” ve “Allahu ekber” sözlerinin mânâları gizlidir. Bediüzzaman Hazretlerinin de ifade ettiği gibi, iftitah tekbirinden selâm vereceğimiz âna kadar biz, hemen her an söz, hâl ve tavırlarımızla ya “Sübhânallah” deyip Cenâb-ı Hakk’ı takdîs eder ya “Elhamdülillah” sözüyle hamd ü senâ hislerimizi seslendirir ya da “Allahu ekber” diyerek O’na ta’zimde bulunuruz.

Namaza başlarken söylenen tekbire, ibadete onunla başlandığı için “iftitah (başlangıç, açılış) tekbiri” dendiği gibi; namaz içinde bazı şeylerin yapılması bu tekbirle haram kılındığı için ona “tahrim tekbiri” ya da “ihram tekbiri” de denmiştir. Aslında bu tekbir, mâsivâya ait her şeyi kendine haram kılarak harem dairesine adım atma, bütün dünyevîlikleri kapının arkasında bırakma ve yalnızca Sultan-ı Kâinat’a teveccühte bulunma adına bir söz vermedir. O andan itibaren, namazın bütün dakikalarına, saniyelerine ve saliselerine tesbih, tahmid ve tekbir ruhunu işleme, bir mânâda bütün bütün namaz kesilme ve âdeta namazlaşma ahdi demektir. Melekler, bu sözün gereğini yerine getirerek namazını ikâme eden bir âbidin âlem-i misale yansıyan resmini çizseler, ihtimal ortaya namaz çıkar; o insan ancak mücessem bir namaz kesilmiş olarak resmedilebilir.

Evet, namazı hakkıyla ikâme etmek istiyorsanız, tekbirle beraber mâsivâdan sıyrılmalı, gönlünüzü sadece O’na açmalı ve dudaklarınızdan dökülen her kelimeye şuurunuzun mührünü basmalısınız. Mesela, “Elhamdülillah” derken, bu sözün ne mânâ ifade ettiğini iyi bilmeli, onu derinlemesine mülâhazaya almalı, “Kimden kime olursa olsun bütün hamd ü senâlar, bütün minnet ve şükürler Allah’a (Tebâreke ve Teâlâ) aittir; bu hakikati ilan benim vazifem, Hâlık-ı Kâinat’ın da hakkıdır.” diye gürlemelisiniz. Böylece o söz, Cenâb-ı Allah’a yükselirken üzerine yüklediğiniz o derin mânâlarla beraber yükselmelidir.

O’nun Rahman ve Rahîm olduğunu ilan ederken yine aynı derin duygularla dolmalısınız. “Mâlik-i yevmi’d-din” hakikatini dile getirirken onun ihtiva ettiği mânâları da üzerine bir damga gibi vurmalı ve Cenâb-ı Hakk’a o yüküyle beraber göndermelisiniz. Namaz, sizin için de bir miraç olmalı ve siz Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Miraç’ta duyduğu hakikatleri kendi idrak ufkunuzdan duymaya çalışmalısınız.

Namazın bütün mânâlarını yudumlayarak adım adım yükselmeli, âdeta birinci kat semada Hazreti Âdem’le, ikinci kat semada Hazreti Yahya ve Hazreti İsa ile üçüncü kat semada Yusuf Aleyhisselamla derken diğer katlarda Hazreti İdris, Hazreti Musa ve Hazreti İbrahim’le görüşmeli, herbirinin hayatından ibretler almalı, huzurlarının insibağına ermeli ve bir adım daha atınca kendinizi haremgâh-ı ilâhîye girmiş gibi hissetmelisiniz. Namazın sonunda selam verir vermez de huzurun adabına riayet edememiş olma endişesiyle bir kere daha ellerinizi kaldırmalı, yine tesbih, tahmid ve tekbir cümleleriyle dergâh-ı ilâhîye nazar etmeli ve namazın mânâsını tekit eden o mübarek kelimeleri otuz üçer defa tekrarlamalısınız.

Namazın ardından yapılan tesbihatta şöyle bir mülâhaza gözetilebilir: Namazda tafsilatıyla zikrettiğim bu kelimeleri, namaz sonrasında icmalen (özet mahiyetinde) tekrar zikrediyorum. Her ne kadar bu ifadeleri namazda zikretmiş olsam da bunlara henüz doyamadım. Hele namazdan sonra bir kere daha Allah’ı bu ifadelerle anayım.

İşte namazı böyle engin duygu ve düşüncelerle ikâme etmek gerekiyorsa onu geçiştiremezsiniz; öncesinde yapılması icap eden hazırlıkları tam yapmalı ve onu mânâsına uygun bir tarzda eda etmelisiniz.

5. Namazın Tefekkür Boyutu

Namazın çekirdeği mahiyetinde olan bu ifadeler aynı zamanda kulluğun da esaslarıdır ve mü’minin tefekkür dünyası için çok önemli unsurlardır. Diğer bir ifadeyle mezkûr ifadeler, mü’minin tefekkürle dolduktan sonra boşalmasını dillendiren çok mühim cümlelerdir. Ayrıca bu ifadelerden her biri, mü’minin, kâinattaki hakikatler karşısındaki hayranlığını seslendirirler. Şimdi isterseniz icmalî (özet) olarak yaptığımız bu değerlendirmeleri biraz daha açalım:

Güzel bir sözde, “Namaz, mü’minin miracıdır.” buyrulmuştur.[62] Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), cismiyle ve ruhuyla semalara çıkmış, mertebeler üstü zirvelere ulaşmış, görmesi gerekli olan şeyleri –Allah’ın lütfuyla– görmüş ve daha sonra da geriye dönüp gelmiştir. Mü’min bu ufku, iyi konsantre olursa her zaman hayalinde, ruhunda ve zihninde yakalayabilir ve hakiki miracın gölgesinde izafî miracı yaşayabilir.

İnsan, bahsini ettiğimiz bu fikrî ve ruhî miracını yaparken tekvînî (kâinatla alâkalı) ve enfüsî (insanın iç dünyasıyla alâkalı) âyetleri müşâhede eder, Kur’ân’ın âyetleriyle bunlar arasında münasebetler bulur. Yerde bulunduğu aynı anda başının atmosferi aştığını, gidip ta ötelere ulaştığını duyar gibi olur. Evet, insan, ruhunu biraz dinlese o atmosferi her zaman yakalayabilir.

Bundan sonra karşınıza, Kur’ân’ın âyetlerinin de yardımıyla rengârenk tablolar çıkar ki bu tablolar, sizin nefsinize karşı, nefsinizden çıkabileceği gibi, kâinattan doğma tablolar da olabilir.. ve siz bu tabloların her birinde ne rengârenk şeylerle karşı karşıya kalırsınız! Aslında topyekün kâinat, eşya ve insan vücudunda, insanla kâinat arasındaki münasebetlerde öyle bir âhenk vardır ki dahası olamaz.

İşte böyle bir manzara karşısında siz, “Buna karışan başka el olamaz. Bu nizam ve âhengin arkasında sadece Allah var!” der ve takdis makamında, iliklerinize kadar duyarak, “Sübhânallah!” sözleriyle haykırırsınız. Tekbir alır almaz, “Sübhânekallâhümme ve bihamdik” diyerek, hamd ü tesbihi beraber yâd edip, “Bize bunu duyurduğundan dolayı Sana hamd olsun. Seni tesbih u takdis ve ilan ederiz ki Sen varsın, şerîkin yok ve Sen münezzeh ve mukaddessin!” dersiniz. Bunlar gönlün ses ve solukları olarak çevrede tınladıkça insan kendini vecd ü istiğrak zemzemesi içinde sanır.

Bazen bu derin mülâhazaları, kâinatta o baş döndürücü hâdiselerin duyulması takip eder. Bu konuda bir ilim adamı mealen şunları söyler: “Şu koca kâinatta öyle müthiş bir âhenk vardır ki, bir denizde akıp giden bir vapurun başka bir denizde yüzen herhangi bir vapurla çarpışma ihtimali olmadığı gibi güneş sistemimizin başka bir sistemle veya herhangi bir gök cisminin bir diğeriyle çarpışması kat’iyen bahis mevzuu değildir.”

Evet, insan, kâinattaki bu muhteşem nizam ve intizamı görünce, “Bu ne müthiş, ne büyük bir kuvvet eseridir!” demekten kendini alamaz. Arkasından bir kere daha tefekkürle derin bir soluk almak için “Allahu ekber” der, iki büklüm olur. Durumuna göre ve tilâvet ettiği âyetlere bağlı olarak ya Cenâb-ı Hakk’ın gökten ve yerden indirdiği veya bitirdiği nimetleri düşünür ve hamd ü senâ hisleriyle köpürür ya da verilen şeyleri, verileceklerin referansı sayar ve sevinir. Böylece o, duygu ve düşünceleri itibarıyla hep O’na doğru yol alıyor gibi bir ruh hâletiyle gürler, tilâvet ettiği kelimelerle duyuş ve sezişleri arasında münasebetler kurar, hislerini namazın münasip bir rüknünde ona uygun “kelimât-ı tayyibe” ile seslendirir ve daha da derinleşerek seyahatini devam ettirir.

Evet, namazın içinde çokça zikredilen Sübhânallah, Elhamdülillah ve Allahu ekber gibi mukaddes kelimeler, bir bakıma kulluğun sesi-soluğu, miraç hakikatinin de farklı fasıllarının işaretleridir.

Biz, Cenâb-ı Hak karşısında kulluğumuzu icra ederken bütün müşâhede, duyuş ve hissedişlerimizi tesbih, tahmid ve tekbirler şeklinde dile getiririz. Vermiş olduğu maddî-mânevî, cismanî ve ruhanî bütün nimetlerine karşı “Elhamdülillah”; hiçbir şekilde şerîkinin bulunmaması karşısında tesbih sadedinde “Sübhânallah”; küçüklüğümüzü teslim, O’nun büyüklüğünü ilan sadedinde “Allahu ekber” diyerek umum rubûbiyetine karşı küllî bir ubûdiyette (kullukta) bulunmaya çalışırız.

Fâtiha sûresi, Kur’ân’ın hulâsası ve özüdür. Kur’ân’daki hakikatlerin hepsini, mücmel (özet) olarak Fâtiha’da görmek mümkündür. Binaenaleyh biz orada, yerinde Cenâb-ı Hakk’ın azametini görüp dehşete kapılarak “Büyüksün Allahım!” mânâsına “Allahu ekber!” deriz. Yerinde Cennet’in nimetleri içinde yüzüyor gibi olur, o nimetlere bizi ulaştıracak vesileler içinde bulunduğumuzu hisseder ve Allah’ın lütfuyla bir mânevî merdivende yükseltildiğimizi görerek –aynı şeyler oruç, zekât, hac gibi ibadetlerde de söz konusudur– “Elhamdülillah” deriz. Yerinde de bütün bunları, “Dünya-ukbâ münasebetini hazırlayan Allah’tır.” diyerek yâd ederiz ki bu mânâların hepsi icmalen Fâtiha’da yer alır.

Tahiyyat’a gelince o, miracı bize daha net olarak hatırlatır. Miraç, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), Allah’a olan kulluğu ve –tabir-i diğerle– kendisinden istenen kulluğu çok geride bırakıp evc-i kemale çıkmasının ifadesidir. Evet, Cenâb-ı Hak, Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) kulluk adına bir kapı aralamış ve geçiş adabına uygun olarak geçmesini istemiştir. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de hiç kimseye müyesser olmayacak şekilde, قَابَ قَوْسَيْنِ أَوْ أَدْنَى “İki yay arası kadar hatta daha da yakın...”[63] âyeti ile işaret edilen bir derinlik ve mükemmeliyet içinde o kapıdan geçmiştir.

Miraç, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) peygamberliğinden daha ziyade kulluğunun neticesidir. Miraç, en zor şartlar altında dahi kulluğundan fedakârlıkta bulunmayan Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) insanların bütün bütün sırtlarını döndüğü, sebeplerin bir bir sukût ettiği bir dönemde sırr-ı vahidiyet içinde nur-u ehadiyetin tecellî etmesinden ibarettir.

Kureyş’in, “Bütün Hâşim oymağı Şi’b-i Ebî Talib’de mahvoluncaya dek bunlarla kız alıp-vermeyecek, çarşı-pazarda bir şey satmayacaksınız ve her türlü ilişkinizi keseceksiniz.” dedikleri bir uğursuz dönemde, yani zâhiren hiçbir sebebin görünmediği anda Allah Teâlâ, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) kalbini taltif etmek ve kırılan onurunu tamir etmek için O’nu özel bir muameleyle katına yükseltmişti.

Bu dönem aynı zamanda, onca olumsuzlukların yanında Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) iki büyük musibete maruz kaldığı dönemdi. Bunlardan biri amcası Ebû Talib’in vefatı, diğeri de biricik zevcesi Haticetü’l-Kübrâ’yı kaybetmesiydi. Cenâb-ı Hak, O’nun bu yaralarının tedavisi için, “Herkese ve her şeye rağmen, bütün dünyalara bedel Ben varım!” diyerek Efendimiz’i Miraç’la taçlandırmış ve tesellide bulunmuştur.

O’nun bütün namazları, niyazları, oruçları ve çileleri; namazın, niyazın, orucun mânâsını halka anlatması, anlatıp bütün bunları birer merdiven yapması, O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) Mirac’a yükselmesine vesile olmuştu. Böyle bir şeref, Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) başka ikinci bir peygambere nasip olmamıştır. Her nebi belki kendi ruhunda Allah’ın huzuruna çıkmış, kurb-u huzura müşerref olarak iltifat görmüştür. Ama bütün gökleri ve cennetleri bilemediğimiz keyfiyetleriyle temaşa ikramı sadece Hz. Muhammed Mustafa’ya (sallallâhu aleyhi ve sellem) müyesser olmuştur. İşte bizler de böyle kadri yüce, civanmert bir nebinin arkasında bulunma mazhariyetiyle namaz sayesinde o miracı duymaya çalışıyoruz.

6. Namazın Zikir ve Tevbe Boyutları

Zikir, mü’mini Allah’a en hızlı şekilde yaklaştıran bir ibadet ve gaflet bulutlarını dağıtan en tesirli bir rüzgârdır. Zikir, anma-hatırlama ve insanın hayatı duyarak yaşaması ya da varlığın koridorlarında gezerken hemen her nesneden Allah’a ait bir mesaj alması demektir. Bu mânâda zikir ile namaz arasında sıkı bir irtibat söz konusudur. Hatta diğer ibadetlerdeki zikir, namazdaki zikrin yanında ancak tâli derecede kalır. Zaten o ölçüde Allah’ı hatırlatacak ve insanın görme, düşünme, anlama ve değerlendirme ufkundan gafleti izale edecek başka bir ibadet olsaydı Allah, namazın yerine o ibadetin her gün beş defa yapılmasını emir ve tavsiye buyururdu.

Namaz, zatında potansiyel olarak hatırlatıcı bir güce sahiptir. Kur’ân-ı Kerim,وَأَقِمِ الصَّلاَةَ لِذِكْرِي  “Beni hatırlamak için namaz kıl.”[64] âyetiyle bu hakikati hatırlatır. Evet, âyette de ifade edildiği gibi hatırlama (zikir) ile namaz arasında sıkı bir münasebet vardır. Namazın bu ölçüdeki öneminden dolayı Kur’ân’da Allah (celle celâluhu), günde beş vakit namazı sık sık vurgulamıştır.

Mesela oruç, gizli bir ibadettir ve bir kimsenin oruçlu olduğunu başkası bilemez. Vâkıa oruç, gizliliğinden ötürü nezd-i ulûhiyette ayrı bir hususiyet arz eder ki, Allah (celle celâluhu), kudsî bir hadiste onu tebcil ederken, الصَّوْمُ لِي وَأَنَا أَجْزِي بِهِ  “Oruç Bana aittir ve mükâfatını da Ben veririm.”[65] buyurur. Eğer oruçta da namazdaki gibi bir devamlılık söz konusu olsaydı Allah (celle celâluhu), bize savm-i Davud gibi gün aşırı oruç tutmayı farz kılardı. Bu itibarla denebilir ki namazın bu çok güçlü hatırlatma tesiri, kat’iyen başka bir ibadette mevcut değildir. Belki Cuma namazı veya hac gibi küllî ibadetlerde böyle güçlü bir tesirden söz edilebilir ve bunların hatırlatıcılığı önemli seviyede bir zikir sayılabilir. Ancak bunların da, namaz gibi her gün ve günde beş defa olmadığı için namazın yerini tutmaları mümkün değildir.

Namaz, insanları günahlardan arındıran ve onlardaki isi-pası temizleyen bir kurna gibidir. Her gün kıldıkları beş vakit namazda manen yıkananlar, günahlarından arınır ve tertemiz hâle gelirler. وَأَقِمِ الصَّلَاةَ طَرَفَيِ النَّهَارِ وَزُلَفًا مِنَ اللَّيْلِ إِنَّ الْحَسَنَاتِ يُذْهِبْنَ السَّيِّئَاتِ ذَلِكَ ذِكْرَى لِلذَّاكِرِينَ  “Gündüzün her iki tarafında ve gecenin saçaklarında (gündüze yakın olan saatlerinde) namaz kıl! Muhakkak ki iyilikler kötülükleri giderir. İşte bu, (Allah’ı) ananlar için bir hatırlatmadır.”[66] âyeti, bu gerçeği dillendirmektedir. Bu âyetten anlaşılan mânâ, kılınan her namazın, yekûn bir hasenat teşkil etmesi ve bu hasenatın seyyiatı silip gidermesidir. Ayrıca âyet-i kerimenin sonunda,  ذَلِكَ ذِكْرَى لِلذَّاكِرِينَ  “İşte bu, Allah’ı ananlar için bir hatırlatmadır.” denilerek, namazın hatırlatıcı gücü bir kere daha nazarlara verilmektedir.

Zikir ile namaz arasındaki münasebeti bu şekilde tespit ettikten sonra tevbe ile namaz arasındaki irtibata gelelim. Tevbe, kişinin Allah’a yönelmesi ve kendi içini Allah’a (celle celâluhu) açıp dökmesidir. Tevbe, Allah’ın, bizim mahiyetimize yerleştirdiği ve günahlarla deformasyona uğrayan temiz ve latîf duygularda yeniden bir yapılanma meydana getirme ameliyesidir.

Günah işleyen her insan, küfre doğru bir adım atmış sayılır. Evet, Üstad Hazretleri’nin de ifadeleriyle, “Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol var.”[67] Öyleyse her günah işleyen, bir adım Allah’tan uzaklaşmış ve bir adım da şeytana yaklaşmış demektir. İşte bu insan, tevbe ile tekrar Allah’a dönmüş olur ki, böyle biri aynı zamanda seyyiatını da hasenata çevirmiş sayılır. Üstad’ın yaklaşımı ile tevbe, insanın kötülüklere açık olan kabiliyetlerini hayra tevcih etmektedir ki bu da insanın hayır yapma potansiyelini kazanması demektir.[68]

İşte namazda da bu durum söz konusudur. Zira namaz, insanda gerçek mânâda bir tevbe şuuru meydana getirir. Her ne kadar insan, günde beş defa kavlî olarak tevbe etmese de kılmış olduğu namazlar, fiilî bir tevbe yerine geçmektedir. Kaldı ki namazda okunan evrâd u ezkârda, tevbe-istiğfar mânâsı taşıyan birçok dua ve âyet vardır. Mesela, mü’min namaza, “Allahu ekber” sözüyle başlar. Tekbirle, başka işlerden kopma ve kesilme adına âdeta eldeki fikir ve şuur balyozu mâlâyânî şeylerin üzerine indirilir ve Allah’a (celle celâluhu) teveccüh edilir. Evet, namazda, mâsivâdan kopma ve Hakk’ın davetine icabet edip O’na yönelme söz konusudur. Ne var ki böyle bir teveccühü, herkes ancak kendi kâmet-i kıymetine göre gerçekleştirebilir.

Daha sonra kul, سُبْحَانَكَ اللَّهُمَّ وَبِحَمْدِكَ der.سُبْحَانَكَ  “Şu varlık içinde Sana şerik koşulabilecek hiçbir şey yoktur. Sen, Zât’ında, sıfatlarında ve icraatında teksin. Ne benim fiillerim ne de kâinatta cereyan eden hâdiseler Senden başkasına verilemez. İşte ben, böyle bir şirk düşüncesine sırtımı dönüyor, Seni tesbih ve takdis ediyorum.” demektir.

وَبِحَمْدِكَ ise, “Sana hamdediyorum.” anlamına gelir. سُبْحَانَكَ sözünde, Cenâb-ı Hakk’ı bütün noksanlıklardan tenzih ederek vâhidî tecellîye karşı tam bir ubûdiyet ortaya koyma mânâsı vardır. Böyle bir tenzih ifadesinden sonra gelen وَبِحَمْدِكَ ile de insan, “Ben, bu mânâyı ihata edemem ama Sen, bana bunu duyuruyorsun. Zira Sen, bunları bana duyurmazsan ben duyup hissedemem. Öyleyse ben Seni bir taraftan tesbih ederken, aynı zamanda hamdle medyûniyet ve şükranlarımı da sadece Sana takdim ederim.” demektedir.

Daha sonra gelen,  وَتَبَارَكَ اسْمُكَifadesinin mânâsına gelince o da, “Senin ismin bereket kaynağıdır. Benim gibi boynu tasmalı, ayağı prangalılara da o engin hazinenden bir şeyler veriver! Zira Sen, Seni inkâr edip, şirk koşanlara bile nice nimetler bahşediyorsun. Ben de bütün günah ve inhiraflarıma rağmen Sana teveccüh ederek, Senin bereket kaynağı mübarek ismine sığınıyor ve Alvar İmamı edasıyla, ‘Kerem kıl, kesme Sultanım keremin bînevâlerden / Kerem kesmek yakışır mı Keremkâne gedâlerden’ diyerek huzurunda inim inim inliyorum.” demektir.

وَتَعَالَى جَدُّكَ cümlesinde ise, “Senin şanın mütealdir. Nitekim sultana sultanlık, gedâya da gedâlık yaraşır. Ben, çok düşüp kalkmış olabilirim ancak şimdi iki büklüm olup kapına geldim. Zira Senden başka gidecek kapı yoktur. Günah bana yaraşmaz, doğru, fakat af da Senin şanındır.” mânâsı vardır.

Bu duanın son cümlesi olan وَلَا إِلَهَ غَيْرُكَ ifadesinde, “Başkasına nasıl dönebilirim ki; Senden başka Mâbud-u bi’l-Hak ve Maksud-u bi’l-İstihkak yoktur.” demektir.

Evet, namazda “Allahu ekber”den başlayıp selâm verene kadar hep böyle tevbe yörüngeli bir teveccüh söz konusudur ve işte bu teveccüh, kulu zamanla, adım adım ihsan yamaçlarına doğru götürebilir.

7. Kalb İnceliği ve Namaz

Kalb inceliği bir iman emaresidir. Kalb inceliğinin dili olan gözyaşı da bağrı yanık, ciğeri dağlı sevgi kahramanlarının bir boşalma ameliyesidir. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: “Bir mü’minin gözünden Allah korkusuyla bir damla yaş çıkar da yanaklarına süzülürse o yanakları Allah Cehennem’e haram kılar, Cehennem ateşi dokunmaz onlara.”[69] Evet, gözyaşları ötede Cehennem alevlerini, burada da hasret ve hicran yangınlarını söndürebilecek tek iksirdir.

Kur’ân-ı Kerim de, yer yer kalb inceliğini tebcil ve takdir ederek, hakiki mü’minlerin Allah’ın âyetlerini duydukları zaman çeneleri üstü yere kapanacaklarını bildirir.[70] Bir başka yerde ise فَلْيَضْحَكُوا قَلِيلًا وَلْيَبْكُوا كَثِيرًا “Az gülsünler, çok ağlasınlar.”[71] ihtarında bulunur. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) şu duası da kalb inceliğinin önemini göstermektedir: اللَّهُمَّ إِنِّي أَعُوذُ بِكَ مِنْ قَلْبٍ لَا يَخْشَعُ “Ürpermeyen kalbden Sana sığınırım Allahım!”[72] 

İnce bir kalb, ürperen bir gönül, muhasebe ve murakabeye açık olur. Kendisini sık sık sorgular. Elde ettiği başarıları kendinden bilmediği gibi yaptıklarını da sürekli az görür. Hayır ve hasenat adına doyma bilmeyen bir “Hel min mezid (Daha yok mu?)” kahramanı olur.

Kalbi ince bir insan için ibadetler konusunda da doyma ve yeterli bulma diye bir husus söz konusu değildir. Farzları yerine getirdikten sonra, daha ne kadar ibadet edeceği şahsın kanaatine kalmış bir meseledir. Bir insan, kıldığı namazlar hakkında “Ben şunları huzur-u kalble kılamadım, gereğince eda edemedim. Bari yerlerine nafile kılayım veya dikkatsiz kıldığım bu namazları kaza edeyim.” diyebilir. Belli miktarlar tayin eder. Ölümün ne zaman geleceği belli olmadığı için kısa zamana sıkıştırır ve mesela her gün birkaç günlük de kaza namazı kılarak eksiğini gediğini kapatır.

Nafile ibadetler için “cebren li’n-noksan” yani “kırık-çıkık için sargı” ifadesini kullanıyor; onlarla farz ibadetlerimizdeki eksik-gediği kapama, kırık-çıkığı sarmayı hedefliyoruz. İşte bu husus, şahsın vicdanına kalmış bir meseledir. Mesela bir kişi belli bir müddet, kalbini Cenâb-ı Hakk’a tam tevcih edemeden farza durmuştur. Bir gün niyetin hakikatini anlar ve niyete, kalbin kastı ve teveccühü şeklinde bir tarifle yaklaşır. Teveccühü de mâsivâyı tamamen kalbden silme, o anda her şeyi unutup sadece Allah (celle celâluhu) mülâhazasına girme olarak anlar. Niyeti böyle anlayan birisi, bu şekilde bir niyetle namaza durmamışsa namaza hiç durmamış, namaz kılmamış sayılır. Ama bu meselede herkesin kendi seviyesine göre davranması gerekir.

Bazı Hanefi fıkıh kitaplarında, hangi delile dayandığı belli olmasa da, “Niyeti ağızla söylemek daha evlâdır.” diye kaydedilmiş ve bu âdet hâline gelmiş. Bu sebeple insanlar namaza dururken “Neveytü en usalliye lillahi...” diyerek veya bunun Türkçesini söyleyerek “Niyet ettim Allah rızası için...” demek suretiyle sesli niyet ediyorlar. Eğer bu şekilde kalbin Cenâb-ı Hakk’a teveccühü sağlanabiliyorsa ne âlâ! Ama lafızda kalınıyor ve ne dendiğinin bile farkına varılmadan bazı kelimeler söylenip namaza duruluyorsa ve kalb, yönelmesi gereken tarafa yönelemiyorsa, istenen şey yerine gelmiyor demektir.

İşte niyeti bu şekilde öğrenen ve böyle bir irtibat içinde yaşamaya başlayan bir insan, “Bugüne kadar bütün namazlarımı eksiksiz kıldım. Fakat bunların hakkını verebildim mi bilemiyorum. Bu sebeple bu namazlarımı yeniden kaza etmeliyim veya ‘cebren li’n-noksan’ olması adına nafile namaz kılmalıyım.” diyebilir. Allah (celle celâluhu)  bir süre daha ömür verirse –her gün bir günlük kaza kılmak suretiyle– eksik ve gediğini kapamış olur.

Ayrıca Hanefilerde beş vakit farz namaz çok dikkatle kılındığı gibi, beş vakit namazın sünnetleri de kılınmalıdır. Bunların on iki rekâtı Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) tarafından tekitle (kuvvetli bir şekilde) emredilmiş müekked sünnettir. İkindinin sünneti için böyle bir tekit yoktur. Ama o da faziletli kabul edilen amellerdendir. Yatsının ilk dört rekât sünneti de böyledir. O da Kütüb-ü sitte’de yoktur; fakat Aliyyülkârî’nin Fethu Babi’l-İnâye adlı kitabında, Said İbn Mansur’un Sünen’indeki bir hâdise dayanarak kaydettiği üzere, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) yatsıdan önce de dört rekât sünnet namaz kılmıştır.[73]

Teheccüd namazı da çok önemlidir. Gecelerini teheccüd feneriyle gündüz gibi aydınlatmış olanların berzah hayatları da ışıl ışıl olacaktır. Teheccüd, berzah karanlığına karşı bir zırh, bir silah, bir meş’ale ve kişiyi berzah azabından koruyan bir emniyet yamacıdır. Her namaz, insanın öbür âlemdeki hayatına ait bir parçayı aydınlatmayı tekeffül etmiştir. Teheccüd ise berzahın zâd u zâhiresi, azığı ve aydınlatıcısıdır.

Kur’ân’da birkaç yerde teheccüde işaret edilmektedir:

يَا أَيُّهَا الْمُزَّمِّلُ ۝ قُمِ اللَّيْلَ إِلاَّ قَلِيلاً ۝ نِصْفَهُ أَوِ انْقُصْ مِنْهُ قَلِيلاً ۝ أَوْ زِدْ عَلَيْهِ وَرَتِّلِ الْقُرْآنَ تَرْتِيلاً ۝ إِنَّا سَنُلْقِي عَلَيْكَ قَوْلاً ثَقِيلاً ۝ إِنَّ نَاشِئَةَ اللَّيْلِ هِيَ أَشَدُّ وَطْئًا وَأَقْوَمُ قِيلاً ۝ إِنَّ لَكَ فِي اَلنَّهَارِ سَبْحًا طَوِيلاً ۝ وَاذْكُرِ اسْمَ رَبِّكَ وَتَبَتَّلْ إِلَيْهِ تَبْتِيلاً

“Ey örtüsüne bürünen! Kalk ve bir kısmı hariç geceni ibadetle geçir. Gecenin yarısını ya da bundan daha az veya daha fazlasını. Kur’ân’ı tertil ile, tane tane, teemmülle oku. Biz Sana pek ağır bir söz vahyedeceğiz. Muhakkak gece ibadeti daha tesirlidir, daha düzgün bir Kur’ân tilaveti sağlar. Hâlbuki gündüz Seni meşgul edecek yığınla iş var. Rabb’inin yüce adını zikret, fanilere bel bağlamaktan kurtul ve bütün gönlünle yalnız O’na yönel!”[74]

وَمِنَ اللَّيْلِ فَتَهَجَّدْ بِهِ نَافِلَةً لَكَ عَسَى أَنْ يَبْعَثَكَ رَبُّكَ مَقَامًا مَحْمُودًا

“Yaptığın ibadetlere ilave olarak gecenin bir kısmında kalkıp Kur’ân oku, teheccüd namazı kıl. Böylece Rabb’inin seni ‘Makam-ı Mahmûd’a (yüce bir makama) eriştireceğini umabilirsin.”[75]

تَتَجَافَى جُنُوبُهُمْ عَنِ الْمَضَاجِعِ يَدْعُونَ رَبَّهُمْ خَوْفًا وَطَمَعًا وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ

“Yataklarından kalkar; ümit-endişe arası duygularla Rabb’lerine dua edip yalvarırlar ve kendilerine nasip ettiğimiz mallardan Allah yolunda harcarlar.”[76]

وَاذْكُرِ اسْمَ رَبِّكَ بُكْرَةً وَأَصِيلًا وَمِنَ اللَّيْلِ فَاسْجُدْ لَهُ وَسَبِّحْهُ لَيْلًا طَوِيلًا

“Sabah akşam Rabb’inin adını zikret! Gecenin bir kısmında da O’na secde et, namaz kıl ve geceleyin uzun bir süre O’nu tesbih ve O’na ibadet et.”[77]

Buhârî ve Müslim’in rivayetine göre, Abdullah İbn Ömer, rüyasında iki dehşetli kimsenin gelip, kollarından tutarak kendisini derin, alevli bir kuyunun başına getirdiklerini ve atacaklar diye korkunca da “Korkma, senin için endişe yoktur.” dediklerini Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) anlatır. Allah Resûlü, “İbn Ömer ne güzel insandır; keşke, teheccüd namazını da kılsa!” şeklinde tabir ve tevcihte bulunurlar.[78] Allah, rüyasında İbn Ömer’e, Cehennem’e ait bir berzah levhasını göstermiş ve ona hazırlık yapmasını işaret buyurmuştur.

Bunlara ilaveten, “duhâ” ve “evvâbîn” gibi diğer nafile namazlar da farz namazlardan kalan eksik ve gediklerimize sargı vazifesi görecek, onları tamamlayacaktır. Allah (celle celâluhu) farzlardaki boşluklarımızı nafilelerle dolduracaktır.

Bunu teyit eden bir hadis-i şerifte anlatıldığı üzere, ahirette ilk defa sorgulanacak konuların başında namaz gelir. Cenâb-ı Hak “Kulumun namazı tamam mı?” diye sorar. “Tamam” derler, “O zaman o geçsin.” buyurur. Eğer “Namazları eksik.” denilirse, “Nafileleri var mı?” diye sorar. “Var” denilince “Nafileleriyle eksiklerini tamamlayın.” buyurur. İlâhî rahmetin bir tecellisi olarak, nafileler farzlardan noksan olanların yerine konur.[79] Bunu da isterseniz, “Cebren li’n-noksan, doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk’ın iradesi ve meşîetiyle oluyor; yani, sargıyı ahirette Allah (celle celâluhu) sarıyor.” diye yorumlayabilirsiniz.

Hâsılı, kalb inceliğimiz, farzı ve nafilesiyle namazlara dikkat etmemiz, bu dünyada kulluk vazifesini yerine getirmemiz için bir aşk, şevk, güç ve moral kaynağı; ötede de ölümle başlayan ve Cennet’e uzanan tehlikeli yolda sadık bir yol arkadaşı ve şefaatçi olacaktır. Namaz, bizi Yüce Yaratıcı’ya yaklaştıran bir vesile ve yerimizde durmamız için tutunacağımız kopmaz bir ip, çok sağlam bir tutamak ve bir kulptur. Namazın bizler için nezih bir hayat kaynağı ve fuhşiyâttan alıkoyan bir sur olduğunu da hatırlatıp, bunu ifade eden âyet-i kerimenin mealiyle bu bahsi kapatalım:

“Sana vahyedilen ‘Kitab’ı okuyup tebliğ et ve onunla amel et, namazı hakkıyla ifâ et. Muhakkak ki namaz, insanı, ahlâk dışı davranışlardan, meşru olmayan işlerden uzak tutar. Allah’ı namazla anmak, elbette en büyük fazilettir. Allah bütün işlediklerinizi bilir.”[80]

8. Efendimiz’in Namazı

Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) namaza giriş ve onu eda ediş keyfiyetini doğrudan doğruya Cenâb-ı Hak anlatmaktadır: وَتَقَلُّبَكَ فِي السَّاجِدِينَ  “Allah, senin secdede nasıl kıvrım kıvrım kıvrandığını biliyor.”[81] Yüce Allah bu sözleriyle, Resûlü’nün kıyamını, secdede nasıl ızdırap çektiğini ve rükünleri eda ederken bulunduğu yerin bilincini sırtında taşıdığını, dolayısıyla nasıl ağır bir kulluk vazifesiyle mükellef tutulduğunu, bu mükellefiyeti eda edebilmek için de iki büklüm kıvrandığını haber vermektedir.

Allah Resûlü’nün bütün bu kıvrım kıvrım kıvranması, Cenâb-ı Hakk’a yapılması gereken bir tazimin ifadesi; Cenâb-ı Hakk’ın bu ifadesi de O’na karşı bir takdirdir. Esasında namaz, Rabb’in huzurunda olunduğu müddetçe namaz olarak yazılır; iç ve sır âlemi huzurdan uzak kaldığı müddetçe de o, namaz olmaktan çıkar ve semeresiz hâle gelir. Çünkü Cenâb-ı Hak, bedenlere değil; kalbe, ondaki aşk ve heyecana bakar, hükmünü ona göre verir. Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ), namaz kılarken Efendimiz’in sinesinin değirmen taşının çıkardığı ses gibi veya bir tencerenin içinde yemek kaynaması gibi ses çıkardığını haber verir.[82] Evet O (sallallâhu aleyhi ve sellem), Allah’ın huzuruna geldiği zaman buhurdanlık gibi kaynar, sonra da azamet kokusu tütmeye başlardı. Elbette bu hâl, O’nun en yüksek seviyede kulluğunu ifade edebilme gayretinden ileri geliyordu.

Namaz, O’nun kuvvetle arzuladığı bir işti. Başka hiçbir şey, O’na namazın verdiği zevki vermiyordu. O’nun içindir ki bir gün şöyle buyuracaktı:جُعِلَتْ قُرَّةُ عَيْنِي فِي الصَّلاَةِ  “Namaz benim gözümün nurudur.” [83]

Bu hadisi takviye eden Taberânî’nin rivayet ettiği başka bir hadislerinde de Efendimiz şöyle buyurmaktadır:  إِنَّ اللهَ جَعَلَ لِكُلِّ نَبيٍّ شَهْوَةً، وَإِنَّ شَهْوَتِي فِي قِيَامِ هذَا اللَّيْلِ  “Allah, her nebiye, bir şeye karşı kuvvetli bir arzu ve istek vermiştir. Benim arzu ve isteğim ise gece ibadetinedir.”[84]

Allah Resûlü’nün kulluğu ve Cenâb-ı Hak’la olan irtibatı ve aynı zamanda tevhid-i ulûhiyeti ilan ve itirafı öyle derindi ki şimdiye kadar bu derinliğe çok kimse akıl erdirememiştir. İşte yukarıda naklettiğimiz hadis de bunun en açık örneğidir.

Hz. Âişe Validemiz (radıyallâhu anhâ) anlatıyor: “Bir gece uyandığımda, Allah Resûlü’nü yanımda göremedim. Aklıma, diğer hanımlarından birinin yanına gitmiş olabileceği ihtimali geldi. El yordamıyla etrafı yokladım. Elim ayağına dokundu. O zaman Allah Resûlü’nün namaz kılmakta olduğunu anladım. Başı secdedeydi. Kulak verdim, hıçkıra hıçkıra ağlıyor ve şöyle yakarıyordu:

اَللّٰهُمَّ إِنِّي أَعُوذُ بِرِضَاكَ مِنْ سَخَطِكَ، وَبِمُعَافَاتِكَ مِنْ عُقُوبَتِكَ، وَأَعُوذُ بِكَ مِنْكَ، لاَ أُحْصِي ثَنَاءً عَلَيْكَ أَنْتَ كَمَا أَثْنَيْتَ عَلَى نَفْسِكَ

“Allahım! Senin gazabından yine Senin rızana sığınırım. Cezalandırmandan affına sığınırım. Allahım! Başka değil, Senden yine Sana sığınırım. (Celâlinden cemaline, gazabından rahmetine, azamet ve heybetinden, şefkat ve re’fetine sığınırım.) Zâtını senâ ettiğin ölçüde Seni senâ etmekten âciz olduğumu itiraf ederim.”[85] 

Ardından da şunları söylemişti:

عَزَّ جَارُكَ وَجَلَّ ثَنَاؤُكَ وَلاَ يُهْزَمُ جُنْدُكَ وَلاَ يُخْلَفُ وَعْدُكَ وَلاَ اِلَهَ غَيْرُكَ

“Senin yakınlığın izzet sebebidir, Sana yakın olan aziz olmuştur. Senin şanın yücedir. Senin ordun mağlup edilemez. Sen vaadinden dönmezsin. Senden başka ilâh, Senden başka mâbud da yoktur.”[86]

Ebû Zer (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Allah Resûlü bir gece إِنْ تُعَذِّبْهُمْ فَإِنَّهُمْ عِبَادُكَ وَإِنْ تَغْفِرْ لَهُمْ فَإِنَّكَ أَنْتَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ “Eğer onlara azap edersen onlar Senin kulların (haklarında istediğini yapabilirsin). Ama onları bağışlarsan, mutlak ve yegâne galip Sensin, hüküm sahibi ve her yaptığını hikmetle yapan da yine Sensin.”[87] âyetini okuyarak sabaha kadar ağlaya ağlaya namaz kıldı.”[88]

İbn Mesud (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Bir gün Allah Resûlü’yle beraber gece namaz kılmaya azmettim. Geceyi O’nunla geçirecek ve yaptığı ibadeti yapacaktım. O, namaza durunca peşi sıra ben de durdum. Fakat bir türlü rukûa gitmiyordu. Hatta bir ara aklıma kötü bir şey geldi...” Yanındakilerin, “Aklına ne geldi?” diye sorması üzerine İbn Mesud, “Namaz esnasında o kadar yoruldum ki bir ara namazdan ayrılıp O’nu namazıyla baş başa bırakmayı düşündüm.” dedi.[89] 

Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ) anlatıyor: “Allah Resûlü’nün benim yanımda kaldığı bir gece beraberce yatağa girmiştik. Bir müddet sonra, ‘Ya Âişe! Bana müsaade et, Rabbime ibadet edeyim.’ dedi. Ben, ‘Vallahi yanımda olmanı isterim ama Allah’a kulluk etmeni daha çok isterim.’ dedim. Bunun üzerine kalktı, duvarda asılı duran kırbadan abdest aldı ve namaza durdu. Namazda sakalı ıslanıncaya kadar ağladı. Secdeye vardı, ağladı. Gözyaşlarıyla yer ıslandı. Sonra yan tarafına dayandı ve ağlamaya devam etti. Yanına Bilal geldi, sabah namazının girdiğini bildirdi ve, ‘Ya Resûlallah! Namaz vaktidir.’ dedi. Bilal, Allah Resûlü’nün ağladığını görünce, ‘Ya Resûlallah! Neden ağlıyorsun. Allah senin geçmiş ve gelecek günahlarını affetmedi mi?’ dedi. Allah Resûlü şu cevabı verdi: ‘Ey Bilal! Neden ağlamayayım, bu gece bana:

 إِنَّ فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَاخْتِلَافِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ لَآيَاتٍ لِأُولِي الْأَلْبَابِ ۝ الَّذِينَ يَذْكُرُونَ اللَّهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلَى جُنُوبِهِمْ وَيَتَفَكَّرُونَ فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ رَبَّنَا مَا خَلَقْتَ هَذَا بَاطِلًا سُبْحَانَكَ فَقِنَا عَذَابَ النَّارِ

“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece-gündüzün gidip gelişinde elbette sağduyu sahipleri için ibretler vardır. Onlar ayakta da, otururken de, yatarken de Allah’ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı üzerine düşünürler: “Rabbimiz, bunu boş yere yaratmadın, Sen yücesin, bizi Cehennem azabından koru!” derler.”[90] âyetleri indi. Bu âyetleri okuyup da bunlar üzerinde düşünmeyenlere yazıklar olsun!”[91]

Hz. Âişe Validemiz (radıyallâhu anhâ) O’nun kıldığı namazı anlatırken, “Öyle kıyamda dururdu ki sorma gitsin. Öyle rukûa varırdı ki sorma gitsin. Öyle secde ederdi ki sorma gitsin!”[92] demiş ve Allah Resûlü’nün kıldığı namazın güzelliğini bu ifadelerle anlatmaya çalışmıştır.

Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), başladıktan sonra ara verdiği bir ibadetini göstermek mümkün değildir. O, ümmetine kolaylık olsun diye bazı nafileleri terk etse de gece onun kat katını eda etmek suretiyle o boşlukları fazlasıyla doldurmuş ve kul bir peygamber olma vazifesini hakkıyla yerine getirmiştir. O (sallallâhu aleyhi ve sellem), bütün hayatını dopdolu bir ruh ve şuur içinde yaşamış, muttasıl Allah’a doğru kanat çırpmış ve yükselmeye çalışmıştır. Tabi ki vefat ederken de başka şey düşünecek değildir. Zaten O’nun saadet hanesi mescidin içine açılıyordu. Zira O, bir ayağının daima mescit içinde olmasını istiyordu. İtikâfa girdiği zaman, mescidin içinde girerdi. Ara sıra başını saadet hanesine uzatır ve âdeta ikiye bölünür; yarısı evinde, yarısı da mübarek mescidinde kalırdı. Yine bir yere giderken mescidin içinden geçer, namazını kılar öyle ayrılır; dönerken de aynı şeyi yapardı. Namaz, O’nun için bir yol olmuştu; mescit, bir uğrak yeri, imkân-vücub arası âleme ulaşması için bir rampa idi âdeta.

9. Namaza Musallat Olan Hastalıklar

a. Şeytanın Vesvese Vermesi

Şeytan, Allah’ın emrine isyan ettiği anda söylediği, فَبِمَا أَغْوَيْتَنِي لَأَقْعُدَنَّ لَهُمْ صِرَاطَكَ الْمُسْتَقِيمَ  “Beni rahmetinden uzaklaştırmana karşılık, and içerim ki ben de onları (kullarını) saptırmak için Senin doğru yolunun üstüne oturacağım.”[93] sözüne sadâkat içinde yaşar ve her daim önden, arkadan, sağdan, soldan yaklaşmak suretiyle mü’minleri baştan çıkarmaya çalışır. Şeytan, bu sözü her türlü iyilikten mü’mini alıkoyma adına söylemiştir. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), onun bu sinsiliğini, إِنَّ الشَّيْطَانَ يَجْرِي مِنَ ابْنِ آدَمَ مَجْرَى الدَّمِ “Şeytan, Âdemoğlunun damarlarında dolaşır.”[94] sözüyle ifade eder.

Şeytan, mü’mine daha çok namazda yaklaşır. Çünkü namaz, diğer bütün ibadetlerin ihtiva ettiği mânâları kapsar. Dolayısıyla hiçbir ibadet onun seviyesine ulaşamaz. Onun bu hususiyetinden dolayı da şeytan namazda insana musallat olur; mü’minin kalbine vesvese, kafasına da şüphe ve tereddüt okları atar; onu dünyevî meselelerle meşgul eder ve bu şekilde namazını ifsat etmeye çalışır.

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Bir yerde ezan okunduğunda şeytan oradan bir hınçla uzaklaşır; ezanı duyamayacağı yere kadar koşar. Ezan bitince tekrar gelir. Kâmete başlanınca yine uzaklaşır, kâmet bitince geri dönüp kişi ile kalbinin arasına girer ve ‘Şunu hatırla, bunu düşün!’ diye aklında daha önce hiç olmayan şeylerle vesvese verir. Öyle ki (buna kapılan) kişi kaç rekât kıldığını bilemeyecek hâle gelir.”[95] hadisiyle, şeytanın daha çok, namaz vesilesiyle miraç yapan insanlara musallat olacağını; mâneviyat adına boş ve harap gönüllere uğramayacağını bildirmektedir.

Evet, şeytan, mâneviyatsız insanlara musallat olmaz. Zira onlar, zaten şeytanın, “Tamamen orduma iltihak ettiler.” deyip yakalarını bıraktığı, dolayısıyla hayatlarında namazın, orucun, haccın, hatta bazıları itibarıyla Allah inancının yeri olmayan insanlardır. Bu hâlleriyle onlar, kendi kendilerinin şeytanı olmuşlar ve birbirlerini baştan çıkarmakla meşguldürler. Bu yüzden o, hep mâneviyatla dopdolu gönüller arar ve onu yağma etmek için etrafında döner durur. Kendisini ibadete vermiş insan ne büyük insandır ki merede-i şeyâtîn (şeytanların en azılıları) kendisine musallat olduğu hâlde, diğerlerinden daha iffetli, daha namuslu yaşayabilmekte ve ahlâken daha mazbut olabilmektedir. Onun tek düşüncesi, gece-gündüz mescit yolunda olmak, uyanık bir kalb ve gönülle Rabb’in huzurunda durabilmektir. Zaten böyle olabilenler için şeytan, إِلَّا عِبَادَكَ مِنْهُمُ الْمُخْلَصِينَ  “Senin has kulların hariç (diğer bütün insanları yoldan çıkaracağım).”[96] demektedir. Yani başta nebiler olmak üzere kendilerini aşmış, dünya ve içindekileri ayağının altına almış, sürçtükten sonra tekrar kalkmasını bilmiş ve yoluna devam etmiş, günde beş defa kalbî huzuru temin etmiş, başkalarıyla meşgul olma yerine kendi nefsiyle kavgayı seçmiş insanlara dokunamayacağını, onları saptıramayacağını ve bu husustaki aczini itiraf etmektedir.

Evet, şeytan, mamur gönüllere musallat olacaktır. Namazda başını yere koyup aczini, fakrını ve küçüklüğünü itiraf içinde, “Sana geldim Rabbim!” diyen insanlara sokulacak, onlara vesvese vermek suretiyle namazlarını ifsat etmeye çalışacaktır. Ancak bu mevzuda bir hadis-i şerif karşımıza şu müjdeyle çıkar: “Âdemoğlu secde âyeti okur ve secde ederse şeytan oradan ağlayarak ayrılır ve: ‘Yazık bana, insanoğlu secdeyle emredildi ve secde etti, mukabilinde ona Cennet var. Ben de secdeyle emrolundum ama ben itiraz ettim, benim için de ateş var!’ der.”[97] 

Biz, kendimizi bütün bütün sıfırlayıp secdeye kapandığımızda belki o, sinek kanadı kadar bir değer ve kıymeti haiz olmayan ve Cenâb-ı Hakk’ın vaaat ettiği şeylerle teraziye dahi konmayacak olan makam ve mevkimizi, memuriyetimizi, harmanımızı, dükkânımızı, malımızı, mülkümüzü nazara verecek, onlara dikkatimizi çekmeye çalışacak ama biz, bir miraç yaptığımızı düşünecek, bir an evvel merdivenin başına çıkma heyecanıyla soluk soluğa koştuğumuzu ve Cenâb-ı Hakk’ın rahmetiyle yüz yüze geldiğimizi hatırlayacağız. Sonra da, “Ey mel’ûn! Rabbimiz bize Cennet ve Cemalullah vaat ediyor, ya senin sermayen nedir?” deyip secdede daha bir derinleşmek suretiyle bu vesveselerden kurtulmaya çalışacağız.

b. Şeytanın Namazdan Hırsızlaması

Namazda sağa-sola bakmaya, şeytanın namazdan hırsızlaması denir. Yani o, namazı tamamen çalamıyor da bir kısmını hırsızlıyor. Erkânı çalamıyor. Son kozunu, nazarları çalma ile kullanıyor. “Sağa baktırabilir miyim, sola baktırabilir miyim?” diye çabalıyor.

Namazdan hiçbir şey çaldırmamak lazım. Şeytan, hiçbir şey çalmamalı namazdan. O bir emanettir. Tam tekmil namaz emanetinin emini olan insanlar, hakikat-ı namaz, misal âlemindeki mahiyeti itibarıyla neden ibaretse, namazlarını ona uygun şekilde eda etmelidirler. Orada rahatsızlık yaşamamak için sizin burada namaza rahatsızlık vermemeniz ve hırsız elinin ona uzanmasına mâni olmanız gerekir. Bütün kalbiniz, hissiyatınız ve letâifinizle Allah’a (celle celâluhu) müteveccih olmalı; namazın hiçbir yerinden hiçbir şey çaldırmamalısınız. İşin henüz başındakilerin o meseleyi duyarak yapması zordur. Fakat Allah bir gün o kapıyı aralayabilir. Hele siz dişinizi sıkın, en önemli, en müsait vaktinizi namaza verin ve zorlayın kendinizi. İnşâallah bir gün gelir, onu güzel bir şekilde eda etme imkânı doğar.

c. Namazlara Karşı Tembellik

Her meselenin başı ve esası iman olduğuna göre, namazlara karşı tembellik gösterme meselesine de öncelikli olarak bu çerçeveden yaklaşmak gerekir. Şöyle ki, imanın şartları arasında sayılan esaslar, ferdin dünyaya bakışını şekillendirir. Buna göre Allah’a iman, kalbî huzurun yegâne esası ve teminatıdır. Allah’a imandan nasibi olmayan kalbler, bu boşluğu kat’iyen başka bir şeyle kapatamazlar. أَلَا بِذِكْرِ اللهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ  “Dikkat edin. Kalbler başka değil ancak Allah’ı zikir ile tatmin olur.”[98] âyeti bu hakikati hatırlatır.

Peygamberlere iman, maziyi karanlık, geleceği ise endişeler içinde görme bahtsızlığından kurtaran önemli bir faktördür. Biz, onlara ve hususiyle de Nebiler Sultanı’na iman sayesinde, dünya ve ukbânın en tehlikeli yerlerini berk-i hâtif gibi geçeceğimize inanır, O’nun şefaat-i uzmâsı ile hayal ufuklarımızı aşan nimetlerle serfiraz olacağımıza iman ederiz.

Kitaplara iman, semavî kitaplarda yer alan bilhassa ahirete ait tablolar, Cennet ve Cehennem tasvirleri, bunlara inanan insanların sürekli bir metafizik gerilim içinde kalmasını sağlar. Hesap gününün dehşetini kitaplardan takip eden biri hayatının her ânını en iyi şekilde değerlendirmeye çalışır.

Meleklere iman, bize, tek başına kaldığımız anlarda dahi onlarla beraber olduğumuz, onların kontrol ve gözetimi altında bulunduğumuz hissini verir. Bu mülâhaza ile davranışlarımızı kontrol altına alır ve hayatımızı duyarak, hissederek yaşarız.

Kadere iman, musibet veya müjde televvünlü başa gelen her şeyin O’ndan olduğuna, aksine ihtimal vermeyecek kat’iyette inanma demektir.

Ahirete iman, iman esasları içinde yer alan ve davranışlarımızı murakabe altına almamızı sağlayan en önemli bir unsur olmanın yanında, hadd ü hesaba gelmeyen nice dünyevî faydalar da sağlamaktadır. Ayrıca her bir mü’minin gaye-i hayali olan, Allah Resûlü ile yüz yüze görüşme ancak ahirette olacaktır. Enbiyâ-i izâm, selef-i salihîn, evliyâ-ı kiram, asfiya-i fihâm hazerâtının hemen hepsi ahirettedir. Dolayısıyla bunlara kavuşma aşk u şevki içinde bulunan mü’minlerin, ahirete imanları ve o imanın kazandırdıkları daha bir başkadır.

Şimdi bu esasların bütününe iman etmek, kişiyi, öncelikle akide konusunda oturması gereken yere oturtacak ve onu gerçek huzura kavuşturacaktır. Bundan sonra da bu huzuru ihlal eden unsurlar iradî olarak def edilecek ve yine huzurun devamını sağlayacak ibadetler yerine getirilecektir. Dolayısıyla namazlara karşı tembellik göstermenin sebebi, ibadet öncesindeki icmalen arz ettiğimiz iman esaslarında aranmalıdır. İmanı tam tekmil olanlar için böylesi problemler asla bahis mevzuu olamaz.

Namaz, yukarıda kısaca üzerinde durduğumuz iman esaslarını teker teker hatırlatan bir ibadettir. Namazda her zaman, potansiyel bir hatırlatma ve derin bir zevk vardır. O, Rab karşısındaki acz ve fakrımızı hatırlatır. Üstesinden gelinmesi mümkün olmayan ya da öyle gözüken problemleri çözme yollarını gösterir ki, bunun aslı ve esası da her şeye gücü yeten bir Kadîr-i Mutlak’a imandır. Bu son hususu, Fâtiha sûresinin âyetleri üzerinde durarak biraz daha açabiliriz:

اَلْحَمْدُ لِلهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ “Hamd, zerrelerden sistemlere kadar her şeyi yaratan, terbiye eden, yetiştiren, olgunlaştıran Allah’a mahsustur.” Binbir hâdise karşısında insanın elinden tutan ve boğulmaktan kurtaran böyle bir Rabbe inandıktan sonra insan ne için ümitsiz olsun ki?

اَلرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ “O, dünya ve ukbâda, kâfirlere de mü’minlere de merhametlidir.” Rahmeti, gazabını aşkındır. Öyleyse ne diye ümitsizliğe düşülsün ki?

مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ “O, hesap gününün tek sahibidir.” Her kulun burada yapmış olduğu en küçük amelleri dahi kendisine arz edecek ve hesabını soracaktır. Ama rahmeti gazabını geçmiş olan Allahım bana orada da yardım elini uzatacaktır.

إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ “Kulluğumuzu sadece Sana hasrettik ve sadece Senden yardım diliyoruz.” Rubûbiyetin, ulûhiyetin karşısında Sana köle olduğumuzu ilan ve itiraf ediyoruz. Fakat bu ne şerefli bir kölelik! Sultanımız, Sultanlar Sultanı olan Sensin Allahım. Bizler, hiçbir mahlûka boyun eğmeyecek kadar aziz ve şerefliyiz. Senin hoşnutluğunun olmadığı her şeye başkaldırmaya hazırız ve biz sadece Seni dileriz.

اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ ۝ صِرَاطَ الَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلاَ الضَّالِّينَ

“Bize hidayet ver, bizi doğru yola sevk et. Kendilerine lütuflarda bulunduklarının yoluna.. gazaba uğramışların ve yoldan çıkanlarınkine değil!”

İnsan, kendisi için en önemli yardımın ne olacağını bilemediğinden, Allah (celle celâluhu), rahmetinin eseri olarak ona en evvel istemesi gerekeni öğretiyor ve kuluna  اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ demesini buyuruyor.

Şimdi her tarafından tevhid inancı sızan ve şuurla yapılan böyle bir kulluğun Allah’a arz edilmesi ve O’ndan yardım dilenmesi, aslında Allah’ın lütuf ve ihsanları karşısında yapılması gerekli olan şükür ve ibadetin tam yapılamadığının bir itirafı, acz ü fakrının şuurunda olan insanın, Hâlık-mahlûk münasebetini kavramış olmanın esprisi içinde Ganîyy ü Kerîm ve Kadîr u Zü’l-Celâl olan Rabb’ine sığınışının beyanıdır. Bu anlayış ve bu düşünce içinde bulunan bir insan nasıl ümitsiz olur ki?

Evet, bu duygu ve düşüncelerle namaz kılmaya muvaffak olabilen bir insanın, dünyevî işlerini bahane ederek namaz kılmaması düşünülemez. Öyleyse imanın yanı sıra namaz hakikatinin de bu insanlara anlatılması ve mümkünse bunları duymasına yardımcı olunması şarttır.

İnsan, namaz ibadeti ile tıpkı günebakan çiçeklerinin güneşe bakarak gelişimlerini tamamlamaları gibi gelişmesini tamamlayabilir. Günde beş defa Rabb’ine teveccüh ederek, pörsüyen duygularını, solan şuurunu yeniden canlandırabilir. Zindeliğini yeniden kazanıp O’na olan ahd ü peymânını yenileyebilir.

Bu yönüyle namaz, Allah’ın bizlere en büyük bir lütfudur. Onun yokluğu, güneşin yokluğu gibidir. Güneş olmadığında –sebepler plânında– günebakan çiçekleri de olmayacağı gibi, ibadet olmadığında bir anlamda insan da olmayacaktır. Öyleyse ibadete gerçek anlamda muhtaç olan bizleriz.

Öte yandan namaz kılan ve Rabb’inin huzurunda manen dolan bir insan, atılacağı ticarî hayatında da mahzurlu şeylerden olabildiğine kaçınır. Özellikle gün ortasında kıldığı öğle ve ikindi namazları, insanın murakabe ve muhasebe hislerini coşturur; o mekanizmayı harekete geçirir ve insanı yanlışa düşmekten korur. Akşam, yatsı, teheccüt ve sabah namazları ise;

“Nâçar kaldığın yerde
Nâgâh açar ol perde
Derman olur her derde...”
(İbrahim Hakkı)

dizeleriyle anlatılmak istenen esrarın tecellî merkezleridir.

Ayrıca namaz, Müslüman’ın günlük hayatını düzen ve intizam altına alan cebrî bir faktördür. Günde beş defa Rabb’in huzuruna çıkan insan, ister-istemez, hayatını bir düzen içine sokar. Sabah namazından sonra işine başlar, altı-yedi saatlik yoğun bir mesai ile yorulunca öğle namazı ile yeniden zindelik kazanır. İkindiye kadar tekrar çalışır. İkindi namazı ile yeniden zihnî ve bedenî bir dinlenme faslı yaşar. Namazdaki bu esasları bilemeyen ve sezemeyen insanlar huzursuzluk girdabına kapılır ve bunalımdan bunalıma sürüklenir giderler.

Hâsılı, işlerinin çokluğundan namaza vakit bulamayanlar, ilâhî gerçeklere gözleri kapalı olanlardır. Buna göre imandaki zafiyet, iman esaslarına inanılması gerektiği ölçüde inanmama ve bir-iki noktasına temas ettiğimiz namaz hakikatini kavrayamama, maalesef insanımızı bu türlü düşünceler içine sokabilmektedir. Bunlardan kurtuluş yolu ise yukarıda kısmen izah etmeye çalıştığımız gibi, yakîn derecesinde bir iman ve onun hayata yansıtılmasıdır.

d. İbadet Yorgunluğu

Müslümanlar olarak bizim en büyük dertlerimizden birisi de ibadetlerimizin çehresindeki solgunluktur. Ne acıdır ki camilerimiz ve camilerde saf tutan insanlarımız hazan yemiş yapraklar gibi; kimisi esniyor, kimisi uzanmış yatıyor, kimisi mihrapta bile dünya konuşuyor, kimisi bir an önce namazın bitmesini ve kendisini dışarıya atmayı bekliyor. Suizan etmek istemiyorum ama dışa akseden görüntü, –istisnalar olsa da genel itibarıyla– Allah’la tam alâkası olmayan, Peygamberini iyi tanımayan, dedesinin camiye gittiğini gördüğü için mescidin yolunu tutan, babasının namaz kıldığına şahit olduğundan dolayı onu takliden safta yerini alan ve sadece şekil ve surette kalan kimselerin hâlini andırıyor. Bundan dolayı da caminin ve camideki cemaatin hâli başkalarına bir şey ifade etmiyor; ibadet, İslâm’a çağıran bir hâl dili olarak vazife görmüyor. Şayet biz tam bir inanmışlık hâli ortaya koysak, Hazreti Pîr-i Mugân’ın beyanıyla, “Eğer biz ahlâk‑ı İslâmiye’nin ve hakâik‑i imaniyenin kemâlâtını ef’âlimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri, elbette cemaatlerle İslâmiyet’e girecekler. Belki küre‑i arzın bazı kıtaları ve devletleri de İslâmiyet’e dehalet edecekler.”[99] Fakat maalesef, biz İslâmiyet’i kendi cazibesiyle yansıtamıyoruz.

Aslında Müslümanlık bir farklılığın sesi ve soluğudur. Bu açıdan hakiki bir mü’minin rukûuna bakan ona hayran olmalı, secdedeki hâlini gören neredeyse bayılmalı, Mevlâ-i Müteâl karşısında inlemesini duyan kimse kendinden geçmeli ve onunla beraber secdeye kapanmalıdır. İşte İslâm bu şekilde temsil edilmeyince karşı tarafta da mâkes bulmuyor; hiç kimse şekle bağlı yatıp kalkmalarda namazın ruhunu ve onun kutsî cazibesini göremiyor.

Biz, aslında kulluktan yana bir yorgunluk yaşıyoruz. Hepimiz yorgun askerler gibiyiz, âdeta ibadetlerden yorulmuşuz. Bir bıkkınlık var üzerimizde. Müslümanlığa avamca bakıyoruz, kalblerimizde İslâm’ı çok daraltıyor, sığlaştırıyoruz. Ülfetin zebûnu hâline geldiğimiz için değerler, gözümüzde renk atmış, matlaşmış; içimizde heyecan uyarmıyor. İbadetleri şeker-şerbet yudumlar gibi eda edemiyoruz. Her namazda cemaatten bir iki insanın içi geçse bu konsantrasyon ruhlarda çok şey ifade edebilir.

Nasibi Yorgunluk Olan Namaz

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), رُبَّ صَائِمٍ لَيْسَ لَهُ مِنْ صِيَامِهِ إِلَّا الْجُوعُ، وَرُبَّ قَائِمٍ لَيْسَ لَهُ مِنْ قِيَامِهِ إِلَّا السَّهَرُ  “Nice oruç tutanlar vardır ki, açlık ve susuzlukları yanlarına kâr kalır. Nice namaz kılanlar da vardır ki, çektikleri zahmet ve yorgunlukları yanlarına kâr kalır”[100] buyurmaktadır.

Namazın ifade ettiği mânâ, bilhassa onun iç ifadesi, insanın iç derinliğiyle yakından alâkalıdır. Kur’ân’da da namazın anlatıldığı her yerde, onun bu iç derinliğine dikkat çekilmektedir. Mesela Mü’minûn sûresinde, felâh bulan insanlar anlatılırken, قَدْ أَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ ۝ الَّذِينَ هُمْ فِي صَلَاتِهِمْ خَاشِعُونَ  “Namazlarında huşû duyan mü’minler kurtuluşa ermişlerdir.”[101] denilerek, namaz-huşû münasebeti nazara verilmektedir. Evet, huşû, gerçek mânâsını ancak namazda bulur. Öyleyse insan namazda, namazdan başka bir şey görmemeli, duymamalı ve düşünmemelidir.

İnsan, namazla, muhtaç olduğu ve elinin yetişemediği ihtiyaçların temini için, fiilî ve kavlî duaya geçmiş, Allah’ın yüceliği karşısında kemerbeste-i ubûdiyet içinde durmuş demektir. Namaz, kalbin gıdası, ruhun da miracıdır. Bütün sıkıntılara karşı o, ruhu dinlendirir ve kalbi kanatlandırır. Efendimiz, dünyevî işlerinden sıkılınca, يَا بِلَالُ أَقِمِ الصَّلَاةَ أَرِحْنَا بِهَا  “Kamet getir de bizi bir ferahlandırıver ey Bilal!”[102] diyerek ondan namaza çağrıda bulunmasını isterdi. Namaz, tembel ve uyuşuk insanın yapabileceği bir şey değildir. O, daima hüşyâr bir gönlün, uyanık kalb ve duyguların Rab karşısında eda edeceği bir vazifedir.

Namazda dünyaya ait işlerin muhasebesini yapan, onların matematiğiyle meşgul olan bir insan için, sadece namazın yorgunluğu yanına kâr kalacaktır. Rabbim, –sonsuz rahmetinden dileyelim– kimsenin yorgunluğunu yanına kâr bırakmasın. Kalbimizi, duygularımızı O’na karşı daima hüşyâr ve huşû içinde kılsın!

Okuduğumuz Kur’ân-ı Kerim ve yaptığımız evrâd u ezkârın şuursuzca yapılması matlup değilse de böyle yapılırsa da bir kısım duygularımıza hitap eder ve bu itibarla istifade etmiş oluruz. Ümit ederiz ki o kadarcık bir gayret bile tıpkı yağmur taneleri gibi, toprağın bağrındaki tohumların uyarılmasına vesile olur. İnsana düşen ise namazından daha derince istifade edebilmesidir. Daha derin mülâhazalara açılabilmek için de insanın kendini biraz zorlaması lazımdır. Her kelimeyi, her ifadeyi bir idrak ve şuur içinde, bir cehd ile kalbin derinliklerine indirmek gerekir. Şuurluca duyabilme, biri bin yapar.

Ne var ki “Şuurluca okuyamıyorum, ibadetlerimden zevk alamıyorum.” diyerek namazın terk edilmesi de hatadır. Zira böyle bir düşünce nefsin aldatmacasıdır. Önemli olan, içinde bulunulan en olumsuz şartlara rağmen, gerek şahsî, gerekse içtimaî vazifelerimizi eksiksiz yerine getirmektir. Bazen uzun bir sükût, uzun bir hutbeden daha beliğdir ve daha çok mânâ ifade eder. Her türlü ağır şart altında aşkımızı, şevkimizi devam ettirebilme, belki de aynı şartlarda dolu dolu ibadet etmekten daha hayırlıdır. Mesela, camide, yüreklerimiz hoplayarak kılınan bir namaz mı, yoksa tek başımıza bir yerde alnımızı secdeye koyup, hiçliğimizi idrak mi daha hayırlıdır, bilemeyiz. Bu sebeple belki de devamlı huzur içinde bulunanlar yanılıyorlardır. Zira Cenâb-ı Hakk’ın nelerden razı olacağını tam olarak kestirmemiz mümkün değildir.

Bir Hatıra ve Namazda Dikkat

Hiç unutamayacağım insanlardan birisi, Muhterem Mehmet Kırkıncı Hocanın rahmetli babası Celâl Efendi’dir. Celâl Efendi, Medine’de mücâvir[103]  kıymetli bir insandı. Orada vefat etti ve oraya defnedildi. Ziyaretine gittiğimde çok yaşlıydı. İlerleyen yaşına ve rahatsızlıklarına rağmen namazlarını aksatmıyor, sünnetleri de ayakta kılıyordu. Ama oturup kalkmakta zorlandığı için namazlarını yatağının yanında kılıyor, ayağa kalkabilmesi için yatağa tutunması gerekiyordu. Bu şekilde tamamladığı bir namazdan sonra bana demişti ki, “Hocam, ben böyle namaz kılarken yatağa tutunarak kalkıyorum, oluyor mu namazım?” Bu tabloyu hiç unutamayacağım. Bu ne güzel şuur! Her şeye rağmen kulluğunu gereğince eda etmeye çalışmak; ama yine de yaptığıyla yetinmemek ve daha iyisini aramak.

Evet, namaz, bizi ahirette kurtaracak bir sermayedir. Onun için namaz hususunda çok hassas davranmak gerekir. Allah (celle celâluhu) onun kıymetini ruhlarımıza duyursun ve eksiğiyle gediğiyle namazlarımızı kabul buyursun!

10. İ’lâ-yı Kelimetullah ve Namaz Dengesi

Her ibadetin kendine göre bir yeri ve ağırlığı vardır. Usûlünden fürûuna, en temel konularından teferruat meselelerine kadar bir mü’minin bütün mükellefiyetleri, ciddi bir tenasüp içindedir ve aralarında hiçbir uyumsuzluk yoktur. Namazsız ve oruçsuz bir cihad tesirli olamayacağı gibi cihadsız bir namazın da hakikatine uygun edası mümkün değildir. Evet, bunlar birbiriyle omuz omuza ve diz dizedirler. Mevcudiyetlerini tıpkı bir kubbede baş başa vermiş taşlar gibi beraber sürdürürler.

Akide mevzusu da böyledir; imansız İslâmiyet olamayacağı gibi İslâmiyet’siz iman da tam olmaz. İnsan, inanılması gereken şeylere sağlam inanacaktır ki sağlam Müslüman olabilsin. Bir insan, sağlam bir şekilde iman etmeden İslâmiyet’in emirlerini yerine getirse ya kendisi ya da nesli bir noktadan sonra o emirler hususunda tembellik göstermeye başlar. İnsan, hem sağlam iman etmeli hem de tam tekmil amel etmelidir. Amelle desteklenmeyen iman yavaş yavaş zayıflar ve çözülür ki günümüz nesli bunun canlı bir misalidir.

Binaenaleyh cihadla namaz birbirinden ayrılmamalıdır. Sahabe-i kiram hem Allah yolunda cihad eder hem de namaz kılarlardı. Çünkü namaz, kulun günde beş defa Allah’a karşı ahd ü peymânını yenilemesi, cihadla beraber sair vazifeler ise Allah nezdinde mükemmeliyete yürümesi demektir. Aslında insan, günde beş defa değil belki beş yüz defa ahd ü peymânını yenilese yeridir. Zira ancak bu sayede aşk u şevk, samimiyet ve ihlâsla cihad vazifesini de yapma iz’anına sahip olur.

Kur’ân-ı Kerim’de salât-ı havf (korku namazı) tafsilâtıyla anlatılır.[104] Bu namazla bize, düşmanın bizi oka tuttuğu, savaşın en çok kızıştığı zamanlarda dahi namazın ve cemaatin aksatılmaması gerektiği gösterilir. Evet, düşmanın okları altında dahi namaz kılınacak, hem de cemaat hâlinde. Şöyle ki cemaatin bir kısmı düşman karşısında dururken diğerleri gelip imamla birlikte namaza dururlar. Birinci rekât tamamlandıktan sonra cemaat hemen ayrılır ve cepheye vazife başına giderler; bu defa da düşman karşısında duranlar gelir ve ikinci rekâtta imama uyarlar. Bunlar da imamla birlikte ikinci rekâtı kılarlar. İkinci rekât da bitince bu sefer yine cemaattekiler ve cephedekiler yer değiştirirler. Bu şekilde dönüşümlü olarak cemaat hâlinde namazlarını kılmış olurlar.

Evet, düşman karşısında savaşırken dahi namaz kılınacak ve Allah hiçbir şekilde hatırdan çıkarılmayacaktır. Yümün ve bereket olması için insanlar bu vazifeyi yerine getirirken bunu O’nun emrinden dolayı yapacaklardır. Evet, namaz ve mücahede birbirinden ayrılmayan şeylerdir. Sahabe, savaş esnasında düşmanın karşısında namaz kılıyordu. Dolayısıyla da Cenâb-ı Hak onları hep destekliyordu. Bu itibarla destek görmeyenler, bunun sebebini Allah’la (celle celâluhu) münasebetlerinde aramalıdırlar.

Günümüzde, gece ibadeti olmayan bazı insanlar vardır ki bunlar işin sadece edebiyatını yapmaktadırlar. Oysaki bizim daha çok ruh sıhhatine, gönül selâmetine, iç temizliğine ve saflığına ulaşmaya ihtiyacımız vardır. Kur’ân,  عَلَيْكُمْ أَنْفُسَكُمْ “Siz kendinizi düzeltmeye bakın!”[105] diyor. Allah, Kendi rızası istikametinde ibadet yapan ve Rabblerine karşı saygılı insanları sever. Kolaycılar ise hem “Ben, Allah’ın kuluyum, Allah’ın bana yüklediği vazifeleri yapıyorum.” derler hem de bin türlü isyan içinde bulunurlar.

Hakiki mü’mine gelince o, Allah’ın kendisine yüklediği vazifeleri yapmayı başkalarına müessiriyet adına önemli bir esas kabul eder. Çünkü Allah, bu hususta يَا عِيسَى عِظْ نَفْسَكَ فَإِنِ اتَّعَظَتْ فَعِظِ النَّاسَ وَإِلَّا فَاسْتَحْيِ مِنِّي  “Ey İsa! Önce kendi nefsine nasihat et. Eğer öğüt alırsa, sonra insanlara nasihatte bulun. Aksi takdirde Benden hayâ et.”[106] diyerek Hz. İsa’ya dahi tembihte bulunur. İnsanın asıl vazifesi, sorumluluklarını önce kendisinin yapması, sonra da fırsat buldukça bunları anlatmasıdır. Böyle birisi, misali başkalarından verse de hep yaptığı şeyi anlatıyor gibi olacaktır. Evet, bir insan mesela teheccüt kılmıyorsa, ona başlamadan başkalarına tavsiye etmeye ürpermelidir. Zira yaşanmadan anlatılan böyle bir şeyin tesiri olmayacaktır. Keza bir insanın “Haftada pazartesi ve perşembe olmak üzere iki gün oruç tutun!” diyebilmesi için önce kendisinin tutması lazımdır. Zira Allah يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لِمَ تَقُولُونَ مَا لَا تَفْعَلُونَ “Ey iman edenler! Niçin yapmadığınız şeyleri söylüyorsunuz?” buyuruyor.[107] Sanki “Utanmıyor musunuz?” der gibi.

Evet, namazı cihaddan ayıramayız. Cihad, nasıl mühim bir farz ise namaz da insanın nefsine karşı en mühim cihadıdır. Allah Resûlü bir savaştan dönenlere, “Şimdi küçük cihaddan büyük cihada döndünüz!” buyurmuş, sahabe büyük cihadın ne olduğunu sorunca da Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Nefis ile olan cihaddır.”[108] cevabını vererek asıl büyük cihadın nefisle boğuşma olduğunu ifade etmiştir. Namaz kılmayan insan nefsine yenik düşmüş demektir.

Diğer taraftan şayet kendinizi i’lâ-yı kelimetullaha adadığınıza inanıyorsanız, böyle bir vazifenin ve ona adanmışlığın ne ifade ettiğini de iyi düşünmeli ve ona göre bir tavır belirlemelisiniz. İ’lâ-yı kelimetullah, Allah’a imana çağrıdır; Peygamber Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem), sâir erkân-ı imaniyeyi ve İslâmiyet’i kabule davettir. İ’lâ-yı kelimetullah, Allah’ın yüce adının her yerde duyulması, bir bayrak gibi dalgalanması ve ruh-i revân-ı Muhammedî’nin en karanlık köşelerde bile şehbal açması için çok ciddi cehd ü gayret ortaya koymaktır. İ’lâ-yı Kelimetullah, zatında yüksek ve pek yüce olan “Lâ ilâhe illallah Muhammedün Rasûlullah” hakikatini yükseltme; onu dünyanın dörtbir yanında gökkuşağı gibi görülür ve herkes tarafından duyulur hâle getirme demektir.

Öyleyse şayet siz, insanları Allah’ı bilmeye, O’nun mesajını dinlemeye, varlığın çehresindeki ilâhî tecellileri okumaya ve Ma’bud-u Mutlak’a kulluğa çağırıyorsanız, önce kendiniz o ilâhî mesaja kulak vermeli, o tecellileri okumalı, hakiki ve halis bir kul olmalı değil misiniz? Başkalarını kulluğa çağırdığınız hâlde, kulluğun esası ve özü olan namaz gibi bir ibadeti tam eda etmiyorsanız, size yalancı demezler mi? Her defasında “Hele şu işten bir sıyrılalım.” düşüncesiyle namaza duruyor, onu aradan çıkarma duygusuyla kılıyor ve sadece sizin için bir kısım formalitelerden ibaret olan hareketleri yapmakla yetiniyorsanız, kendi kendinizi yalanlamış olmaz mısınız? Hemen aradan çıkaracak kadar değersiz gördüğünüz bir şeye başkalarını çağırmanız mânâsız bir iş sayılmaz mı? Herkesi çağırdınız bir hakikatin sizin nazarınızda çok ciddi bir mesele olması lazım değil mi? Siz, herhangi bir mesele üzerinde kemal-i ciddiyetle durmuyorsanız, onun kıymetli olduğuna başkalarını nasıl inandıracaksınız ki!..

Tesir, Allah’la Münasebete Bağlıdır

Ayrıca i’lâ-yı kelimetullah yolunda ortaya konulan gayretlerin muvaffakiyetle neticelenmesi ancak Allah’ın kabulüne ve O’nun değerlendirmesine vâbestedir. Cenâb-ı Hak, kendisiyle irtibatı kuvvetli olmayanları kat’iyen tesirli kılmaz. O’nunla derin bir münasebet içinde bulunmayanlar, ne anlatırlarsa anlatsınlar hiç kimsenin ruhuna giremez, hiç kimseyi doğru yola iletemez ve tek kişiyi bile sıradan bir insan olmaktan çıkarıp kalb ve ruhun hayat derecesine yükseltemezler. Allah (celle celâluhu), Kendi yolundakilerin sesine-soluğuna değer atfeder; onların söz ve tavırlarına tesir lütfeder.

Bu açıdan da Kur’ân’ın hâdimleri, Hak nezdindeki kıymetlerini Allah’la münasebetlerinde aramalı ve sadece şekilden ibaret olan şeylerin dergâh-ı ilâhîde bir kıymet ifade etmediğini bilmelidirler. Evet, bir hadis-i şerifte de vurgulandığı gibi, Allah Teâlâ sizin şekillerinize, zâhirî hâllerinize, görünüşte yatıp-kalkmalarınıza değil, kalbî heyecanlarınıza, iç derinliklerinize ve gönlünüzden doğup gelen, içinizin yansıması olan samimi davranışlarınıza bakar ve onları değerlendirir.[109] Şayet davranışlarınızda kalbî bir derinlik yoksa ve onlar gönlünüzden kopup amel sahasına dökülmüyorsa, o zaman bütün cehd ü gayretiniz beyhûdedir.

Öyleyse iman hizmetine adanmış ruhlar, hem يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لِمَ تَقُولُونَ مَا لَا تَفْعَلُونَ  “Ey iman edenler! Niçin yapmadığınız şeyleri söylüyorsunuz?”[110] itâbına (azarlama) muhatap olmamak hem de “Neden insanları çağırdığınız hakikatleri hakkıyla temsil etmemek suretiyle yalancı durumuna düşüyor ve İslâm’ın çehresini karartıyorsunuz?” sualine maruz kalmamak için azamî gayret göstermelidirler. Konumuzla alâkalı olarak da farz namazları hakkıyla ikâme etmenin yanı sıra, tam bir namaz kahramanı hâline gelebilmek için şu hususlara çok dikkat etmelidirler:

‘Namaz Kahramanı’ Olabilmenin Üç Şartı

  1. Allah Resûlü (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) bize bir hedef gösterirken, Cennet’te yüz mertebe bulunduğunu ve Firdevs’in, makam bakımından en yüksek derece olduğunu belirttikten sonra, “Allah Teâlâ’dan Cennet’i istediğiniz zaman, Firdevs’i isteyiniz.”[111]buyurarak, himmetimizi âli tutmamız gerektiğine işaret etmiştir. Ayrıca Firdevs talebinden de öte isteklerde bulunma edebini öğretmiş ve Cenâb-ı Hak’tan neler isteyebileceğimizi gösteren dualar talim buyurmuştur. Ondan öğrendiğimiz dualar sayesindedir ki sabah-akşam “Allahım, Cemâlini seyretme arzusuyla içimizi doldur, Sana kavuşma şevkiyle gönlümüzü coştur ve ötede Cemâlinle bizi serfiraz kıl!” diyoruz; Cemalullah’ı müşâhedeye, rıza-i ilâhiyi tahsile ve rıdvâna ermeye talip olduğumuzu ilan ediyoruz. Evet, Peygamber Efendimiz’den öğrendiğimiz bu dualar, himmetimizi hep âlî tutmamız gerektiğini salık veriyor.

Dolayısıyla namazın hakikatini idrak etme hususunda da yüce himmetli olmalı; Cenâb-ı Hak’tan, selef-i salihînin ibadet aşk u iştiyakını, onlardaki kulluk temkinini dilenmeli ve namazı şuurluca ikâme edebilmek için inâyet-i ilâhiyeyi talep etmeliyiz. Belki herbirimiz şöyle demeliyiz: “Allahım! Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) namazı hangi enginlikte ikâme ediyor idiyse, bana da o idraki lütfeyle; namazın mânâsını benim ruhuma da duyur. Rabbim, ben de Peygamber Efendimiz’in eda ettiği gibi namaz kılmak ve onu benliğimin bütün zerrelerinde duymak istiyorum.. namaz esnasında Sen’den başka bütün mülâhazalara karşı kapanmayı ve tamamen namazlaşmayı arzu ediyorum.. Ne olur Allahım, bu lütfunu bana da nasip eyle!..”

Evet, peygamberâne bir ibadet ufkuna mazhar olmayı istemek peygamberlik istemek değildir. Bu talep, her hususta takip edilmesi gereken İnsanlığın İftihar Tablosu’nu, ibadet hayatı itibarıyla da örnek alma ve namazda daha bir derinleşme talebidir. Sizin bu şekildeki bir duanız kat’iyen boşa gitmez. Bu duada istekli ve ısrarlı olursanız Allah sizi mahrum etmez; inşâallah o sayede maiyyete ulaşırsınız. Siz, bu kadarcık bir istek izhar edince Sultan-ı Ezelî de kendi ululuğu, azameti ve rahmetinin enginliği ölçüsünde Zât’ına yaraşır bir mukabelede bulunur. Bu açıdan yüce şeylere karşı iştiyaklı olmak ve ulvi hedeflere göz dikmek himmeti âlî tutmanın ifadesidir. Namazı ikâme hususunda da insan hep daha yükseğine talip olmalıdır.

  1. Namazın hakikatini idrak etme isteği kavlî ve kalbî bir duadır; bu duanın fiilî yanını ise, en başta bu mevzuda yazılmış eserlerin okunması teşkil eder. Namazı şuurluca kılmak isteyen bir mü’min şayet onunla alâkalı üç-beş kitap okumamış, büyüklerin bu konudaki mütâlaalarını öğrenme gayretinde bulunmamış ve meselenin nazarî yanını dahi ihmal etmişse onun bu talebinde samimi olduğu söylenemez. Öyleyse namaz yolcusu ikinci adım olarak, gönlüne ibadet iştiyakı salacak, onu namazın nurlu iklimlerinde dolaştıracak ve mânâ âleminin büyüklerinin namazla alâkalı engin anlayışlarını, derin duyuşlarını aktararak içine haşyet dolduracak makaleleri ve kitapları okumalıdır. Hazreti Üstad, bazı risaleleri önemli gördüğünden dolayı yüz on beş defa okumuştur. Bir mü’min, Zât-ı Ulûhiyet hakikatiyle, iman esaslarıyla ve ibadetlerin mânâ buuduyla alâkalı birkaç eseri hiç olmazsa birkaç defa gözden geçirmeli değil midir? Evet, Kur’ân talebeleri, Hazreti Gazzâlî, Hazreti Mevlâna ve Hazreti Bediüzzaman gibi Hak dostlarının namazla alâkalı mütâlaalarını ve günümüzde kaleme alınmış namaza dair makaleleri mutlaka okumalı ve konuyla alâkalı müzakerelerde bulunmalıdırlar.
  2. Hem kavlî hem de fiilî duada ısrarlı olma, matlubu elde etme mevzuunda kararlı ve istikrarlı bir tavır ortaya koyma ve aktif sabırla, adım adım hedefe yürüme de neticeye ulaşma yolunda çok önemli diğer bir şarttır. Namaz sevdası tâlibin gönlüne hemen düşmeyebilir; insan birkaç günde, birkaç ayda, hatta birkaç yılda namaz hakikatini duyamayabilir. Dolayısıyla talepte ve neticeye götürecek sebepleri yerine getirme mevzuunda ısrarlı olmak pek mühimdir.

Şayet namaz kahramanlığına adaysanız, sizi o ufka taşıyacak hiçbir argümanı kullanmayı ihmal etmemelisiniz. Hangi ses, hangi soluk sizi şahlandırıyor ve kalbinizi coşturuyorsa bir kere değil, belki yüz kere aynı vesileye başvurmalısınız. Belki bir kitabı onlarca kez okumalı, bir kaseti birkaç kere dinlemeli, bir büyüğün sözlerine defalarca kulak vermeli ve oturup-kalkıp hep gözünüzü diktiğiniz hedefi düşünmelisiniz. “Olmuyor!” diyerek, yoldan dönmeyi asla aklınıza getirmemeli ve kat’iyen aceleci davranmamalısınız. Unutmamalısınız ki bu yolda belki senelerce sular gibi çağlayacak, pek çok kayaya çarpacak ama her seferinde biraz daha arınacak ve sonunda ummana ulaşacaksınız. Niyetinizin derinliği ve gayret ü himmetinizin yüceliği nispetinde ötede siz de herbiri bir namaz âşığı olan “ilkler”in hemen arkasında yerinizi alacaksınız.

11. Mescitlerin Fonksiyonu

Müslümanlar nezdinde mescidin ayrı bir yeri vardır. Bundan dolayı onun imar ve inşası büyük önem arz eder. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), dünyada bir mescit yapana, Allah’ın (celle celâluhu) Cennet’te bir ev bina edeceği müjdesini vermiş[112] ve kendisi daha Medine’ye teşrif eder etmez, hem askerî ve sivil şuranın toplanıp devletle ilgili işlerin istişaresinin yapılacağı hem de bütün mü’minlerin topluca Allah’a kulluklarını arz edecekleri bir mescidin inşasına koyulmuştur. Hem öyle koyulmuş ki, ashabıyla birlikte kendisi de âdeta bir amele gibi çalışmış.. yerinde sırtına kerpiç alıp taşımış, yerinde eline manivela, kazma, kürek almış ve her türlü bürokratik anlayıştan uzak olarak toprak kazmış, taş kırmış.. insanlardan bir insan olarak iş yapmıştır. O’nun bu davranışı, kendisinden sonra gelen ümmeti arasında sünnet kabul edilmiş; İslâm ordularının komutanları, fethettikleri her yerde, ilk önce bir mescit açarak, öncelikle halkın toplanıp dua dua Allah’a yalvaracağı, semaya el kaldırıp arz-ı ubudiyette bulunacakları bir yer hazırlamışlardır.

Günümüzde mescitler, maalesef çoğu fonksiyonunu kaybetmiş ve sadece kulluğumuzu şeklen icra edebileceğimiz binalar hâline gelmiştir. Hâlbuki Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), askerî, adlî ve idarî bütün meselelerini mescitte görmüş ve Müslümanlar bu sünneti uzun zaman devam ettirmişlerdir. Bütün işlerin mescitte yürütüldüğü dönemlerde insanlar, Rabb’e hesap verme havası içinde önce başını yere koymuş, sonra da kalkıp işlerini görmüşlerdir. Belki istemeden tekrar günahlara girmişler, ancak diğer vakit namazlarında tekrar Rabb’e müracaat edip arınmışlardır.

Namazın bu arındırma özelliğini, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) sahih bir hadislerinde şöyle ifade eder:

الصَّلَوَاتُ الْخَمْسُ، وَالْجُمْعَةُ إِلَى الْجُمْعَةِ، وَرَمَضَانُ إِلَى رَمَضَانَ، مُكَفِّرَاتٌ مَا بَيْنَهُنَّ إِذَا اجْتَنَبَ الْكَبَائِرَ

“Beş vakit namaz, Cuma namazı, diğer Cuma namazına kadar, Ramazan diğer Ramazan’a kadar hep günahlara kefarettirler. Büyük günah irtikâp edilmedikçe aralarındaki günahları affettirirler.”[113] 

Başka bir hadislerinde ise; “Sizden birinizin kapısının önünden bir nehir aksa ve o kişi bu nehirde her gün beş kere yıkansa, acaba üzerinde hiç kir kalır mı, ne dersiniz?” diye sormuş. Ashabın, ‘Bu hâl, onun kirlerinden hiçbir şey bırakmaz!’ demesi üzerine de Efendimiz; “İşte bu, beş vakit namazın misalidir. Allah, onlar sayesinde bütün günahları siler.” buyurur.[114]

İnanıyoruz ki mescitler eski fonksiyonlarını ifa ettiği zaman, insanlar, vicdan duruluğu ve iç dinamizmiyle Allah’a hesap verme havası içinde iş yapacak, adımlarını ona göre atacak, cahiliye devrine ait şeyleri arkalarında bırakacak ve İslam’a bir adım daha yaklaşmış olacaklardır. Belki bu mevzuda şimdiye kadar bir takım adımlar atıldı ve hamleler yapıldı; ancak beklenen semere henüz elde edilemedi. Ümit edilir ki bundan sonra bu istikamette bir kısım kararlar alınarak camiler sadece bir kısım ibadetlerin yapıldığı yerler hâlinden çıkarılır ve topluma yönelik bazı vazifelerin de ifa edildiği mekânlar hâline getirilir. Kur’ân’ın ifadesiyle mescitlere gerçek fonksiyonunu kazandıracak ve oraları maddî ve mânevî açıdan imar edecek kimseler, Allah’a hakkıyla iman edenlerdir. Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır:

إِنَّمَا يَعْمُرُ مَسَاجِدَ اللهِ مَنْ آمَنَ بِاللهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ وَأَقَامَ الصَّلَاةَ وَآتَى الزَّكَاةَ وَلَمْ يَخْشَ إِلَّا اللهَ

“Allah’ın mescitleri ancak Allah’a ve ahiret gününe iman eden, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve Allah’tan başkasından korkmayan kimselerle mamur olur.”[115]

Osmanlı hanedanından Sultan Ahmet cennetmekân, yani kadem-i pâk-ı Nebevî (Efendimiz’in ayak izi) diye İstanbul’da teşhir edilen o mübarek cisme, “N’ola tâcım gibi başımda gezdirsem kadem-i pâkini” diye temennada bulunan büyük hünkâr iliklerine kadar İslâm şuuru işlemiş bir insandır. Onun, Sultan Ahmet camiinin yapımı esnasında bir işçi gibi eteğine doldurduğu kumu-çakılı taşıdığı ve sonra da, “Allahım! Fakir Ahmet kulunun bu kadarcık hayrını kabul buyur, zâd-ı ahiret yap!” diye duada bulunduğu rivayet edilir. İnsan nasıl yaşarsa öyle ölür; nasıl ölürse öyle dirilir. Eteğini taş ve çakılla doldurup, yaptırdığı mescitte Efendimiz’in çalıştığı gibi çalışan bu büyük insanı seneler sonra torunu rüyasında Cennet’te gezerken görür ve “Nasılsın dedeciğim?” der. O ise şu cevabı verir: “Cenâb-ı Hak yaptığım şeyleri kabul buyurarak beni mağfiret etti ve Cennet’ine koydu.”


[1]  Müslim, îmân 134; Tirmizî, îmân 9; Ebû Dâvûd, sünnet 15.

[2]  Mü’minûn sûresi, 23/1,2.

[3]  et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 6/185-186; el-Beyhakî, es-Sünenü’s-suğrâ s.20.

[4]  Bkz.: İbn Sa’d, et-Tabakatü’l-kübrâ 7/441.

[5]  Nisâ sûresi, 4/102.

[6]  Ebû Dâvûd, salât 144-145; Tirmizî, mevâkît 193; Nesâî, salât 9; İbn Mâce, ikâme 202.

[7]  İnşikak sûresi, 84/7-9.

[8]  Buhârî, ilim 35; Müslim, cennet 79.

[9]  Müddessir sûresi, 74/40-47.

[10]  Buhârî, tevhid 15, 35; Müslim, zikir 2, 19, tevbe 1.

[11] Bkz.: Müslim, salâtü’l-müsâfirîn 141; Tirmizî, salât 348; Ebû Dâvûd, tatavvu 26; Nesâî, kıble 13, kıyâmü’l-leyl 2, 64.

[12] Müslim, salât 215; Ebû Dâvûd, salât 148; Nesâî, mevâkît 35, tatbîk 78.

[13] Secde sûresi, 32/16.

[14] Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 6/352; 4/287, 295; Abdürrezzak, el-Musannef 3/582, 583.

[15] Nûr sûresi, 24/45.

[16] et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 6/185-186; el-Beyhakî, es-Sünenü’s-suğrâ, s.20.

[17] Buhârî, ezân 30. Benzer mânâdaki hadisler için bkz.: Buhârî, mesâcid 36, büyû 49, bed’ü’l-halk 7; Müslim, mesâcid 275.

[18] Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 5/437; Dârimî, tahâret 45.

[19] el-Bezzâr, el-Müsned 11/42.

[20] Buhârî, ezân 33, fezâilü’l-Medine 11; Müslim, mesâcid 280-281.

[21] Fetih sûresi, 48/29.

[22] Müslim, tahâret 39; Nesâî, tahâret 110; İbn Mâce, zühd 36.

[23] Buhârî, ezân 34, mevâkît 20; Müslim, mesâcid 252.

[24] Hâkka sûresi, 69/19, 20.

[25]     Bediüzzaman, Lem’alar, s.64 (On Birinci Lem’a, Birinci Nükte).

[26] Bediüzzaman, Sözler, s.552 (Yirmi Dokuzuncu Söz, Birinci Maksat), s.574 (Yirmi Dokuzuncu Söz, İkinci Maksat), s.759 (Lemeât).

[27] Nisâ sûresi, 4/142.

[28] İbn Mâce, zühd 21; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/30.

[29] Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 5/428, 429; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 4/253.

[30]  es-Semerkandî, Tenbîhü’l-gâfilîn, s.23.

[31]  Bediüzzaman, Sözler, s.790-791 (Lemaât).

[32] Buhârî, rikak 23; Ebû Ya’lâ, el-Müsned 13/549.

[33] Şuarâ sûresi, 26/219.

[34] Bkz.: Buhârî, ezân 18, edeb 27, temennî 9; Dârimî, salât 42.

[35] Nisâ sûresi, 4/142.

[36] Mâûn sûresi, 107/4-5.

[37] İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 6/163, 7/505.

[38] Buhârî, daavât 66; Müslim, zikr 25.

[39] Müslim, mesâcid 150; Tirmizî, daavât 127; Nesâî, iftitâh 8.

[40] Müslim, salâtü’l-müsâfirîn 84.

[41] Tevbe sûresi, 9/105.

[42] Bkz.: Müslim, salâtü’l-müsâfirîn 141; Tirmizî, salât 348; Ebû Dâvûd, tatavvu 26; Nesâî, kıble 13, kıyâmü’l-leyl 2, 64.

[43] Bkz.: Buhârî, teheccüd 9; Müslim, salâtü’l-müsâfirîn 204.

[44] Müzzemmil sûresi, 73/8.

[45] et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 12/84.

[46] et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 3/263.

[47] Buhârî, ezân 95, 122, ist’zân 18, eymân 15; Müslim, salât 45.

[48] Müslim, salât ü’l-müsafirin 203; Ebû Davud, salât 155.

[49] et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 11/54.

[50] Ahzâb sûresi, 33/72.

[51] İbn Mâce, sıyâm 21; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/373.

[52] Buhârî, rikak 38; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 6/256.

[53] İbn Mâce, zühd 15; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 5/412.

[54]  Bkz.: Buhârî, mevâkîtü’s-salât 6; Müslim, mesâcid 283-284.

[55] Nesâî, işretü’n-nisâ 1; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/128, 199, 285.

[56]  Ebû Dâvûd, taharet 79; el-Hâkim, el-Müstedrek 1/258.

[57]    Hatîb el-Bağdâdî, Târîhu Bağdâd 9/261.

[58]  ez-Zehebî, Siyeru a’lâmi’n-nübelâ 7/207.

[59]  Bediüzzaman, Sözler, s.21 (Dördüncü Söz).

[60]  Bediüzzaman, Sözler, s.290 (Yirmi Birinci Söz, Birinci Makam).

[61]  Bediüzzaman, İşârâtü’l-İ’câz, s.42.

[62] Fahruddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-ğayb 1/214; es-Suyûtî, Şerhu Süneni İbn Mâce, s.313.

[63] Necm sûresi, 53/9.

[64]  Tâhâ sûresi, 20/14.

[65]  Buhârî, tevhid 35; Müslim, sıyam 160.

[66]  Hûd sûresi, 11/114.

[67]  Bediüzzaman, Lem’alar, s.9 (İkinci Lem’a, Birinci Nükte).

[68] Bkz.: Bediüzzaman, Sözler, s.509 (Yirmi Altıncı Söz, İkinci Mebhas, Yedincisi).

[69]  el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 1/491.

[70]  Bkz.: İsrâ sûresi, 17/107.

[71]  Tevbe sûresi, 9/82.

[72]  Müslim, zikr 73; Ebû Dâvûd, vitr 32; Tirmizî, daavât 68.

[73] Aliyyülkârî, Fethu Bâbi’l-İnâye 1/467.

[74]  Müzzemmil sûresi, 73/1-8.

[75]  İsrâ sûresi, 17/79.

[76]  Secde sûresi, 32/16.

[77]  Dehr sûresi, 76/25-26.

[78]   Buhârî, teheccüd 2, 21, fezâilü ashâbi’n-nebi 19, tabir 35, 36; Müslim, fezâilü’s-sahabe 139, 140.

[79]  Tirmizî, salât 188; Ebû Dâvûd, salât 144; İbn Mâce, ikâmetü’s-salât 202.

[80]  Ankebût sûresi, 29/45.

[81]  Şuarâ sûresi, 26/219.

[82]  Ebû Dâvûd, salât 161; Nesâî, sehv 18.

[83]  Nesâî, işretü’n-nisâ 1; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/128, 199, 285.

[84]  et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 12/84.

[85]  Müslim, salât 221-222; Ebû Dâvûd, salât 148.

[86]  Tirmizî, daavât 90; Ebû Dâvûd, edeb 97; Heysemî, Mecmeu’z-zevâid 10/124.

[87]  Mâide sûresi, 5/118.

[88]  Müslim, îmân 346; en-Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ 6/373.

[89]  Buhârî, teheccüd 9; Müslim, salâtü’l-müsâfirîn 204.

[90]  Âl-i İmrân sûresi, 3/190-191.

[91]  İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ân 1/442.

[92]  Buhârî, teravih 1; Müslim, salâtü’l-müsâfirîn 125.

[93]  A’râf sûresi, 7/16.

[94] Buhârî, i’tikâf 11, 12, bed’ü’l-halk 11, edeb 121, ahkâm 21; Müslim, selâm 23, 24.

[95] Buhârî, ezan 4, el-amel fi’s-salât 18, sehv 6, bed’u’l-halk 11; Müslim, salât 19, mesâcid 83.

[96]  Hicr sûresi, 15/40; Sâd sûresi, 38/83.

[97]   Müslim, îmân 133; İbn Mâce, ikâme 70; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/442.

[98]  Ra’d sûresi, 13/28.

[99]  Bediüzzaman, Emirdağ Lahikası 2/142.

[100]  İbn Mâce, sıyâm 21; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/373.

[101]  Mü’minûn sûresi, 23/1-2.

[102]  Ebû Dâvûd, edeb 85.

[103]    Mücâvir; mübarek bir yerde inzivaya çekilip ibadet eden, kendini o yerin hizmetine adayan kimse.

[104]  Bkz.: Nisâ sûresi, 4/101-103.

[105]  Mâide sûresi, 5/105.

[106]  Ahmed İbn Hanbel, ez-Zühd 1/54; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ 2/382.

[107]  Saf sûresi, 61/2.

[108]  el-Beyhakî, ez-Zühd 1/165; Hatîb el-Bağdâdî, Târîhu Bağdâd 13/523.

[109]  Bkz.: Müslim, birr 34; İbn Mâce, zühd 9.

[110]  Saf sûresi, 61/2.

[111]  Buhârî, cihâd 4; Tirmizî, cennet 4; İbn Mâce, zühd 39.

[112]  Buhârî, salât 65; Müslim, mesâcid 24, 25, zühd 43-44.

[113]   Müslim, tahâret 10, 15, 16; Tirmizî, salât 46; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/359.

[114]  Buhârî, mevâkîtü’s-salât 6; Müslim, mesâcid 283-284.

[115]  Tevbe sûresi, 9/18.