Bir Kalkınma Modeli
Müslümanların iktisadî, içtimaî ve siyasî alanlarda mahkûm konumdan kurtulabilmesi mümkün müdür? Bu hususta ne gibi esaslara riayet edilmesi gerekir?
İslâm, kendisine tâbi olanların hem dünya hem de ahiret saadetlerini garanti eden bir dindir. Niyet esas olmak üzere, İslâm için hizmete gönül vermiş her fert; ferdî, ailevî, içtimaî hayatının her anını ibadet hâline getirebileceği gibi, iş hayatını hizmet yörüngesine göre tanzim ettiği takdirde, ömrünü de bütünüyle ibadet hâline getirebilir.
Müslümanlar, dünyanın her yerinde ve her zaman hem zengin hem de hâkim güç olmalıdırlar. Çünkü günümüzde Müslümanların iktisadî ve ilmî açıdan bir üstünlük sağlamadan cihanla hesaplaşmaları mümkün değildir.
Allah (celle celâluhu), Kur'ân-ı Kerim'de: "Mü'minlere karşı kâfirlere asla yol vermeyeceğini"[1] ifade buyurur. Yani kâfirlerin mü'minler üzerinde hâkimiyet kurmalarına razı olmadığını, hem de kudsî bir üslûpla hatırlatır. Buradan hareketle mü'minin; ister fert ister cemaat olarak, kâfirlerin muvazenelerine tâbi olmalarının bir vebal olduğu söylenebilir.
Meselâ, dünyadaki iktisadî hayatı hep başkaları belirliyor ve biz yerimizde sayıyorsak.. ve bu fakirlik ve mezelletten kurtulma cehdi, gayreti yoksa, sürekli günah işliyoruz demektir. Çünkü tefsircilere göre, Allah (celle celâluhu), burada, zâhiren tarihî bir gerçeği haber vermektedir. Ne var ki tarihte pek çok defa mü'minlerin, kâfirlerin sultası altına girerek esaret hayatı yaşadıkları da bir gerçek. Öyle ise, onların bu hâli Kur'ân'ın haber verdiği gerçekle çelişki içinde demektir. Hâlbuki Kur'ân, her zaman doğru söyler ve doğruyu haber verir. Bu itibarla da âyetteki ifade, bir vâkıayı haber verme cümlesi değil, bir hedef gösterme, bir gaye belirleme yani bir inşâ cümlesidir. Bu açıdan mü'minin; her alanda kendisini üstünlüğe taşıyabilecek dinamikleri kullanması ve üstünlüğe sıçraması şarttır. Üstad Bediüzzaman'ın tespitleriyle, dünyada her şey ilme bağlıdır. Geçenlerde bunu fütürist Toffler de söylemişti. Bu açıdan, cehalete karşı ilim dinamiğini elde edemeyen bir toplum, içinde yaşadığı çağa ve teknik gelişmelere nakavt olacağı gibi, vifak ve ittifakı yanına alıp tefrikaya karşı savaşmayan bir toplumda muasırlarına yenik düşecektir. Evet, bu dünya, Batı Avrupa Birliği ve Gümrük Birliği gibi birlikleri tesis ederken; kendi içindeki çekişme ve sürtüşmeleri yenemez ise, kendine karşı gerçekleştirilen birlikler karşısında fazla dayanamayacak ve yenilgiyi kabul etmek zorunda kalacaktır.
Bir diğer taraftan, fakirlik ve zarurete karşı zenginlik yollarını araştırmayan bir millet, er geç başkalarının sultası altına düşmeye mahkûmdur. Böyle bir mahkûmiyete düşmüş Müslüman bir millet, kâfirlerin sultası altına girdiğinden dolayı Allah indinde de mesul ve günahkâr sayılır. Onun için her zaman Müslümanlara düşen vazife, din-i mübin-i İslâm'ın prensiplerine inkıyat ile beraber şeriat-ı fıtriyenin kanunlarına da riayet etmektir. Zira şeriat-ı fıtriyeye riayet etmek, sedd-i zerâi açısından -ki fıkha ait bir disiplindir- vacip hükmündedir.
Bu temel düşünceden hareketle her mü'min, -meşru dairede olmak şartıyla- mutlaka bir yolunu bulmalı ve mutlaka zengin olmalıdır. Gerektiğinde sermayeler birleştirilmeli, yurt dışında, yurt içinde, yatırımın geçerli ve rekabete açık olan türlerinde mutlaka yatırıma gidilmelidir. Müspet ve dinî ilimlerle yetişmiş insanlar vasıtasıyla gelecek asırları kucaklamak ve zamanı her yönüyle bizim lehimize çevirmek için ekonominin bu mevzudaki müessiriyeti unutulmamalı ve şimdilerde iktisadî güç ona sahip olan ellerden mutlaka istirdat edilmelidir. Allah (celle celâluhu), Kur'ân-ı Kerim'de yeryüzünün salih insanlara miras kılındığını haber vermektedir.[2]
O hâlde mü'minler, kendi bilgisizlikleri ve koordineli çalışmamaları sebebiyle başkalarına kaptırdıkları muvazenedeki yerlerini geri almak mecburiyetindedirler. Bu açıdan mü'minlerin yurt içinde ve yurt dışındaki servet yollarını keşfedip, zengin olmaları şarttır. Zira her şeyleriyle milletimizin devletler muvazenesinde layık olduğu yeri almasına kilitlenmiş bu insanların ticarette çalışmaları, parayı koruma korkuları -niyetlerine binaen- düşman karşısında nöbet tutmadaki korku gibi birer sevap vesilesi olabilir. Çünkü hayır yolunda, bazen kötü gibi görülen işler bile hayır olabilir.
Meselâ mü'minin içindeki şeyleri ıtrah edip namazını huzurla kılmak için def-i haceti.. dışarıya çıkınca da "Sübhanek" veya "Gufrânek" demesi.. abdestini sıhhatli almak için istibra yapması ve ezanı dikkatle dinleyip namaza konsantre olması.. evet, bunların hepsi birer ibadettir. Çünkü fukahâya göre, hayır yolunda ve o hayra vesile olacak hemen her meşru sebep bir ibadettir. Öyleyse bu ülkenin ekonomi ve eğitim açısından kalkındırılması, birlik ve beraberliğimizin temin edilmesi, Müslümanların devletler muvazenesinde o önemli yerlerini ihraz etmeleri mülâhazasıyla yapılan sınaî, iktisadî her teşebbüs bir ibadet hükmündedir.
Burada hatırlatılması gereken bir diğer mesele de meslekî kuruluşların ciddî organizasyon ile birbirleri arasında dayanışmalarıdır. Evet, her bir meslek erbabı, kendi aralarında birleşmeli, organizeli çalışmaya gitmeli ve -Allah'ın izniyle- aşılamayacak bir güç hâline gelmelidirler. Gerçi bizim hiç kimseyle rekabet etme gibi bir niyetimiz yoktur. Fakat birbirini seven ve kendi kazandığı kadar kardeşinin de kazanmasını arzu eden, aynı düşünceye sahip insanların bir araya gelmesi çok önemlidir.. ve tabiî böyle bir beraberlik başka türlü ve başka niyetlerle bir araya gelmelerden de çok farklıdır. Böyle bir farklılığın ortaya konulabilmesi için de bu türlü teşebbüslere ihtiyaç vardır. Meselâ Japonya'da olduğu gibi ülkemizde de genç, olgun ve ihtiyar işadamları bir araya gelebilir, kamplar ve seminerler tertip edip işleriyle alâkalı meseleleri derinlemesine müzakere edebilirler. Yapılacak bu müzakereler neticesinde, içte ve dışta gerçekleştirecekleri bütün ekonomik hamlelerde birbirlerine destek olabilir ve ferdî teşebbüslerin yerine kolektif şuuru hâkim kılarak onun rehberliğinde zirvelere yürüyebilirler.
- tarihinde hazırlandı.