Kârun

Kârun, Hz. Musa'nın ümmetinden olduğu halde, neden kafirler gibi helâk edildi?

Kârun'un Hz. Musa'nın kavminden olduğunu Kur'ân anlatır. Ne var ki o, âyetin ifadesiyle, kendisine verilen hazinelerin anahtarlarını güçlü, kuvvetli bir topluluğun ancak taşıyabileceği o geniş imkânlarını çalım ve böbürlenme vesilesi yapmış ve ardından da helâk olmuştu. Dahası, kendisine yapılan ısrarlı telkinlere ve şımarma, Allah şımarıkları sevmez' tembihlerine kulak asmamış; ve, 'Bu servet, bana kendi bilgim sayesinde verilmiştir.' diyerek Allah'a karşı nankörlük etmiştir.

Şimdi bu bilgiler ışığında, soruya cevap olabilecek birkaç hususu ard arda sıralamaya çalışalım;

1) Kârun öncelikle kâfir değildi. Ancak işlediği öyle büyük günahlar vardı ki, bunlardan biri bile insanı küfre götürmeye yeterdi. Üstad'ın yaklaşımıyla, 'Her bir günah içinden küfre giden bir yol vardır.' İşte bu tür günahlar, Kârun'da bir değil, belki daha çok idi ki, cimrilik, kibir, zekat vermeme bunlardan sadece birkaçıydı.

2) 'Derken Kârun, ihtişam ve debdebe ile kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını arzulayanlar, 'Keşke Kârun'a verilenin benzeri bize de verilseydi; doğrusu o çok şanslı dediler.'' âyetinin ifadelerine göre Kârun, hayatı itibarıyla büyük bir kibir, çalım, gösteriş ve debdebe içindeydi. Hâlbuki Allah Resûlü, kalbinde zerre kadar kibir bulunan insanın cennete giremeyeceğini bildirir. Yani kibir, insanın Müslüman olmasını engelleyen bir faktör olduğu gibi, önceden iman etmiş olanlar için de bir inhiraf vesilesidir.

3) Kârun'un kendisine yapılan onca ısrarlı tembih ve ikazlara rağmen, halinden, tavrından, düşüncesinden hiç mi hiç taviz vermemesi, onun sû-i akıbetini netice veren bir başka âmildir.

4) Mağrem-mağnem, yani ganimet-meşakkat münasebeti içinde, Kârun Hz. Musa gibi 'ulu'l-azm' bir peygambere ümmet olma, hatta onunla aynı zaman dilimini paylaşma şerefine nail olmuş bir insandı. Yani mânevî açıdan ona bağlı ve müntesip olmanın yanında, cibilli karabet itibarıyla da Hz. Musa'ya yakın biriydi. Bir bakıma o, peygamberlik sarayının içinde bulunuyordu.. bulunuyordu ama, bu yakınlığı değerlendirememişti. Allah da (c.c), Kur'ân'da ifade buyurduğu gibi onun cezasını hem dünyada verdi hem de âhirette katmerli olarak verecek.

Kur'ân, bahsini ettiğimiz hakikati, Hz. Peygamber (s.a.s.)'e zevce olma payesine ermiş annelerimize hatırlatır ve der ki 'Ey Peygamber hanımları! Sizden kim açık bir hayasızlık yaparsa, onun azabı iki katına çıkarılır'. Yine Mekke gibi kudsî bir mekândan insanları alıkoymaya, ibadet etmelerini engellemeye çalışanlara 'Kim orada böyle bir zulüm ile haktan sapmak isterse, ona o acı azabı tattırırız' buyurarak, bu kabil mütecavizlerin acı akıbetlerini haber verir.

İşte Kârun da, Hz. Musa gibi bir peygambere yakınlığın hakkını veremediğinden, böyle kötü bir akıbete maruz kalmıştır.. evet, 'Kurbu's-sultan, âteş-i suzân buved.'

5) Kârun'un Hz. Musa ve dini karşısındaki genel tutumu eğer cezalandırılmasaydı, başkalarına kötü örnek olma ihtimali vardı. Yani ondan cesaret alan başkaları da, tıpkı Kârun gibi Hz. Musa'nın başına bela olabilirlerdi. Kârun'un akıbeti o karakterdeki insanların akıllarını başlarına getirdi ve onun gibi olma temennisinden vazgeçtiler. Nitekim Kur'ân bunu çok açık bir şekilde anlatır: 'Daha dün onun yerinde olmak isteyenler: Demek ki Allah, rızkı, kullarından dilediğine bol bol veriyor, dilediğine de az. Şayet Allah bize lütufta bulunmuş olmasaydı, bizi de yerin dibine geçirirdi. Vay! Demek ki, inkârcılar iflah olmazmış! demeye başladılar.'

6) Kârun'un, büyük bir servet sahibi olmasını ve onun toplumda böyle bir servetle sebebiyet verdiği şeyleri basite irca etmemek gerekir. Bugün bazı modern iktisatçılar 'Yeryüzünde kapitalizmin fikir babası ve ilk kapitalist, Kârun'dur' derler. Zira Kârun, stok etmiş olduğu bu 'kenz' ile, böyle bir gelişimin en azından hazırlayıcısı olmuş, iktisadî açıdan toplumdaki sınıflar arası köprüleri yıkıvermişti. İhtimal 'Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlar yok mu, işte onlara elem verici bir azabı müjdele!' âyetinde ifade edilen, maldaki Allah hakkının verilmeyişi, bilhassa günümüzde kapitalist toplumlarda olduğu gibi, daha belirgin hale geldi. Bu ise bir toplumdaki hem iktisadî, hem de sosyal dengelerin alt-üst olması demekti. İşte Kârun, yaptığı bu 'kenz' ile böyle bir oluşuma öncülük ettigi için yerin dibine batırılma gibi ancak kâfirlere verilecek bir ceza ile cezalandırılmıştı.

7) Tirmizi, naklettiği bir hadis-i şerif ile bu meselenin farklı bir buuduna daha işaret eder: Allah Resûlü hadis-i şerifte 'Cömert Allah'a yakın, insanlara yakın, cennete yakın, cehennemden uzaktır. Cimri ise Allah'tan uzak, insanlardan uzak, cennetten uzak, cehenneme yakındır.' buyurur. Demek ki cömertlik veya cimrilik yolların ayrımında tam kavşak noktada bulunuyor. Kârun bu kavşakta cehenneme giden yolu seçmişti.

Tarihî tekerrürler açısından meseleye bakacak olursak; bu iş Kârun'la başlamamış ve Kârun'la da bitmemiştir. Mühim olan insanın kulluk şuuru ile yaşayabilmesidir. Zenginlik, makam, şöhret, ilim vb. şeyler Muhammedî yoldan çıkan insanların -Kâbe'de dahi olsa- gayyâlara gitmesine vesiledir. Akıbet çok önemlidir.. evet hüsn-ü hâtime, ahirete inanan insan için vazgeçilmez bir esastır. Öyleyse 'Bizde var olan her şey, O'ndandır' deyip, tevhid ufkunu yakalamalı, sonra o ufkun gereklerini taviz vermeden yerine getirerek, sürekli hüsn-ü hâtimeye -inşaallah- ulaşma çabası içinde bulunmalıyız.