Kudsîler ve Sohbet

"Kudsîlerin hizmetlerinde ve hayatlarında sohbetlerin önemli bir yeri vardır." sözünü izah eder misiniz?

Evvelâ, Allah'ın bizleri kudsîlerden kılmasını, sonra yaptığımız şeylerin kudsîlerin yaptığı şeylerden olmasını dileriz. Bunlar, O'nun ayrı ayrı lütfedeceği hususlardır. Evet, aczimizi, fakrımızı şefaatçi yapıp bunları O'nun engin rahmetinden talep etmeliyiz. Yani, hizmetin neticesini bekleyeceksek, ilim ve iktidarımızla değil, ihtiyacımızla bekleyeceğiz. Rabbimiz aczimize, zaafımıza merhamet buyurup bizi, göz açıp kapayıncaya kadar nefsimizle baş başa bırakmasın!.

Bilindiği gibi Seyyidina Hz. Mesih, Efendimiz'i (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve cemaatini "kudsîler" sözüyle müjdelemiştir. Kudsîler; mukaddesler, yani dünyanın isine pasına, kirine küdûretine girmemiş ve eteklerine "belva-i âmm" nev'inden dahi olsa pislik bulaşmamış ve tabiî dünya karşısında hiçbir zaman yenik düşmemiş insanlar demektir.

Bu, onların hata ve günah işlemeyecekleri şeklinde anlaşılmamalıdır. Hata ve günah Seyyidina Hz. Âdem'le beraber doğmuş ve âdeta onunla tev'em (ikiz) gibidir. İşte insanoğlu da, atasıyla beraber doğan bu hatayı tevarüs etmiş, o gün-bugün de bu beraberliği sürdürmektedir. Daha doğrusu bu, Allah'ın bir kanunudur ve onu aşmamız da mümkün değildir. Bundan dolayıdır ki Allah Resûlü: كُلُّ بَنيِ آدَمَ خَطَّاءٌ der ve bu meseleyi hatırlatır. Evet, herkes hata işler; ama önemli olan, hatanın nasıl giderilip, nasıl aşılacağı hususudur. Buna da O وَخَيْرُ اْلخَطَّائيِنَ التَّوَّابوُنَ sözüyle işaret buyurur. Yani "Hata edenlerin en hayırlısı, hata ettikten sonra hemen tevbe ile onu silmeye çalışandır."

Bu açıdan biz "mukaddes", "pak", "nezih" sözleriyle hiç gü­nah işlememişi kasdetmiyoruz; bu sözlerle biz, hayatlarını Cenâb-ı Hakk'ın rızasını tahsile vakfetmiş, adamış; düştüğünde doğrulmasını bilen, uzaklaştığında yakınlaşma yollarını araştıran ve gözlerini açıp kapayıp rıza-i ilâhîyi arzulayanları.. ve i'lâ-yı kelimetullah adına, yani Allah'ın yüce adının dört bir yanda bay­rak gibi dalgalanması uğruna lâzım gelen her şeyi yapanları ve bu yolda her fedakârlığa hazır olanları kastediyoruz.

Zaman zaman bunlar da düşebilir, bunlar da kendi çizgilerinden uzaklaşabilir, ama onları diğerlerinden ayıran özellik, istemeyerek içine düştükleri durumun içinde uzun süre kalmamalarıdır. Düşer düşmez hemen kalkıp Seyyidina Hz. Âdem gibi: رَبَّنَا ظَلَمْنَا أَنْفُسَنَ "Rabbimiz, kendimize zulmettik." (A'râf sûresi, 7/23) veya Seyyidina Hz. Yunus b. Metta gibi: لاَ إِلٰهَ إِلاَّ أَنْتَ سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ "Senden başka ilâh yoktur, Sen münezzehsin, şüphesiz ben haksızlık edenlerden oldum." (Enbiyâ sûresi, 21/87) deyip, nefsin zulmünden Cenâb-ı Hakk'a sığınmalarıdır.. evet, kudsîler, her zaman Allah'ı takdis ve tenzih eder, her şeyi netice itibarıyla O'na bağlarlar. Ve böylece her hâllerinden Cenâb-ı Hakk'ın nazar-ı merhametini kendilerine celb ve cezbetmesini bilirler. Tabir-i diğerle, acz, fakr, zaaf ve ihtiyaçlarını ortaya koyarak, bazı velilerin, "Ben senden hiçbir şey istemiyorum, hâlime bak, neye muhtaç isem onu lütfeyle!" dedikleri gibi لاَ إِلٰهَ إِلاَّ أَنْتَ سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ derler.

Kudsî, aynı zamanda, paklığa hırslı; günahtan kaçan ve günahtan kurtulduktan sonra da, yeniden ona dönmektense, ateşe girmeyi yeğleyen insan demektir. Şirki izâle ve yerine tevhidi ikame etme böyle birinin en yüce mefkûresi, en büyük gaye-i hayalidir. Onun için Seyyidina Hz. Mesih, yeryüzünü şirkten, şirkin levsiyatından temizleyecek olan ve ahir zamanın en güçlü cemaati bulunan Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) cemaatine "kudsîler" demiştir.

Kudsîlerin iki dönemi vardır. Biri, Efendimiz'le (sallallâhu aleyhi ve sellem) başlayan ve o döneme ait ani'l-merkez güçle değişik dönemlerde zirveleşen, devletler hâline gelen ve devletlerin mülk ve saltanatında âdeta hilâfetin şehbalı şeklinde kendini gösteren aslî tecellî ve küllî zuhuru; diğeri de, ahir zamanda yine Hz. Sâdık-u Masduk'un bişareti ve müjdesine binaen, son bir kere daha Müslümanların, olmaları gerektiği ölçüde var olmalarıdır.

Bu açıdan, Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ümmetinin, "kudsîler" sözcüğüyle yâd edilmesinden, ahir zamanda bu ikinci dirilişi temsil edenler de nasiplerini almaktadırlar. Birinci durum itibarıyla kudsîler, تِلْكَ أُمَّةٌ قَدْ خَلَتْ لَهَا مَا كَسَبَتْ "Onlar bir ümmetti, gelip geçti. Onların kazandıkları onlara..." (Bakara sûresi, 2/134, 141) âyetinin ifadesiyle gelmiş, vazifesini eda etmiş ve gitmişlerdir. Şimdi onlarla bizim münasebetimiz, onları hayırla yâd etmek, bizlere bıraktıkları eserleri geliştirip değerlendirmeye çalışmaktır. Bu konuda bizi daha çok alâkadar eden hususa gelince, o, bu ikinci kudsîliğin çok iyi değerlendirilmesi mevzuu olsa gerek.

Kudsîler denince akla, ahir zamanda imana ve insanlığa hizmet gibi ulvî bir mefkûreyi yeniden omuza alan ve gezdiği her yere, tıpkı Hızır'ın gezdiği yerler gibi canlılık götüren bir umumî ihya hareketinin mümessilleri gelmelidir. Şimdiye kadar çokları bu tabirleri kullandı. Meselâ, merhum Mevdudî "İslâm'da İhya Hareketleri" kitabıyla bu umumî "ba'sü ba'de'l-mevt"i anlattı, hatta Hz. Mehdi'nin hareketini de, bu ihya hareketinin önemli bir buudu olarak ifade etti.

Tabiî en büyük ihya hareketleri nebilerle temsil edilmiştir. Şu âyet meali, bu hususu tasdik ve teyit eder mahiyettedir: "Allah sizi hayata mazhar etmesi, diriltmesi, (yani bir ba'sü ba'de'l-mevte mazhar kılması) için O ve Peygamberi sizi çağırdığı zaman, o çağrıya icabet edin!" (Enfâl sûresi, 8/24) Evet çağrıya icabet edin ki, ruhta, mânâda, gönülde, vicdanda, histe, duyguda, düşüncede, mantıkta, muhakemede… hâsılı her hususta dirilesiniz. Bu açıdan denebilir ki, en çaplı ihya hareketleri peygamberlerle temsil edilmiştir ve onlardan sonra bu hareketi temsil edenler de kudsîlerdir.

Kudsîlerin hayatında en önemli hususa gelince, o da bir yerde oturarak, kalkarak, düşünerek, konuşarak, mev'ize ve sohbetlerde bulunarak bu arkadaşlığı derinleştirmektir.

Geçmiş kitaplarda Hz. Mesih'in etrafındakilere "Onun çırakları" denir. Seyyidina Hz. Musa'nın etrafındakilere de "Onun talebeleri, çırakları" ifadesi kullanılır. Hâlbuki Kur'ân-ı Kerim, Allah Resûlü'nün cemaatini ele alırken, "Ashab" sözünü, yani sohbetten gelen bir kelimeyi kullanmıştır. Zaten Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de onlara "Ashabım" demiştir.

Meseleye bu zaviyeden yaklaşılacak olursa "sohbet" çok şümullü bir kelimedir, hatta her türlü nasihat ve irşad da bu sohbet mânâsına dahildir. Diğer taraftan kudsîlerin sohbeti, yüce bir gaye ve ideal etrafında örgülenmektedir. Yani onların bir araya gelişi, sıradan bir araya geliş değildir; gayeli ve hedefli bir beraberliktir. Bu sebeple, insanların bir kahvede, bir sinemada, bir tiyatroda veya turistik bir gaye ile çıkılan yolculuklarda bir araya gelmeleri, beraber yiyip içmeleri, konuşup görüşmeleri ile, yukarıda çerçevesini belirlemeye çalıştığımız kudsîlere ait sohbet ve arkadaşlığın birbirine karıştırılmaması icap eder. Onun için de, kudsîlerin "sohbet"ini daha özel mânâda ele alıp öyle değerlendirmek gerekmektedir.

Sohbet, duygu ve düşüncelerini karşılıklı müzakere ederek bu duygu ve düşüncelerde derinleşmeyi hedef alan insanların kurdukları arkadaşlıktır. Zaten hadiste de "tezâkür" ifadesi kullanılır ki, o da bu mânâyı teyit etmektedir. Bu arkadaşlıkta her zaman bir ülkü ve ideal birliği söz konusudur ve yürekler aynı duygu ve heyecanla, hep aynı meseleler etrafında çarpmaktadır. Böyle bir beraberlikte tam bir vahdet-i ruhiye söz konusudur. Aralarında aynı heyecan yaşanmakta; başkalarının lezzetleriyle mütelezziz ve elemleriyle müteellim olunmaktadır. Durum böyle olunca, tehlike anında ayrılıp giden, zoru görünce bulunduğu yeri terk eden insanların bir araya gelişi, kesinlikle bizim tarif ettiğimiz şekilde bir arkadaşlık değildir. Ona dense dense "yığın" denir...

Bu itibarla, uzun zaman isteyen ve uzun zaman istemesi itibarıyla da ciddî bir sabrı gerektiren, peygamberâne azimle ancak aşılabilecek büyük meselelerde, her sene elli defa planı, sistemi, düzeni bozulsa "yeni baştan" deyip, ülke ve ülküsü adına beraberliğini sürdürmeyenler gerçek arkadaşlık ufkunu yakalayamazlar. Zaten her türlü mücahedede, mücadelede, kendini bulmada, özüyle bütünleşmede, ahirette ebedî saadete liyakat kazanmada, Allah'ın rızasını yakalamada ve Cennet'te bir başak hâlinde çıkabilmek için, burada sağlam bir tohum hâlinde toprağın bağrına düşüp rüşeyme yatmakta beraberlik söz konusu değilse, bu arkadaşlık ötede devam etmez ki, burada da bir kıymeti haiz bulunsun.

Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle bir husus anlatılır: Yeni bir ölüm hâdisesi vuku bulduğunda, daha önce vefat eden dost ve akrabaları onun başına toplanır ve dünyadaki dostları, yakınları hakkında ona sorular sorarlar. "Falan nasıl, filan nasıl?" diye uzayıp giden bu sorular karşısında, berzahın yeni misafiri, bazen: "O daha önce vefat etti. Size uğramadı mı?" der. Bunun üzerine diğerleri işi anlar ve üzüntülerini dile getirirken: "Bize uğramadığına göre, demek ki onu uğursuz bir yere götürdüler!.." derler.

Evet, orada, dostluğun devamı, buradaki beraberliğe bağlıdır. Pek çok âyet ve hadis bize bunun böyle olduğunu ve olacağını hatırlatmaktadır. Ezcümle: "Kişi sevdiğiyle beraberdir." mealindeki hadis-i şerif, gayet kısa, veciz ve câmi bir ifadeyle, bu hususu teyit ettiği gibi, mealini vereceğimiz şu âyet de aynı hususa parmak basmaktadır:

"Kim Allah'a ve Resûlü'ne itaat ederse, işte onlar, Allah'ın nimetlendirdiği peygamberler, sıddîkler, şehitler ve salihlerle beraberdir. Onlar da ne güzel arkadaştırlar!" (Nisâ sûresi, 4/69)

Bu açıdan bizim arkadaşlığımız enginliklere açık, zengin ve çok derinlikleri olan bir arkadaşlıktır. O aynı duygu, aynı düşünce, aynı davayı kucaklayan ve aynı şeyleri paylaşan insanların bir araya gelmeleriyle gerçekleşen, Zât-ı Ulûhiyet'i müzakere, İnsanlığın İftihar Tablosu'nu yâd etme, tevhid, tehlil, tesbih, tahmidle derinleştiren bir sohbet arkadaşlığıdır. Nasihat da bu sohbetin hayatî ve çok önemli yanlarından biridir. Ukbâ buudlu bu beraberlik öyle bir arkadaşlıktır ki, kabir bu arkadaşlığı engelleyemez, ölüm bu arkadaşlığın arasına giremez. Evet, "Birimiz şarkta, birimiz garpta, birimiz cenubta, birimiz şimâlde, birimiz dünyada, birimiz ukbâda olsak yine beraberiz." mülâhazası etrafında gerçekleştirilen bir arkadaşlığa dünyada hiçbir şey mâni olamaz.

Böyle bir arkadaşlığın engin ve zengin buudlarından biri de, uyarma ameliyesidir. Yani, arkadaşının yanlış yaptığını gördüğünde onu ikaz etmesidir. Buzda gezen adama, "Aman dikkat et! Buzda geziyorsun, kayıp düşebilirsin!" derler. Aynen öyle de, başı dönen, bakışı bulanan, kaymak üzere olan bir arkadaşına; "Aman buradaki kaymalar öteki kaymaları netice verebilir!" deyip kardeşlik ve vefanın icabını yerine getirerek, onu tutup düşmesine meydan vermeme bizim anladığımız böyle bir arkadaşlığın gereğidir. Allah Resûlü böyle bir arkadaşlığı kâmil mânâda gerçekleştirdiği için, O'nun cemaatine, "Cemaat" değil "Ashab" denmiştir. Yani o sohbet halkasına giren, O'nun sohbetindeki enginlikleri yaşayan, meselenin nasihat ve mev'ize yanından da yararlanan, zikir ve fikirle Allah'a yaklaşma yolunu bulan, arkadaşlığın ebedîlik vetiresi felsefesini, yani burada girilen bu yolun ötede de devam edeceği gerçeğini kavrayan kimselerle O'nun arasındaki münasebet bir arkadaşlık münasebetidir.

Bir de geçmiş kitaplarda bazı işaretler var. Ahir zamandaki dirilişin önemli bir yanını mev'izeler teşkil edecek diye.. evet, ahir zamanda ümmet-i Muhammed'e diriliş üfleyecek zevatın önemli unvanlarından biri de "Nâsih" unvanıdır. Bu yönüyle de nasihat buudlu, mev'ize derinlikli sohbetler çok önemlidir.

Gerçi geçmiş kitaplardaki şeyleri ayniyle kabul edemeyiz ama, mesele bizim Kitab'ımıza muhalif değilse, Allah Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) muhayyer bırakmasına dayanılarak mülâhaza dairesi açık bırakılabilir.

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.