Hayat felsefemiz
İnsanların bir kısmı düşünmeden yaşar; bir kısmı da sadece düşünür, ama düşüncelerini kat’iyen hayata geçiremez. Olması gerekli olan şeye gelince o, düşünüp yaşamak, yaşarken de yeni yeni düşünce kombinezonları meydana getirerek daha farklı tefekkür varyasyonlarına açılmaktır. Düşünmeden yaşayanlar, başkalarının hayat felsefelerinin figürleri sayılırlar. Bunlar, sürekli şablondan şablona koşar, durmadan kalıp değiştirir ve ömür boyu duygu-düşünce inhirafları, şahsiyet kaymaları, sûret-sîret meshleri içinde çırpınır durur ve hiçbir zaman kendileri olamazlar. Zaman zaman toplumun elde ettiği mazhariyetleri paylaştıkları ve yer yer bir kısım tevafuk esintilerinden –onların düşünce, şuur ve iradelerine terettüp ediyormuşçasına– yararlandıkları da olur ama, kat’iyen ruhlarını iradî meziyet ve faziletlerle rahatlatamaz, şahlandıramaz ve sonsuza yönlendiremezler. Bunlar, her zaman kısır, bereketsiz, durgun ve kokuşmaya açık birer su birikintisine benzerler. Öyle ki, hayatiyet adına bir şey ifade etmeleri şöyle dursun, zamanla çevrelerini tehdit eden birer virüs yumağı ve mikrop yuvası hâline gelmeleri kaçınılmazdır.
Bunlar, düşünceleri itibarıyla o kadar sığ, görüşleri itibarıyla da o kadar sathîdirler ki, tıpkı çocuklar gibi, görüp duydukları her şeyi taklit eder, bir o tarafta-bir bu tarafta kitlelerin arkasında sürüklenir gider ve hiçbir zaman kendilerini duymaya, kendilerini dinlemeye ve kendi değerlerini tetkik etmeye fırsat bulamazlar.. daha doğrusu kendilerinin de bir kısım değerlerinin var olduğunu asla hissedemezler. Hayatlarını cismanî ve bedenî duyguların âzât kabul etmez köleleri gibi yaşar.. elde ettikleri ve edecekleri her fırsatı cismaniyetin dar çerçevesinde değerlendirir ve Allah’ın insaniyete en büyük lütufları sayılan kalb, irade, his ve şuurlarını, bedenî hazların değersiz birer vasıtası hâline getirir ve ömürlerini bohemlik içinde geçirirler. Makam, mansıp, şöhret, menfaat ve yaşama tutkusu onların, hareket ve faaliyetlerini belirleyen en önde gelen âmillerdendir. Farkına varsınlar veya varmasınlar, her gün kendilerini bu öldürücü ağlardan birinin veya birkaçının içinde bulur, ruhlarını ölümlerin en reziliyle birkaç kere katlederler.
Böylelerinin ne geçmişleri vardır ne de gelecekleri; Ömer Hayyam gibi “Geçmiş-gelecek masal hep / Eğlenmene bak ömrünü berbat etme.” der, hayvanî hislerini takip eder, dünyayı bir çayır, bir mera gibi değerlendirir ve hep insanî duygu, insanî melekelerine rağmen yaşarlar. Daha doğrusu, sürekli bir bataklık, bir levsiyat içinde çırpınır dururlar.
Hayatı düşünerek yaşayanlar ve derecelerine göre yaşadıkları hayatın her gününü, her saatini, yepyeni düşüncelerin limanları, rıhtımları, rampaları hâline getirenlere gelince, onlar ömürlerini hep zamanüstü olmanın fevkalâdelikleri, sürprizleri, büyüleri içinde sürdürür; geçmişi mübarek bir kaynak gibi yudumlar, bir rayiha gibi ciğerlerine çeker, bir kitap gibi mütalaa eder ve geleceğe de bu donanımla yürür.. ve onu gönlünün bütün sıcaklığıyla kucaklar, ümitleriyle renklendirir, azim ve iradesiyle şekillendirir; içinde bulunduğu zaman parçasını da, yüksek ideallerini gerçekleştirmenin strateji merkezi, bu uğurda gerekli teknolojileri üretme atölyesi, nazarîden amelîye geçme köprüsü kabul eder ve hep zamanüstü, mekânüstü olmaya çalışırlar.
Evet onlar, bir yandan varlık ve zamanı böyle bir perspektifle değerlendirirken, diğer yandan da maddî, cismanî hayatın darlığından sıyrılarak duygu ve düşünce âlemlerinin enginliklerine açılır ve bu fâni, muvakkat hayat içinde ebediyet buudlu bir başka âlemin sonsuza açık yamaçlarında dolaşırlar; dolaşır, hem düşünceleri, hem hisleri, hem de ümitleriyle sürekli sonsuzu peyler, sonsuzluk duygusuyla yaşar; kalblerinin derinliklerinde oyup derinleştirdikleri ledünnî enginliklerde insan olmanın zenginliğini temâşâ eder ve gönüllerinde kurdukları ağlarla, gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, insan hayalinin tasavvur edemeyeceği türden sürprizler avlamaya çalışırlar. Öyle ki, artık onların seviyeler üstü bilgi, mârifet ve müktesebatları, onlara, daha yukarıları, yukarıların da yukarısını gösterir ve her birine birer semavî üveyik olmayı vaad eder. Böyle düşünüp böyle yaşayanlara ve hayatlarını birer düşünce meşcereliği hâline getirenlere, siz isterseniz hikmet erleri, isterseniz hidayet edalı felsefe kahramanları diyebilirsiniz.. onları nasıl tanımlarsanız tanımlayın, eski dünyalardan şimdilere uzanan çizgide, tarihi bir dantelâ incelik ve zarafeti içinde örgüleyen aydınlık insanlar, hep bu üstün ruhlar arasından çıkmıştır. Hatta dinden daha ziyade birer felsefî sisteme benzeyen Brahmanizm, Budizm, Konfüçyizm, Taoizm ve Zerdüşt sistemi dahi, bu ruh kahramanlarının insanlığa birer armağanıdır.
Geçmişin o upuzun düşünce cereyanlarının çağıltılarında, hep bu düşünce âbidelerinin besteleri duyulur. Eski Dünya, Yeni Dünya cihanın dört bir yanında, değişik dünya görüşleri, farklı hayat tarzları; evrensel medeniyet havuzları ve kültür zenginlikleri her zaman bu kahramanların tefekkür harmanlarının ürünü olagelmiştir. Onca tağyir, tahrif ve özlerinden uzaklaştırılmış olmalarına rağmen, dünya nüfusunun büyük bir bölümünün –bugünkü hayat biçimiyle telif edilmese bile– hâlâ o eski ruh, mânâ ve muhtevanın peşinde olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.. referansı kahraman temsilcileri, tahrife, tağyire uğramamış olanı bulacakları âna kadar da bu hüsnüzan ve hüsnütevil hatasının devam etmesini tabiî karşılamak icap edecek zannediyorum...
Bu itibarla da, bugün bize düşen şey, kendi mânâ kökleriyle sımsıkı irtibatlı olarak yenilenmeye hazırlanırken, kendine yine kendi ruhundan aşı yapmasını bilen, yani dünkü güftelerimizi hiçbir şeye takılmadan bugün de yorumlayıp seslendirecek ve bize her zaman ayrı bir televvünle gönüllerimizin heyecanlarını duyurabilecek bu kahramanları yetiştirmek düşüyor. Aslında, onları yetiştireceğimiz güne kadar, iş bilmeyen yabancı çırakların elinde harap olup gideceğimiz de kaçınılmazdır. Tabiî bu arada, topyekün insanlık da, vicdanıyla arayıp aklıyla bir türlü bulamadığı ezelî ve evrensel değerlerin yerini hep, kendi kadim ustûreleriyle doldurmaya çalışacak ve tatminsizlikten bunalıma, bunalımdan yeni yeni tahriplere sürüklenip gidecektir.
Bizim, birkaç asırdan beri, millî kültürümüzün mânâ köklerini teşkil eden İslâmî dinamiklere dayalı bir düşünce sistemimizin, bir hayat felsefemizin olmayışı, bize bağlı koca bir dünya ile beraber sürüm sürüm olmamızı netice vermiştir. Aristo düşüncesinde havuzlaşan Yunan felsefe sisteminin mütercimleri sayılan Kindîlerin, Fârâbîlerin, İbn Rüşdlerin ve bir mânâda İbn Sinaların düşünce ve felsefî sistemlerini, kökleri semalara dayanan, ezel kadar eski ve her çağı kucaklayacak kadar da yenilerden yeni bizim hikmetler manzumesi düşünce sistemimizden ve hayat felsefemizden ayırmak icap eder. Bizim fikir sistemimizde, lâhût, ceberût, melekût ve nâsût inişli, menşei belli ve aydınlık, yaratılış gerçeğine dayalı yorum söz konusudur. Böyle bir yorum ve tefsir kendi esprisiyle kavranabildiği takdirde, bugün de, kendi düşünce sistemimizi ortaya koymamız mümkün olacaktır ki bu aynı zamanda, dünya çapında en ciddî yenilenmelere vesile teşkil edecek ve çok zengin yollar açacaktır.
Fatih cennet-mekân döneminden bugüne kadar, böyle bir düşünce sistemi adına pek çok teşebbüste bulunulmuştur ama, bu teşebbüsler hiçbir zaman beklenen hedefe ulaşmamıştır. Bu mülâhaza, bazı yönleri itibarıyla tartışmaya açık olsa da, genel olarak böyledir. Hocazâdelerden Molla Zeyreklere, Mustafa Reşit Paşalardan Meşrûtiyet mimarlarına, ondan yeni dönemin düşünce işçilerine kadar samimî-gayri samimî pek çok kimse, mâşerî vicdandaki böyle bir arayış ve bekleyişe cevap bulmaya çalışmıştır ama; kimileri İbn Rüşd-İmam Gazzâlî Tehâfütleri’ne takılıp kalmış, kimileri Fransız İhtilal-i Kebir’i ve Auguste Comte anaforlarında boğulup gitmiş, kimileri de Durkheim’in hezeyanlarıyla oyalanıp durmuş.. ve hep hareket hâlinde olunmuş ama, ya içinde yaşanılan çağ hiç hesaba katılmamış ya sadece fantezilerin arkasından gidilmiş ya da heva ve heves hüda sayılarak şaşkın şaşkın bin yıllık millî değerler târumâr edilmiştir... Bari şimdilerde olsun bütün bu olumsuzlukları aşabilseydik! Heyhât! O mevzuda da bütünüyle olumlu düşündüğümüz kat’iyen söylenemez. Bütün bu olumsuzlukları aşmayı ve kendi kaynaklarımızdan beslenen bir düşünce sistemi, bir millî felsefe geliştirmeyi ne kadar arzu ederdim!..
Hemen şunu da ifade etmeliyim ki, varlığı duyuş, seziş ve yorumlayış açıları farklı olduğundan, eğer, her şeyi üzerine bina edeceğimiz böyle sağlam bir düşünce blokajı ve böyle bir felsefî sistemimiz olmazsa, görüşlerimiz sürekli birbiriyle çelişir ve “tearuzların-tesakutların” ağında birbirimizi yer ve bitiririz. Evet, bugünümüz gibi, yarınlarımızın da bize aidiyeti mutlaka böyle bir usûl ve sistem sayesinde ve bütün nesillerin paylaşabileceği bir üslûp örfânesiyle gerçekleştirilmelidir. Şayet duygu, düşünce ve hayat tarzımızda böyle bir vahdet olmazsa, bugün de yarın da millî birlik ve beraberlikten bahsetmemiz hamasî bir temenniden ibaret kalacaktır. Zira herhangi bir sistemde, millî mantık, millî düşünce, millî muhakeme ve ruh vâridâtı çok önemlidir. Bir düşünce sistemi ancak milletin kendi aklından, kendi vicdanından ve kendi his âleminden kaynaklandığı ölçüde, o milletin his birliği, mantık birliği, muhakeme birliği ve beraberce yaşama sühûleti tahakkuk edebilir.. aksine, duyguların, düşüncelerin, yorumların ve üslûpların birbirleriyle çarpıştığı, muhakemelerin birbiriyle çeliştiği bir ortamda çok hareket olsa da kat’iyen bereket olamaz; bereket olmak bir yana, bu türlü durumlarda her zaman bütün bütün yok olup gitmek söz konusudur. Evet, böylesine anlayış ve yorum kargaşalarının yaşandığı bir toplumda, her hamle, tıpkı birbiriyle çarpışan deniz dalgalarında olduğu gibi, sürekli kırılır ve kendi atalet havuzuna boşalarak bir fasit daire içinde döner durur. Deniz dalgalarının birbirini tesirsiz hâle getirmelerinde, gizli bir kısım hikmetler bulunabilir; ama, bir toplum içindeki bu kabîl müsademelerde sadece kokuşma, çözülme ve kendi kendini tüketme vardır. Öyle ki, böyle bir toplumda, âdeta herkes birbirinin kurdu ve her düşünce de bir ölüm projesi gibidir ki, böyle bir dünyaya gökten sürekli rahmet yağsa da, heyet-i içtimaiye her zaman bir güve tehdidi altında sayılır. Ve yine böyle bir toplumda her zaman tarihî değerler delik deşik olmaya maruz ve mukaddesler de târumâr edilmekle yüz yüzedir.. evet, böyle yığınlar içinde ne yaşlılarda vefa ne de gençlerde civanmertlik söz konusudur. İstikbali omuzlarında bayraklaştıracaklarını beklediğimiz dinamik güçler, bir yandan bayrağa küfredip geçmişe söverken, diğer yandan da geleceği, rezaletlerini icra edecekleri bir çılgınlık arenası sanır; buna karşılık, kendilerini ürperten bir umursamazlığa salmış yaşlılar ve aydınlar ise âdeta, bu levsiyat düşüncesinin teşvikçisi gibi davranırlar. İfadeleri, yazıları-çizileri ve medyadaki programlarıyla ruhlardaki bohemliği coşturur ve basiretlere sürekli kezzap dökerler.
Böyle bir dönemde artık, ilim yuvaları ruhlarda ilim aşkı, ilim düşüncesi uyaramaz. Kuvveti temsil edenler, belli ideolojilerin piyonları hâline gelir ve kendi kendilerini yerler.. mantık, muhakeme ve ilhamlar, remizlerin, işaretlerin dar koridorlarında yürümeye mahkûm edilir.. ve tabiî, böylesine tersliklerin boy atıp geliştiği, düşüncenin yerini heveslerin, hevaîliklerin aldığı bir toplumda artık, hayatın kendisi kendisine azap demektir.
Oysaki varlık, varlık ötesi ve varlık öncesi âlemlerle alâkalı bizim düşünce sistemimiz ve hayat felsefemiz, bütün eşya ve eşya ötesini bir küll hâlinde ele alıp değerlendirdiği gibi, umumî yaşama tarzımızı da bir bitevîlik içinde belirleyecek enginliktedir. İşte böyle bir sistemledir ki, toplum ve onun cüz’î fertleri, ahlâkî olmayı seyyal hâle getirerek yeryüzünde beklenen evrensel adaleti gerçekleştirebilir ve insanlığın beklentilerine cevap verebilir.. ve bu sayede cemiyet, ruh, ahlâk, fazilet ve tefekkürle beslenmek suretiyle kendi olarak yenilenebilecek bir güce ulaşır; derken medeniyet düşüncemiz, kültür zenginliklerimiz dünyanın her yanında aranan birer mergûb metâ hâline gelir.. ve artık birer veren el olarak, topyekün dünyaya sunmak istediğimiz insanlık mefkûremizi, ahlâk felsefemizi, fazilet anlayışımızı ve adalet telakkimizi daha rahat sunabiliriz. Ve yine böyle bir konum ve seviye sayesindedir ki, devletin bütün kuvvet kaynakları gibi, idarî dinamikleri, içtimaî ve iktisadî esasları da, milletin kendi ruhundan fışkıracak ve bu sayede toplum her türlü “bağımlılık”tan kurtulacaktır. Şimdiye kadar, açık olmasa da, bir kısım zaaflarımız veya medyûniyetlerimizden ötürü, boynumuzda bir tasma gibi taşıdığımız zımnî “bağımlılık” idarî sistemimiz gibi, iktisadî, siyasî ve adlî sistemimizi atâlete uğratmış ve felç etmiştir. Bizden evvel, Anadolu’yu dünyanın en mamur ülkelerinden biri hâline getiren altın soyumuz, kendi idarî ve siyasî sistemlerini, adlî teşkilatlarını kendi ruh malzemeleriyle örgülemiş veya inşa etmişlerdi. Kendi mihenk ve kendi kriterlerine vurmadan, hiçbir düşünce, hiçbir sistem ve hiçbir telakkinin, milletin “harem dairesi” sayılan bu müesseselere girmesine müsaade etmemişlerdi.. müsaade etmek şöyle dursun, koskoca bir cihanla yaka-paça olduktan sonra muvakkat bir yenilgiyle mecruh fakat ümitli, sarsılmış ama imanlı, bir kenara çekilirken dahi, ciddî bir tehâlükle kendi hayat orijinlerini korumaya çalışmış, hep tarih şuuru etrafında kümelenmiş, varlıklarını onlara borçlu bulundukları dinamikleri –hadisin ifadesiyle– damak ve dişleri arasında sımsıkı tutmuşlardı.. ve başları dimdik, dünya-ukbâ telakkileri yerli yerinde ve yepyeni bir dirilişe doğru soluk soluğa idiler...
Şafakları şafakların takip ettiği şu günlerde, şayet, bir kere daha kendi hikmet ufkumuz açısından, içinde yaşadığımız dünyayı iyi değerlendirebilir, eşya ve hâdiseleri iyi yorumlayabilir ve insanımızın iç yapısının temel malzemelerini iyi belirleyebilir ve sonsuza kadar var olma mefkûresine bağlanabilirsek, her zaman onlar gibi, hatta onların da önünde olabiliriz. Aslında, dünü-bugünü-yarını birden perspektife alıp değerlendirebilen, içinde yaşadığı toplumun örflerini, âdetlerini, tarihî dinamiklerini korumaya alan ve tarihî tekerrürler devr-i dâimini kendini yenileme istikametinde çok iyi yorumlayabilen basiretli nesiller, niye her zaman önde olmasınlar ki?.
Bir kere daha hatırlatmada yarar var; bugün bize düşen biricik sorumluluk, millette tarih şuurunu geliştirerek, asırlar ve asırlar boyu çekilen çilelerin, benimsenen inanışların, kökleşen kültürlerin kendi derinlikleri ölçüsündeki tesirlerini nesillerin vicdanlarına duyurmaktır. Bunu yapabilirsek, artık bir iki nesil sonra, bu topraklarda yaşayıp da, bizim ruh ve mânâ dinamiklerimizin dışında, milletin değişik müesseseleri için herhangi bir yabancı kaynak aramayı kimse düşünmeyecektir.
Evet biz, yarınki hayatımızın bütün unsurlarını maziden getirmiş bulunuyoruz. Onları dinin nuru ve ilmin ışığıyla kendi kültür potamızda yoğurabilirsek, kendi ebediyetimizin macununu hazırlamış olacağız.
Yeni Ümit, Ocak-Mart 1997, Sayı 35
- tarihinde hazırlandı.