Baş Döndüren Teslimiyet
Bir ağacın altında istirahat etmektedir. Tam o esnada Gavres isminde bir kâfir, O'nun uykusundan istifade ederek, dala asılı kılıcını alır ve âdeta gırtlağına dayar. Müstehzî bir eda ile de: "Şimdi seni benim elimden kim kurtaracak?" der. Buna karşılık Allah Resûlü, hiçbir panik emaresi göstermez. Çünkü O'nun, Allah'a (celle celâluhu) itimadı tamdır. Kendinden emin bir şekilde "Allah" diye bağırır. O'nun bu gürleyişi âdeta kâfirin ödünü koparmıştır; kılıcı elinden düşer ve olduğu yerde kalakalır. Bu sefer de kılıcı Allah Resûlü eline alır ve sorar: "Ya şimdi seni kim kurtaracak?" Adam, sıtmalı gibi titremeye başlar. O esnada, Allah Resûlü'nün sesini duyanlar da oraya gelmişlerdir. Gördükleri manzara, onları da hayrete sevkeder. Daha sonra, olup bitenleri öğrenince, Allah'a karşı iman ve itimatları bir kat daha artar; Gavres de orada gördüğü güvenle "el-Emîn"e güven sözü verir ve oradan ayrılır.[1]
Batılı meşhur mütefekkir Bernard Shaw diyor ki: "Hz. Muhammed çeşitli yönleriyle insanın başını döndürecek üstünlükleri olan bir insandır. Bu sır insanı tam mânâsıyla anlamak mümkün değildir. Bilhassa O'nun anlaşılamayacak üstünlükte bir yanı vardır ki, o da Allah'a olan güven ve itimadıdır." Shaw doğru söylüyordu…
O, Allah'a öyle bir itimat ve teslimiyet içindeydi ki, O'nu bildiğimiz kıstaslarla, ne ölçmemiz ne de değerlendirmemiz mümkün değildir. Ve, O'nun Allah indindeki yeri, değeri, nazı da Allah'a güveni ve itimadı ölçüsündedir. Yerinde O'nun isteme, dileme ve iltimasıyla geceler gündüze döner, zulmetler nur olur, kömür elmasa inkılâp eder ve dilencilere sultanlık mülkü bağışlanır. Bu münasebetle Hasan Basrî Hazretlerine müsnet bir hâdiseyi nakletmek istiyorum. Efendimiz'le irtibatlı olmanın ehemmiyeti açısından, bence oldukça mühim bir hâdise sayılır. Vak'anın, hadis kriterleri açısından tenkidi yapılabilir ama; benzeri vak'alar o kadar çoktur ki, adiyattan sayılabilir ve naklinde hiçbir mahzur yoktur. Hâdise şudur:
Basralı bir genç, yaşlı babasıyla hacca niyetlenir. Mekke'ye giderken yolda babası vefat eder.. eder ama adam, meshe uğramış ve şeklen sevimsiz bir mahluka benzemiştir. Bu durum zavallı gence o kadar dokunur ki, şaşkına döner ve ne yapacağını bilemez: Şimdi, kimi çağırıp da bu cenazeyi ona gösterecek ve yardım isteyecektir! Bu dertle kıvranırken, aniden üzerine bir ağırlık çöker.. ve uyku ile uyanıklık arası bir hâlde iken çadır kapısının açıldığını ve güneş yüzlü birisinin içeriye girdiğini görür. Bu gökçek yüzlü zat, babasının cenazesi başında durur, eliyle onun bütün vücudunu sıvazlar, derken, elinin değdiği her yer eski hâline döner ve babasının cenazesi pırıl pırıl nuranî bir insan hâline gelir. Genç, hayret içinde ve kendinden geçmiştir. Gelen zat, tam çadırdan çıkacağı sırada genç ileriye atılır: "Allah aşkına söyle, sen kimsin?" der. "Sen beni tanımadın mı? Ben Muhammed'im." Bunu duyan genç, sevinçten uçacak hâle gelir. "Yâ Resûlallah, bu olanlar nedir? Niçin babamın şekli değişmişti?" Allah Resûlü: "O, devamlı içki içiyordu. Mesholmasının sebebi buydu." der. Genç: "Teşrifinizin sebebi?" diye sorunca da, Allah Resûlü şu cevabı verir: "Çünkü senin baban, ne zaman benim adım anılsa, bana salavat getirirdi..."
İşte, bu adamın bu kadarcık irtibatı, karşılıksız kalmıyor ve Allah Resûlü, en muhtaç olduğu bir anda onu şefaatle kucaklıyor. Öldüğünü haber alınca ruhaniyeti, Allah'ın izniyle hemen orada hazır oluyor.
Allah Resûlü, insanlar arasında en çok güvenilecek ve kendisine itimat edilecek bir şahsiyettir. Ümmeti de aynı itimada lâyık olmalıdır. Onun içindir ki, bir âyette şöyle buyrulur:
إِنَّ اللّٰهَ يَأْمُرُكُمْ أَنْ تُؤَدُّوا اْلأَمَانَاتِ إِلَى أَهْلِهَا وَإِذَا حَكَمْتُمْ بَيْنَ النَّاسِ أَنْ تَحْكُمُوا بِالْعَدْلِ إِنَّ اللّٰهَ نِعِمَّا يَعِظُكُمْ بِهِ إِنَّ اللّٰهَ كَانَ سَمِيعاً بَصِيراً
"Gerçekten Allah size, emanetleri ehil olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne kadar güzel öğütler veriyor! Şüphesiz Allah, her şeyi işitici ve her şeyi görücüdür."[2]
Bu âyetin nüzul sebebini tefsir kitapları şöyle anlatıyor: "Mekke fethedilince Efendimiz, Kâbe'nin anahtarlarını, henüz yakın zamanda Müslüman olan Osman b. Talha'dan alıp, Kâbe'yi bizzat kendisi açtı. Derken, Hz. Abbas gelip anahtarları talep etti. İhtimal, Osman b. Talha o emanete daha lâyıktı ve aynı zamanda anahtarların ona verilmesi onun gönlünü İslâm'a daha çok ısındıracaktı. Ve öyle de oldu. Evet, bu âyet nazil olunca Kâbe'nin anahtarları tekrar Osman b. Talha'ya verildi.[3] Ancak âyetteki hüküm umumîdir. Zira, Allah Resûlü, emanetin ortadan kalkmasını, kıyamet alâmeti olarak saymakta ve şöyle buyurmaktadır: "Emanet zayi olduğunda kıyameti bekleyin!" Sahabe sorar: "Yâ Resûlallah! Emanet nasıl zayi olur?" Cevap verir: "İş, ehli olmayana verildiği zaman!"[4]
Evet, emanet çok önemlidir. İşi ehline vermek, bir emanettir, bu da, dünya nizamını ayakta tutacak en mühim âmillerden biridir. Emanetin zayi olması, umumî dengenin ve nizamın ortadan kalkmasıyla aynı mânâya gelir. Böyle bir dünyanın ise, varlığı ile yokluğu müsavidir. Başka bir hadislerinde bu hususla alâkalı Allah Resûlü şöyle buyurur:
كُلُّكُمْ رَاعٍ وَكُلُّكُمْ مَسْؤُولٌ عَنْ رَعِيَّتِهِ. اَلْإِمَامُ رَاعٍ وَمَسْؤُولٌ عَنْ رَعِيَّتِهِ. وَالرَّجُلُ رَاعٍ فِي أَهْلِهِ وَهُوَ مَسْؤُولٌ عَنْ رَعِيَّتِهِ، وَالْمَرْأَةُ رَاعِيَّةٌ فِي بَيْتِ زَوْجِهَا وَمَسْؤُولَةٌ عَنْ رَعِيَّتِهَا. وَالْخَادِمُ رَاعٍ فِي مَالِ سَيِّدِهِ وَمَسْؤُولٌ عَنْ رَعِيَّتِهِ وَكُلُّكُمْ رَاعٍ وَمَسْؤُولٌ عَنْ رَعِيَّتِهِ
"Her birerleriniz râî (çoban) ve hepiniz elinizin altındakilerden sorumlusunuz: Devlet reisi bir râî, elinin altındakilerden sorumludur. Her fert, ehl ü ıyâlinin râîsidir ve raiyyetinden mesuldür. Kadın, beyinin hanesinin râîsi ve gözetiminde olan şeylerden sorumludur. Hizmetçi, efendisinin malının râîsi ve elinin altındakilerden mesuldür. Her birerleriniz râî ve her birerleriniz raiyyetinden sorumludur."[5]
Bu geniş perspektifle anlatılmak istenen şudur ki, burada herkes birbirine emanettir. Varlık, bütünüyle Allah'a emanettir. Kur'ân evvelâ Cibril'e, sonra da Hz. Muhammed Aleyhisselâm'a emanettir. Kur'ân hakikatleri ve Hz. Muhammed Aleyhisselâm'ın dava-yı nübüvveti, ümmete emanettir. Ardından da yine bütün ümmet Allah'a (celle celâluhu) emanettir.
Hayatı meydana getiren ve toplum hayatına hayat olan bütün unsurlar, birbiri içine girmiş daireler gibidir. Bunlardan birinde meydana gelecek en küçük bir arıza, katlanarak diğer dairelere de sirayet edecektir. Zannediyorum bunda kimsenin şüphesi yoktur. Fert plânında bir arıza var ve bu arıza derhal giderilmiyorsa, kısa bir zaman sonra onun tedavi edilmez bir kangrene dönüşeceğinden şüphe edilmemelidir. Öyle ise her daire, kendi uhdesine aldığı emaneti hakkıyla yerine getirmelidir ki, muhtemel bütün arızaların önü alınabilmiş olsun.
İşte hadis-i şerifte de bu irtibata ve bu bütünlüğe işaret edilmektedir. Bu işaret çerçevesinde, kapıcıdan devlet reisine kadar, milleti meydana getiren bütün fertler, emanet mevzuunda kendi sorumluluklarının şuurunda olurlarsa, insanlık ütopyalarda aradığını bu "emîn"ler topluluğunda bulacaktır.
Emanetin bu her şey sayılan ehemmiyetindendir ki, Allah Resûlü şöyle buyurur: لاَ إِيمَانَ لِمَنْ لاَ أَمَانَةَ لَهُ "Emaneti olmayanın imanı da yoktur."[6] Elinin altında bulunan emanete riayet etmeyen ve emanetin hakkını görüp gözetmeyen kimsenin imanı da tam ve kâmil değildir.
Yani, bir cihetten imanla emanet, birbirine sebep ve netice gibidirler: Emanete riayet etmeyen bir insan, kâmil mü'min sayılamayacağı gibi, kâmil mü'minlerin dışında da sağlam bir emanet düşüncesi bulmak zordur. Evet, eğer insan kâmil bir mü'min ise o, emanette de emin olacaktır; eğer emanette emin olamıyorsa, imanı da kâmil değil demektir.
Başka bir hadislerinde Allah Resûlü, mü'minin tarifini yaparken şöyle buyururlar: اَلْمُؤْمِنُ مَنْ أَمِنَهُ النَّاسُ عَلَى دِمَائِهِمْ وَأَمْوَالِهِمْ "Hakikî mü'min odur ki, insanlar malları ve canları hususunda ona karşı emniyet içindedirler."[7]
Efendimiz'in sıdkını anlatırken arz ettiğim bir hadisi –meal olarak– mevzumuzla alâkalı gördüğüm için tekrar etmek istiyorum. Allah Resûlü mealen şöyle buyururlar: "Siz bana altı meselede söz verin; ben de size Cennet'i tekeffül edeyim:"[8]
1."Konuşurken dosdoğru konuşun!" Evet, davranış ve beyanlarınız dosdoğru olsun.. ve sizler bu mevzuda âdeta birer oka benzeyin!
2."Vaadettiğinizi yerine getirin!" Zaten bunun aksi münafıklık alâmetidir ki, yukarıda bir nebze bahsedilmişti.
3."Emanette emin olun!" Bir yerde emin bilindiğinizden dolayı size bir şey emanet edilmişse, sakın sizi böyle zannedeni, zannında yalancı çıkarmayın! Hatta, onların hüsnüzanlarını ahirette dahi yalan çıkarmamaya bakın!
4."İffetli olun!" Irz ve namusunuzu koruyun; başkalarının ırz ve namusunu aynen kendi namusunuz gibi muhafaza edin! (Bu bahsi ileride iffet bahsini işlerken tafsilatıyla ele alacağız).
5."Gözlerinizi harama karşı kapayın!" Size ait olmayan şeylere bakmayın ve istifadesine mezun olmadığınız şeylere göz dikmeyin!
Harama bakmak, kalbi ifsat eder. Bir kudsî hadiste şöyle buyrulur: إِنَّ النَّظْرَةُ سَهْمٌ مِنْ سِهَامِ إبْلِيسَ مَسْمُومٌ، مَنْ تَرَكَهَا مَخَافَتِي أَبْدَلْتُهُ إِيمَاناً يَجِدْ حَلاَوَتَهُ فِي قَلْبِهِ "Harama bakmak şeytanın zehirli oklarından bir oktur. (Sizin irade yayınızdan çıkar ve kalbinize saplanır. Veya şeytana ait bu yay, sizin irade elinizdedir). Kim Bana saygısından dolayı o bakışı terk ederse, onun kalbine öyle bir iman salarım ki, onun zevkini bütün kalbinde hisseder."[9]
6."Elinizi başkalarına zarar vermekten uzak tutun!" Hiç kimseye ve hiçbir şekilde kötülük yapmayın!
İşte, bir bakıma emniyet insanı olmanın şartları sayılan bu maddelere riayet eden bir insan, emin olarak yaşar, ahiretini de bu şekilde emniyet ve garanti altına almış olur. Zaten bu mevzuda, Allah Resûlü'ne söz verene, O da Cennet sözü vermektedir.
Evet, yeryüzünün güven içinde devamı, emin insanların söz sahibi olmalarına bağlıdır. Eğer topyekün İslâm âlemi, kendine tevdi edilen emanete sahip çıkar, yeryüzünde emniyet ve güvenin temsilcisi hâline gelebilirse, dünya da yeniden muvazene ve dengeye kavuşacaktır. Yoksa şu anda, sadece Türkiye'nin değil, bütün dünyanın hâli yürekler acısıdır. Bu tabloyu Âkif, şu mısralarla ne güzel dile getirir:
Hayâ sıyrılmış, inmiş: Öyle yüzsüzlük ki her yerde...
Ne çirkin yüzler örtermiş meğer o incecik perde!
Vefa yok, ahde hürmet hiç, emanet lafz-ı bî-medlûl;
Yalan rayiç, hıyanet mültezem her yerde, hak meçhûl.
Ne tüyler ürperir, yâ Rab, ne korkunç inkılâb olmuş!
Ne din kalmış, ne iman.. din harâb, iman türâb olmuş!
[1] Buhârî, cihad 84; megâzî 31; Müslim, fezâil 13; Hâkim, el-Müstedrek, 3/29.
[2] Nisâ sûresi, 4/58.
[3] İbn Kesîr, Tefsiru'l-Kur'âni'l-azim, 1/516-517.
[4] Buhârî, ilim 2; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/361.
[5] Buhârî, cuma 11; vesâyâ 9; Müslim, imâre 20.
[6] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/135; Taberânî, el-Mu'cemü'l-Kebîr, 8/195; Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, 4/97.
[7] Tirmizî, iman 12; Nesâî, iman 8.
[8] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 5/323; Taberânî, el-Mu'cemu'l-kebîr, 8/262; el-Mu'cemu'l-evsat, 3/77; Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, 6/288.
[9] Taberânî, el-Mu'cemü'l-Kebîr, 10/173.
- tarihinde hazırlandı.