Efendimiz'in İnsanları Eğitmesi ve Umumî Mânâda Terbiyeciliği

Efendimiz'in umumî mânâda terbiyeciliğine geçmeden evvel, mevzua ışık tutacak şu âyeti kısaca tahlil etmeye çalışalım. Zira, Allah Resûlü'nün içinde bulunduğu şartları ve hangi seviyedeki insanları alıp terbiye potasında erittiğini bilmeden, O'nun terbiye edicilikte ulaştığı zirveyi tam olarak anlamak mümkün değildir:

هُوَ الَّذِي بَعَثَ فِي اْلأُمِّيِّينَ رَسُولاً مِنْهُمْ يَتْلُو عَلَيْهِمْ آيَاتِهِ وَيُزَكِّيهِمْ وَيُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَإِنْ كَانُوا مِنْ قَبْلُ لَفِي ضَلاَلٍ مُبِينٍ

"(O Allah) ümmîler arasından, kendilerine, âyetlerini okuyan, onları arıtan, onlara kitabı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderendir. Oysa onlar, önceden, açık bir sapıklık içinde idiler."[1]

Âyette geçen bazı kelimeler çok dikkat çekicidir:

هُوَ الَّذِي Âyete bir gaib zamiriyle başlanıyor. Çünkü, o günün insanları, Allah'ı bilmiyor ve tanımıyorlardı. Allah onlara karşı gaybubet içindeydi. Onlar cahil, bedevi ve vahşiydiler. Onların sinelerinde Allah (celle celâluhu), "O" olarak dahi mütecellî değildi. Onlar O'nu, üçüncü bir şahıs (O) ve üçüncü bir zât olarak bile bilmiyorlardı. Evvelâ onların gaybubetlerine yani mahiyetlerinin zulmanîliğiyle Allah'tan fersah fersah uzak bulunduklarına, muhatap ve mütekellim de olamadıklarına dikkat çekiyor.

Sonra "Ümmîler" diyor. Onlar ümmîdirler: Kitap nedir, ilim nedir, bilmezler. Allah'ı tanımazlar ve peygamberden de habersizdirler. Ümmî bir cemaat, öyle çetin bir cemaattir ki, hiçbir hayır beklenmeyen o çetin cemaate, o en müthiş iradeliyi, en büyük ruhluyu, en muhteşem kalbliyi göndererek, hiçbir zatî değerleri olmayan o cemâdât gibi yığınlardan insanlığı idare edecek dâhiler çıkarmıştır. İkinci olarak Allah (celle celâluhu), kitaba, kaleme, kıraate her şeyden daha fazla önem verdiği hâlde, onlar Allah'ın ehemmiyet verdiği şeylerden çok uzak bulunmaktadırlar.

مِنْهُمْ Onlardan bir elçi, yani onların içinden çıkmıştır. Allah Resûlü'nün onlardan olması, sadece, kitaba ve kıraate açık olmaması itibarıyladır. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), cahiliye insanından değildi. Ama, kitabet ve kıraate kapalı bulunması bakımından da onlardan biriydi. Böyle de olmalıydı; zira O'nun muallimi Allah (celle celâluhu) olacaktı. O'nu rahle-i tedrisi önüne alacak, O hiçbir şey bilmeyen ve talim-terbiye görmemiş nebisini, onlardan ayıracak, yetiştirecek ve ümmî ümeme muallim yapacaktı.

يَتْلُو عَلَيْهِمْ آيَاتِهِ وَيُزَكِّيهِمْ O, onlara âyât-ı beyyinâtı, ceste ceste okuyup şerh ediyor ve onları terbiye ederek ruhanîleştiriyor ve insanî kemalâta tevcih ile insan yapmak istiyordu.. evet bir taraftan kitabı talim, diğer taraftan da terbiye ile onları hep arş-ı kemalât-ı insaniyete yönlendiriyordu.

وَإِنْ كَانُوا مِنْ قَبْلُ لَفِي ضَلاَلٍ مُبِينٍ Onlar, her ne kadar Allah Resûlü gelmeden evvel dalâlet, cehalet ve sapıklık içinde yüzseler de Allah (celle celâluhu) onları, tezkiye ve terbiye edecek ve onları yetiştirecekti ve yetiştiriyordu da.. evet bütün bunları ümmî bir nebinin eliyle yapıyordu.

Kitabın taliminden maksat Kur'ân'dır. Bu kitap, dün bir cemaati kucaklayıp insanlığı yükselttiği gibi gelecekte, geleceğin aydınlık nesillerini, a'lâ-yı illiyyîn-i kemalâta ulaştıracaktır. Günümüzde orijinal zannedilen bütün düşünceler, yalancı mumlar gibi bir bir sönüp gidecek ve güneşlerin kol gezdiği iklimlerde, bütün güneşlere: "Gurub etmeyin, ben varım!" demeye namzet tek kitap o olacaktır. Âfâk-ı âlemde sadece onun bayrağı dalgalanacak ve bütün nesiller, boyunlarındaki esaret zincirlerini kırarak ona koşacaklardır. Koşma emareleri belirdi bile... İşte Rus İmparatorluğu, işte Çin! On sene evvel buralarda olanları duysaydınız hayal zannederdiniz. Bakın şimdi korkunç istibdatlar nasıl yıkılıyor! İmparatorluklar nasıl peşi peşine devriliyor.. ve her şeye rağmen Kur'ân nasıl, tıpkı küllerin altındaki bir kor gibi ortaya çıkıyor... Ve koskocaman bir tevhid dünyası yeniden diriliyor. Bunca istibdat, zulüm, tegallüp ve tasalluta rağmen İslâmî ruh bütün tazeliğiyle dünyanın dört bir yanında kendini hissettiriyor ve gönüllerde alâka uyarıyor.

Evet, diğer bir mânâsı da, bu kitabın aydınlık ikliminde, peygamber, onların nefislerini maâliyâta yöneltsin; insanları insanlığa yükseltsin, insanı insanî terbiye ile insan-ı kâmil olma yollarına tevcih etsin ve kendisinin bizzat yükselip yaptığı miracı, onlara da ruhen yapabilme yollarını gösterip, herkese, kalb ve ruhunun derinliklerine miraç yaptırtsın diye Allah (celle celâluhu), şanı yüce Nebisine Kitab'ı talim etmiştir. Velev ki O'nun ümmeti daha önce, sapıklık içinde yüzen insanlar olsa bile! Allah diledikten sonra kömürü elmas; taşı-toprağı altın yapabilir.. yapmış ve bu kömür ruhlu insanları pırıl pırıl birer elmas hâline getirmiştir.

Evet, ondan meydana gelen o "Ak Çağın Altın Nesli" bugün, bütün parlaklığıyla hâlâ gözleri kamaştırmaktadır. Evet, bu icraatı yapan Allah'tır; bunu sarraf ve cevherci olan Hz. Muhammed'in eliyle yapmıştır. Bu itibarla, denebilir ki, beşeri, insanlığa ve insanî kemalâta yükselten, insanî kemalâtın zirvesini tutmuş olan Hz. Muhammed Mustafa'dır (sallallâhu aleyhi ve sellem).

O'ndan sonra insanlık vilâyet kanatlarıyla, tasfiye kanatlarıyla, tezkiye kanatlarıyla, birr u takva kanatlarıyla ve Allah'a en yakınlık mânâsına kurbet kanatlarıyla yükseldikleri her yerde Hz. Muhammed Mustafa'nın (sallallâhu aleyhi ve sellem) bayrağının dalgalandığını görmüşlerdir. Adımlarını nereye attılarsa, daha önce Hz. Muhammed'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) oradan, daha evvel gelip geçmiş olduğunu görmüş ve "Bârekallah"larla O'na temenna durmuşlardır. Bundan sonra da duracaklardır.

Allah Resûlü'nün terbiyesini, sadece nefislerin tezkiyesi şeklinde anlamak yanlıştır. O âlemşümul bir terbiye sistemi ile gelmiş ve bütün kalbleri, bütün ruhları, bütün akılları, bütün nefisleri gaye-i hayallerine yükseltecek bir mesaj sunmuştur. Evet, Kur'ân'ın âlemşümul hakikatleri de işte bunu ifade etmektedir. O, insanların akıllarına sahip çıkacak, aklı kamçılayacak ve onu akıl adına, vahiy buudlu akılla en son noktaya vardıracak.. sonra ruhları yakalayacak ve onların terbiyesini kendine meslek edinenlerin çok önünde onları maâliyâta tevcih edecek ve kalbi, müştak olduğu âlemlerde, o âlemlerin yemyeşil Cennet gibi yamaçlarında gezdirecek.. keza, insan hissiyat ve letâifini ele alacak, onları üveyikler gibi kanatlandıracak.. hayalin topalladığı yerlerde, onları his ve letâifleriyle dolaştıracak.. ve ruhen, kalben, hissen yükselttiği talebelerine, aynı zamanda, iktisadî, içtimaî, idarî, askerî, siyasî ve ilmî bütün müesseselerin kapılarını ardına kadar açacak ve bu dünyaya davet ettiği talebelerini en mükemmel idareciler, en seçkin iktisatçılar, en başarılı siyasetçiler ve en ekmel askerî dâhiler olarak yetiştirecek mesajlarla gelmiştir.

Evet, Allah Resûlü, âlemşümul bir dava ile geldi ve âdeta bir yönüyle iktisat, bir yönüyle maliye, bir yönüyle idare, bir yönüyle talim ve terbiye, bir yönüyle adliye, bir yönüyle de devletler, milletler hukuku dersi verdi.

Hâsılı O, getirdiği mesajla, mikro plânda bugünkü gelişmişliği bütünüyle kucaklıyordu. Evet, bugün, O'nun esas olarak ele aldığı ve insanlığa sunduğu şu geniş terbiye anlayışının bir yanında hafif bir eksiklik olsaydı, O'nun geliş gayesi tam mânâsıyla tahakkuk etmeyecekti. Oysaki O, size mealen şöyle diyor:

"Şimdiye kadar gelen bütün peygamberlerin her birisi, bu muhteşem binanın bir tarafını yaptı. Ama onun bir yanında ikmal edilmesi gerekli olan bir gedik vardı. Her gelip uğrayan, 'Acaba bu bina ne zaman tamamlanacak?' diyordu. Buyururlar ki: 'İşte onu tamamlayan benim. Artık benimle o binanın eksik yanı kalmamıştır.' "[2]

Kur'ân-ı Kerim, bu mevzuda Efendimiz'i teyit sadedinde: اَلْيَوْمَ أَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ "Bugün size dininizi tamamladım."[3] der. Yani, şimdiye kadar gelen bütün enbiyâ, evliyâ, asfiyâ "Bu bina ne zaman tamamlanacak?" diyorlardı. İşte seni tamamlayıcı olarak gönderdim ve seni mükemmil kıldım, o binayı sen ikmâl edeceksin. Ben, bu dinden hoşnut olduğum gibi, onu herkesin de hoşnut olacağı esaslarla bezedim...

Evet, Allah Resûlü, eksikleri tamamlamak için gelmişti. O'ndan sonra, O'nun sunduğu mesaj ve getirdiği esaslarda eksik arayanlar, kendi kafalarındaki eksiklikleri ve kendi ruhlarındaki boşlukları arasalar daha iyi yaparlar. O bir tamamlayıcı, kemale erdirici ve ıslahatçıydı. Bütün eğri büğrü şeyleri ıslah, eksik kalmış şeyleri itmam ve o güne kadar tamamlanamamış şeyleri de ikmal edecekti ve etti de.

Bir terbiyecinin büyüklüğünü şu hususlarda görürüz:

1. Ruh, Nefis ve Aklı Yüceltmesi

İnsanların ruh, nefis ve akıllarını, ruh, nefis ve akıl adına yükselebilecek en son noktaya ulaştırması ki; Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) tarihin şehadetiyle kendi talebelerine ve müntesiplerine -Allah'ın inayetiyle- bunu yapmıştır. Evet, onları, aklın, ruhun ve nefsin ulaşabileceği en son noktaya kadar götürmüş ve orada gezdirmiştir.

Kur'ân-ı Kerim'de nefs-i emmareden bahsedilir. O nefis ki, insanı, boynuna vurduğu gemle istediği yerde dolaştırır ve sürekli baskı altında tutar.. tutar da, o duygu ve düşüncesiyle bir ruh insanı olabilecekken bir beden ve cisim insanı hâline gelir. Seyyidina Hz. Yusuf (aleyhisselâm), işte bu nefs-i emmarenin şerrinden Allah'a sığınmış ve إِنَّ النَّفْسَ لَأَمَّارَةٌ بِالسُّوءِ إِلاَّ مَا رَحِمَ رَبِّي "Mutlaka nefis şiddetle fenalığı emreder. Allah kime merhamet ederse ancak o kurtulur."[4] demişti. Nefis zatında emmaredir. Ancak, onun Lut Gölü kadar çukur olan bu durumdan kurtulup merhale merhale zirvelere doğru yükselmesi de mümkündür. İşte Kur'ân, nefsi bu durumlarıyla ele alır ve şöyle der:

يَا أَيَّتُهَا النَّفْسُ الْمُطْمَئِنَّةُ * ارْجِعِي إِلَى رَبِّكِ رَاضِيَةً مَرْضِيَّةً

"Ey mutmainne olmuş nefis! Sen Rabbinden, O da senden razı olarak dön Rabbine!."[5] Ayrıca, nefsin "emmare" olmaktan çıkıp kendini sorgulayan bir nefis hâline gelmesine de Kur'ân işaret eder. Hatta, bu durumu bir derece kabul ettiği için nefs-i levvame'ye yemin de eder:

وَلاَ أُقْسِمُ بِالنَّفْسِ اللَّوَّامَةِ "Kendini kınayan nefse yemin ederim."[6]

Bir de nefs-i sâfiye vardır. O mukarrabîne has bir sıfattır.. ve bu sıfat erbabı o kadar saf ve berraktırlar ki, onlara bakan âdeta Allah'ı görür ve Allah'ı müşâhede eder. Hz. Muhammed Mustafa'nın nefsi işte böyle bir nefistir. Ve O, müstaid birçok kabiliyeti de, kendi dereceleri çerçevesinde ve istidatlarının müsaadesi ölçüsünde, nefs-i sâfiye hâline getirmiştir.

Evet, Allah Resûlü, nefsi, terbiye ve tezkiye etmek suretiyle ona ulaşabileceği en yüksek hedefleri gösterdi ve -Rabbinin inayetiyle de- oraya yükseltti. Bu O'nun terbiyecilikte dahi eşi menendi olmadığını gösterir. Akla ve nefse, varabilecekleri en son noktayı gösterme mevzuunda, Hz. Muhammed Aleyhisselâm'ın güzide asrına baktığımız zaman görürüz ki, o Zât, getirdiği mesaj itibarıyla terbiye adına da hiçbir boşluk bırakmamış.

2. Davasının Cihanşümul Olması

Terbiyecinin mükemmeliyeti, onun davasının genişliği ve müntesiplerinin kemmî ve keyfî buudlarıyla ölçülür. Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem), daha hayatta iken, O'nun yetiştirdiği mübarek muallim ve mürşitler, Merakeş'ten ta Öküz Nehri'ne kadar çok geniş bir sahada hakkı neşretmeye namzet bulunuyorlardı. Düşünün ki, o gün bu geniş sahada, biricik mübelliğ, muallim, mürebbi Hz. Muhammed Mustafa'ydı (sallallâhu aleyhi ve sellem).

Bu birbirinden farklı ve Babil Kulesi gibi muhtelif kavimlerden meydana gelmiş cemaatler, O'nun getirdiği ilâhî sistem ile bütün dertlerine derman buluyor.. ve İranlı-Turanlı, Çinli-Maçinli gibi, ayrı ayrı mizaçta, ayrı ayrı meşrepte ve ayrı ayrı kültürle yetişen insanlar, O'na koşuyor ve O'nu, bütün getirdikleriyle tereddüt etmeden kabulleniyorlardı. Demek O'nun getirdiği terbiye esasları, bütün beşerin dertlerine derman olabilecek mahiyette ve evrenseldi. Öyleyse Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem), gelmiş geçmiş terbiyecilerin en müessiri ve müessiriyeti de en geçerli olanıydı. Ayrıca biz, her terbiyecinin büyüklüğünü, getirdiği terbiye esaslarının kalıcılığında ararız. Şimdi bakın, aradan bu kadar zaman geçmiş olmasına rağmen, Hz. Muhammed'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) terbiyesi ile terbiye olanlar, hâlâ pek çoğu itibarıyla melekleri gıpta ettirecek seviyededir.. ve O'nun koyduğu terbiye esasları, bugün dahi öyle bir nesil yetiştirmeye yeterlidir.

Şimdi bir kere düşünelim: Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) o alabildiğine vahşi, bedevi, vahşetleri de canavarların vahşetini unutturacak kadar ileride olan bir cemaat içinde zuhur ediyor. Bu en vahşi, en bedevi, en korkunç ve en canavar cemaatten, asırlar ve asırlar boyu insanlığı idare edebilecek melek-misal insanlar yetiştiriyor. Demek ki, O'nun sunduğu mesaj, bir hamlede, bir nefhada insanlığı kurtarmaya yetecek bir mesajdı. Ben şahsen bâtılı tasvir etmek istemem. Ancak, Allah Resûlü'nün zuhur ettiği devrede, cemiyetin ahlâken sukutunu gösteren birkaç kesit sunmadan geçemeyeceğim:

O, öyle bir cemaat içinde zuhur etmişti ki, vahşet onların tabiatlarıyla bütünleşmiş ve iç içeydi: İçki içer, kumar oynar, açıktan açığa zina eder ve bunların hiçbirini de ayıp saymazlardı. Fuhuş âdeta resmî hâle gelmişti. Bu iş için hususî evler vardı ve bu evlerin kapısında bayrak dalgalanırdı.[7] Rezalet, insanı insanlığından utandıracak seviyedeydi. Ve, yazmaktan hicap duyduğum daha neler neler... Ayrıca bu insanlar bir bardak suda kızıl kıyamet koparacak karakterdeydiler. Bunları birbirine ısındırmak, imtizaç ettirmek, bir araya getirmek âdeta imkânsızdı. Âkif'in ifadesiyle: "Dişşiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi!" Tefrika derdi ise bütün Arap Yarımadası'nı sarmış, onulmaz gibi görünen bir hastalıktı.

Evet, aklınıza kötülük adına ne gelirse hepsi orada vardı. Ve bunların Hz. Muhammed Mustafa'yı (sallallâhu aleyhi ve sellem) dinlemeleri kat'iyen mümkün görünmüyordu. Ama O, onların o fena huy ve fena hasletlerini birer birer söktü aldı ve âdeta Kafdağı'nın arkasına attı. Sonra da onları, en âli ahlâk ve en muhteşem meziyetlerle öyle bir donattı ki, en kısa zamanda bütün medenî dünyanın önüne geçti, hatta onun muallimliğini derpiş ettiler.

Evet O, vahşi ve bedevi bir cemaatten, asrımızda dahi topuklarına ulaşılamayan medenî bir millet inşa etti. O'nun için, çok haklı olarak Moliere mealen şöyle der:

"Hz. Muhammed'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) cemaati kadar ıslah edilme adına müsait olmayan ikinci bir cemaat göstermek mümkün değildir ve yine mümkün olmayan bir başka mesele de; yirmi üç sene gibi kısa bir zamanda, bu cemaati ıslah edip insan hâline getirmektir. Bu da ancak Hz. Muhammed'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) müyesser olmuştur."

Ve yine bir başka Batılı şöyle der: "Beşer, kendisi için mukadder yükselmenin yüzde 25'ini, var olduğu günden, Hz. Muhammed'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) devrine kadar katedebilmiştir. O'nun devrinde ise bu rakam birden dikey olarak yükselmiş ve yüzde 50 olmuştur. O günden bugüne gösterilen bütün gayretler ise, ancak bu seviyeyi yüzde 75'lere ulaştırabilmiştir."

Bu samimî itirafa göre, Hz. Âdem'den, Allah Resûlü'ne kadar gelen bütün peygamber ve filozofların, bütün büyük devlet ve ilim adamlarının müşterek gayretlerinin semeresi, Allah Resûlü'nün 23 senelik devrede elde ettiği neticeye ya ulaşmış veya ulaşamamış! Yani bunca teknik gelişmelere rağmen, geçen 14 asırda insanlık, ancak O'nun elde ettiği yüzde 25'lik neticeyi yakalayabilmiştir. Kalan yüzde 25 ise eğer dünyanın ömrü varsa bundan sonra elde edilecektir.

İşte Hz. Muhammed budur! Ve işte O'nun beşeriyete hizmeti bu denli sağlam ve salim vicdanlara açıktır. Britanya Ansiklopedisi de, bu mevzu ile alâkalı şöyle diyor: "Beşer tarihinde çok büyük ıslahatçılar gelmiştir. Bunların arasında nebiler de vardır. Ve bunlar, bir kısım başarılar da ortaya koymuşlardır. Ancak bunların hiçbirinde Hz. Muhammed'in sergilediği başarıyı görmemiz mümkün değildir."

Yine bunlar arasında insaflı bir araştırmacı sayılan Vehil de şöyle diyor: "Her büyük insan arkada bir iz bırakmıştır. Nebinin bir izi, ıslahatçının bir izi, müceddidin bir izi ve büyük devlet adamlarının da birer izi vardır. Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) de bir iz bırakmıştır. Öyleki, "iz" dendiği zaman akla gelecek sadece O'dur. Ve başkalarıyla kıyas edilemeyecek ölçüdedir."

Bu zat aynı zamanda ilim adına ödül almış bir insandır. Dost itiraf eder, düşman itiraf eder; bilmem ki bizdeki bir kısım nâdânlar ne eder...

Allah (celle celâluhu) Kendini bize يُخْرِجُ الْحَيَّ مِنَ الْمَيِّتِ sıfatıyla anlatır. Yani "Allah O Allah'tır ki câmid ve cansız şeylerden hayattar şeyleri çıkarır. (Taşa, toprağa hayatiyet bahşeder ve âdeta O kömürde elmas cilveleri gösterir.)"[8]

Allah (celle celâluhu) bu muhteşem, bu müthiş ve bu baş döndürücü sıfatıyla, sanki Hz. Muhammed'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) teselli vermektedir... O vahşi çölde, o Ceziretü'l-Arap'ta, o bedevi insanlar içinde, Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) âdeta eline taşı, toprağı, kömürü, bakırı almış ve onlardan som altın Ebû Bekirler, Ömerler, Osmanlar, Aliler, Halidler, Ukbe b. Nâfi'ler, Tarık b. Ziyadlar çıkarmıştır. (Allah ebedlere kadar hepsinden razı olsun.)

Efendimiz, peygamberlikle o muhitte zuhur edeceği ve muasırları, bu büyük ve muhteşem peygamberle tanışacağı âna kadar, elbette onların da aklî, kalbî, ruhî, vicdanî kuvveleri, güç ve istidatları vardı. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) asla bu kuvveleri alıp güdükleştirmedi. Belki onları işlettirdi ve o müthiş kuvvelerin yerine çok daha müthiş güçler ve kuvvetler ikame etti. Bir büyük mütefekkirin dediği gibi, buna en güzel misal: "İslâm'dan evvel Ömer, İslâm'dan sonra Ömer!" İslâm'dan evvel Ömer, okkalı, azametli olmaya açık ve büyüklük yolunda bir insandı. Çocukluk döneminde, şununla-bununla yarışması, takışması, hatta, develerin boynunu büküp altına alması, onda ne türlü nüvelerin bulunduğunu göstermesi bakımından önemlidir. İslâm'dan sonraki Ömer ise karıncaya basmayan, çekirgeyi öldürmeyen ince ruhlu ve hassas bir insandır. Şefkat ve hassasiyeti o kadar geniş ve şümullüdür ki: "Fırat'tan geçerken bir koyun suya düşse ve boğulsa, Allah onun hesabını Ömer'den sorar." der.[9]

İşte Ömer (radıyallâhu anh) ve onun gibiler, Allah Resûlü'nden aldıkları terbiye ile bu seviyede beşerüstü insanlar hâline gelmişlerdi. Evet, Allah Resûlü, vahşi, bedevi ve âdetlerinde mutaassıp o cemaatten -ki bu âdetler onların dem ve damarlarına karışmış durumdaydı- böyle insanlar çıkarıyordu.

Şimdi, küçük bir misalle mevzuu biraz daha açalım: Sigara gibi küçük bir âdeti, bütün devlet imkânlarıyla ortadan kaldırmaya çalışıyor fakat kaldıramıyoruz. Bırakın kaldırmayı, sigara tüketiminin şu hızlı artışını dahi normal bir seviyeye indiremiyoruz. Bu sadece bizde değil, bütün dünyada böyle. Oysaki her gün, sigara aleyhinde konuşmalar yapılıyor, sempozyumlar tertip ediliyor, konferanslar veriliyor. İlim ve tıp dünyası ittifakla onun, gırtlak, yemek borusu, ağız içi ve damak kanserlerine sebep olduğunu söylüyor.. ve istatistikler bu oranın yüzde 95'e vardığını ifade ediyor ama, bütün bu gayretler, hemen hemen hiç kimseyi bu kötü alışkanlıktan vazgeçiremiyor.

Hâlbuki o devrin insanının, sigara gibi binlerce âdeti hem de dem ve damarlarına işlemişçesine onların tabiatlarıyla bütünleşmişken Allah Resûlü, bir hamlede, bir nefhada bütün bu âdetleri kökünden söküp atıverdi ve onların yerini de en güzel ahlâk ve en güzel hasletlerle donatıverdi. Hem de gökteki meleklerin gıpta ile seyredeceği şekilde donatıverdi. Öyleki, onları görenler: "Aman Allahım! Bunlar melek değil ama; melekten de ileri varlıklar." diyorlardı. Bir de, sırattan geçerken, onların nuru, Cehennem'i söndürecek şekilde her yanı sarınca, bütün melekler hayretten donup kalarak: "Bu geçenler acaba nebi mi, melek mi?" diyeceklerdir. Hâlbuki onlar ne melektir ne de nebidir. Sadece Hz. Muhammed Mustafa'nın (sallallâhu aleyhi ve sellem) ümmetidir. Ve O'nun terbiyesinde yetişmişlerdir.

Abdullah b. Mesud (radıyallâhu anh) Ukbe b. Ebî Muayt'ın koyunlarını güden bir insandı.[10] Allah Resûlü, onu da tedris halkasına aldı ve bu koyun güden insandan öyle bir mürşid çıkardı ki, denebilir ki Kûfe Mektebi, bu şanlı sahabinin eseridir. Düşünün ki, Alkameler, Nehaîler, Hammadlar, Sevrîler, Ebû Hanifeler hep bu mektebin talebeleridirler. Her biri kendi sahasında zirve olan bu büyükler, büyük ölçüde ilimlerini İbn Mesud kaynağından almışlardır. İbn Mesud ise, aslında bir deve çobanıydı. (Ruhlarımız o deve çobanına feda olsun!) Ve işte Allah Resûlü bir deve çobanından böyle dâhiler yetiştiriyordu.

Öteden beri Batı ilim âlemini meşgul eden birkaç büyük İslâm âlimi vardır ki, her biri koca koca mücelletlere mevzu olmuşlardır. Bunlardan biri de, hukuk sahasındaki şöhretiyle İmam-ı Azam Ebû Hanife'dir. Bir büyük idrake göre, Solon ve Hammurabi ona ancak çırak olabilirler... Ebû Hanife ise bu baş döndürücü büyüklüğü ile, Allah Resûlü'nün talebelerinden, deve çobanı İbn Mesud'un talebesinin talebesinin talebesidir. -Estağfirullah! Ebû Hanife'yi küçük gösteriyorum zannedilmesin. Sözlerimiz, Üstadlar Üstadı'nın büyüklüğünü ifade sadedinde sâdır olmuştur- Evet, Hz. Muhammed'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) terbiye ve yetiştirmesi sayesindedir ki hiçbir şey olmayan bu insanlardan her şey olan insanlar zuhur etmiştir. Ölüden diri çıkarılmış ve kömürden elmas elde edilmiştir.

Yine o terbiye sayesindedir ki, Berberî bir köle, Herkül burcunu aşmış, adını değiştirmiş.. ve deniz aşırı dünyalara, o güne kadar duyup bilmedikleri şeyler anlatmış ve onların idraklerini aşan harikulâde şeyler sergilemiştir. Batı, Müslümanlarla tanışacağı âna kadar, hayatı istihkar, şehadet arzusu, ölüm iştiyakı gibi şeyleri bilmezdi. Onun için de, o gün, Tarık'ın Endülüs'e geçişini, geçtikten sonra gemilerini yaktırışını, 5 bin kişilik bir keşif birliğiyle, 90 bin kişilik İspanya ordusuyla yaka-paça olmasını.. ve en karamsar durumlarda dahi fütursuzluğunu anlayamamış ve şaşkına dönmüşlerdi. İsterseniz siz dönmeyin! O, kendinden 20 kat daha fazla düşman karşısında, askerlerini toplamış ve onlara şöyle seslenmişti:

"Askerlerim! Önünüzde derya gibi bir düşman, arkanızda düşman gibi bir derya var. Ya kaçacak, arkadan vurulacak ve zelîlâne öleceksiniz veya savaşarak muzaffer olacak ve Allah'a kavuşacaksınız."

Tarihçi bize diyor ki: "Birkaç saat gibi kısa bir zaman içinde, Tarık ve ordusu düşman yığınlarının altından vurup üstünden çıkmıştı..."

Ve Tarık, Toleytola'da kralın hazinelerinin bulunduğu saraydaydı. Şimdi şu dünkü kölenin bugünkü hâline bakın... Bakın da, İslâm'ın ruhlara üflediği mânânın derinliğini görmeye çalışın! Kralın hazinelerinin üstüne ayağını koymuş, ve kendi kendine şöyle diyor:

"Tarık! Dün boynu tasmalı bir köle idin; Allah seni hürriyete kavuşturdu. Sonra bir kumandan oldun! Bugün, Endülüs'ü fethetmiş ve kralın sarayında bulunuyorsun. Unutma! Yarın da Allah'ın huzurunda olacaksın!"

Aman Allahım! Bu ne müthiş, bu ne derin bir anlayıştır? Aslında ayak takımından böyle zirveye ulaşanlarda aşağılık duygusu olur.. çalım satar, böbürlenir, durmadan kendini insanlara anlatmak ister. (Sık sık millete musallat olanlarda bunu hem de bütün utandırıcılığıyla görüyoruz!)

Bu nasıl bir terbiyedir ki, hissetle mâlemâl olması beklenen bir köle, fevkalâde izzetli, onurlu ve bir muhasebe, murâkabe insanı olabiliyor!

Ve yine O'nun terbiyesi altında yetişenlerden Ukbe b. Nâfi, bir baştan bir başa Afrika'yı fethedip Atlas Okyanusu'na dayanınca, atı dizlerine kadar deniz içinde, yüzü semalarda ve duygularıyla ötelerin ötesinde Cenâb-ı Hakk'a karşı hislerini şöyle dile getiriyor: "Allahım, şu zulmet denizi karşıma çıkmasaydı, Senin aydınlık kaynağı ismini âfâk-ı âlemde gezdirecek ve denizler ötesi öbür dünyalara da götürecektim!"[11]

Abdülhak Hamid bu sözü alır der ki: "Bilmiyorum Ukbe b. Nâfi'nin bu sözü mü, yoksa semalarda duyulan ruhanîlerin sesi mi daha yüksekti?"[12]

Benim tevilim içinde, melekler de böyle bir arzuya dilbeste idi ve bunun için kıvranıp duruyorlardı. Ama Ukbe, bir başka Ukbe idi.. ve Ukbe, Hz. Muhammed Mustafa'nın (sallallâhu aleyhi ve sellem) rahle-i tedrisinde ders görmüş, O'nun terbiye ettiklerinden bir çıraktı...

O, insanları aklî, kalbî, ruhî, vicdanî bütün kuvveler ile ele almış.. bu duygulardan hiçbirini güdükleştirmemiş, aksine onları kamçılamış.. ve en kötü tiynetli, en kötü tabiatlı insanlardan, en muhteşem tabiata sahip insanlar çıkarmıştı. Yönlendirdiği bunca istidat ve kabiliyetlerde, bu kadar isabet kaydetmesi de ancak, O'nun peygamberliğiyle izah edilebilirdi; zira O'nun icraatında hiçbir falso görülmemiştir.

[1] Cuma sûresi, 62/2.
[2] Buhârî, menâkıb 18; Müslim, fedâil 20-23.
[3] Mâide sûresi, 5/3.
[4] Yusuf sûresi, 12/53.
[5] Fecir sûresi, 89/27-28.
[6] Kıyâme sûresi, 75/2.
[7] Buhârî, nikâh 36; Ebû Dâvûd, talak 33.
[8] En'âm sûresi, 6/95.
[9] Ebû Nuaym, Hilyetü'l-evliyâ, 1/53.
[10] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/379; İbn Sa'd, et-Tabakâtü'l-kübrâ, 3/150.
[11] İbn Esîr, el-Kâmîl fi't-tarih, 3/451.
[12] Abdülhak Hamid Tarhan, Tarık (Endülüs'ün Fethi), s. 3.