Fetanet Açısından Efendimiz'in Vasıfları: Kerem ve Tevazuu

Mevzua girmeden önce küçük bir hatırlatma yapmak istiyorum. "Allah Resûlü'nün muhteşem fetaneti" ana başlığı üzerinde duruyorduk. Söz buraya gelmişken bir kere daha tekrar edelim: Fetanet; karşısında aklın dilinin tutulduğu, iflas ettiği vahiy buudlu peygamber mantığı demektir.

Bütün mantıklar bir yerde takılıp kalabilir.. ilimler belli bir noktayı aşamayabilir.. ancak, yukarıdaki tarif içinde peygamber mantığı ve fetanetidir ki, üveyik gibi kanatlanır ve aşılmaz gibi görünen zirveleri aşar. Bu durum da O'nun peygamberliğine ayrı bir delildir.

Zaten anlatmaya çalıştığımız hususların hemen hepsinde O'nun peygamberliğini yakalamaya çalışıyoruz. O'ndaki sabrı görüp de O'nun resûlullah olduğunu tasdik etmemek mümkün değildir. O sabrın çehresinde "Muhammedün Resûlullah" hakikati yazılıdır.. ve bütün insaf dünyası da bu yazıyı okumaktadır. Mehâliki böyle göğüsleyen, belâlara karşı bu anlayışla göğüs geren, olsa olsa Allah'ın Resûlü olabilir.

O'nu rahmetiyle takip ettiğimiz zaman yine karşımıza güneş gibi aynı hakikatin nurefşân çehresi çıkar. Zira Allah Resûlü, sonsuz denecek kadar şefkate açık bir insandır.. ve yağmur yüklü bulutlardan, rahmet yönüyle daha yüklü, daha vâridatlıdır. Sözün özü, O, başka değil, ancak "rahmeten li'l-âlemîn"dir.

O'nun rahmeti sadece insanlığa da münhasır kalmamıştır. Belki bütün kâinat bu rahmetten istifade etmiştir ve etmektedir. Kıyamete kadar da edecektir. Evet, biz de, vicdanında âdeta yavrularını kaybetmiş bir güvercin heyecanı duyan bu engin rahmet sahibine dönüp dönüp baktık ve O'nun çehresinde, O'nun risaletini görmeye, göstermeye çalıştık.

En son olarak da O'nun hilmini arz etmeye çalışmış ve onu, rahmetinin bir buudu olarak hatırlatmıştık. Ancak bunların hepsi O'nun fetanetinin birer buududur. Fetanet bu ayrı ayrı buudlarıyla ele alınırsa anlaşılmış olur.

Keremden Bir Kesit

Rahmetin, dolayısıyla fetanetin ayrı bir buudu da, Allah Resûlü'nün keremidir. Şimdi de bu hususu biraz açalım:

Kerem; iyilikseverlik ve ikram etme hasleti demektir. Araplarda kerem, çok mergup bir sıfattır. Hatta cahiliye şiirini kurcaladığınız zaman, o devir Arab'ının şu hususlarla övündüğünü görürsünüz: Biz, misafirlerimize, şu kadar koyun, şu kadar sığır, şu kadar deve boğazlayıp ikram ettik. Evet, misafire gösterilen cömertçe ikram, onların birer övünç vesilesiydi ki, bu hususta kabile ve oymaklar âdeta birbirleriyle yarışırlardı. Tabiî bunlar yaptıkları her şeyi bencillik hesabına yapıyorlardı.

İşte, cömertlik ve keremin böyle revaçta olduğu bir zamanda, onlar arasında kerimlerden kerim bir Zât zuhur etti. O'nun keremini görünce herkesin dili tutuldu. Bu kerim Zât, yaptığını sadece Allah için yapıyor, birisine dünyayı bağışlasa ondan tek kelime dahi bahsetmiyordu. Hatta, şiirlerinde O'nun cömertliğini anlatan mısralara yer veren şairlerin bu ifadelerini dahi hiç mi hiç kabullenmiyor ve onların sözlerini, "Ekremü'l-Ekremîn" olan Allah'a izafe ve havale ediyordu.

O bir mir'ât-ı mücellâ idi ki, Cenâb-ı Hakk'ın "Kerîm" ismi O'nda tecellî ile kendini gösteriyordu. O, her mevzuda olduğu gibi bu mevzuda da Cenâb-ı Hakk'ın en zirvede bir halifesiydi.. ve yeryüzünde O'ndan daha kerim bir ikinci insan gösterilemezdi.

Hz. Muhammed Aleyhisselâm, keremin; kerem ise Cennet'in yoludur. Kur'ân'ın, "şuhh" dediği cimrilik ise, insanı Cehennem'e götüren bir yoldur. İki Cihan Serveri'ni uzaktan görenler dahi, O'nu vasıflarından hemen tanır ve "Bu O'dur." derlerdi. Asrın büyük mütefekkiri, O'na "Yâver-i Ekrem" der. O, insanlık, dolayısıyla da Cennet yolunun biricik rehberidir. O'na sorulmadan Cennet'e gidilemez. O hesaba katılmazsa bütün hesaplar alt üst olur. Hz. Muhammed Aleyhisselâm, bütün beşerî hesapları karıştıran bir hesap tuzağı ve karışık hesapları çözen bir hesapküşâdır. Biz O'na, Yaratan'ın bir unvanını alıp Ekremü'l-Ekremîn diyoruz. Zira O, keremiyle beşerî normları aşmış bir insandır.. ve keremde Rabbinin biricik çırağıdır.

O, daha önce bahsi geçen vasıflarıyla giremediği gönüllere keremiyle girmiştir. Âdeta rahmeti, bir bulut gibi buharlaşmış, yükselmiş, çiy noktasına ulaşmış; sonra da kerem hâlinde kâinatın bağrına yağmıştır. Yağmış ve bütün katılıkları yumuşatmış, her yerde rüşeymlerin, filizlerin boy atıp gelişmesine zemin hazırlamıştır. Yani, hilmi ile ruhları fethetmiş, keremi ile de gelip bu ruhlara taht kurmuştur. Bu ikisini beraber mütalâa etmezseniz, O'nun önemli bir yanını anlayamazsınız.

O isteseydi dünyanın en zengin insanı olurdu. Zaten daha nübüvvetini ilan ettiği ilk günlerde Kureyş O'na, davasından vazgeçmesi şartıyla böyle bir teklifte bulunmamış mıydı? Daha sonra da, bütün Müslümanların Allah yolunda verecekleri şeyler hep O'nun elinden geçiyordu. Hükümdarlardan gelen hediyelerin haddi-hesabı yoktu. Fakat O, şahsı adına bunlardan hiçbirine sahip olmayı düşünmedi.. hatta aklının köşesinden dahi geçirmedi.

O, kendisini daima bir yolcu telakki ediyor ve yakın bir gelecekte göç edeceği mülâhazasıyla yaşıyordu. O'na göre uzun bir yolculuk esnasında, gölgelenmek için muvvakkaten altında dinlenilen bir ağaçtı dünya...

Öyleyse O, bu uzun yolculukta, gerçekten ehemmiyet verilmesi gereken hususlarla kalbini meşgul etmeliydi. Bir de, O'nun insanlığa giden yolları insanlara öğretmesi gerekiyordu. Kaldığı kadar bu ağacın altında kalacak, daha sonra da yoluna devam edecekti. Gaye ve hedef ulvîydi. Allah'a ulaşmak O'nun en birinci gayesiydi.. ve insanları aynı hedefe ulaştırabilme vazifesi... İşte O, bunun için yanıp tutuşuyordu. Böyle bir durumda olan insan için dünya malının ne ehemmiyeti olabilirdi ki? Elbette ki hiç.. hiç ise gönül bağlamaya değmezdi...

O, kendi ferdî hayatı için fakirliği seçmişti. Bu, herkesin de fakir olmasını istemesi demek değildir. Ancak hiç kimsenin, midesinin altında ezilip kalmasını da hoş görmüyordu. Zaten O büyük insanın sayesinde Müslümanlar, çok kısa zamanda dünyanın en zengin milleti hâline gelmişlerdi. Kendi aralarında, sadaka ve zekât kabul edecek insan bulamıyorlardı. Evet, kişi başına düşen gelir dağılımı o kadar yüksekti. Ama onların içinde öyle zahidler de bulunuyordu ki, evinde bir günlük yiyeceği var ise, getirilen yeni bir şey ne kadar da cazip olsa onu kabul etmiyordu. Bu bir diğergâmlık, bir ruh yüceliği meselesidir.. yaşatma aşkıdır.. yaşama zevkini terk etme idealidir. Bu his ve duygularla dolup taşamamış insanların bunları anlamaları da mümkün değildir.

Bir iftar sofrasında, Hz. Ebû Bekir'e bir bardak soğuk su ikram edilir. Suyu dudağına götürünce, hıçkırıkları boğazında düğümlenir. Yanındakiler ne olduğunu sorarlar. Cevap verir:

"Bir gün Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile beraberdik, eliyle bir şeyleri itiyor gibiydi. Sebebini sordum, buyurdular ki: "Dünya, bütün debdebesiyle karşımda temessül etti, bana kendini kabul ettirmek istedi; ben de ona 'Benden uzak dur!' dedim. O da: 'Sen kurtulsan da senden sonrakiler benim elimden kurtulamayacaklar.' dedi." İşte bu bir bardak su ile dünya bana kendini kabul ettirdi endişesiyle ağladım."[1]

Hâlbuki Hz. Ebû Bekir gayet sade ve fakirane bir hayat yaşıyordu. Vereceği hesap gayet hafifti. Halife iken uzun zaman başkalarının koyunlarını sağarak ailesinin nafakasını temin etmeye çalıştı. Neden sonra kendisine maaş bağlandı ama bu defa da verileni çok buldu. O, Medine'nin en fakir insanının geçimini kendine ölçü kabul etmişti. Bu itibarla da artan parayı bir testiye atıyor ve orada biriktiriyordu. İki buçuk senelik hilafeti süresince, aldıklarını hep böyle biriktirmişti. Vefat edeceği zaman da, kendisinden sonra gelecek halifeye teslim edilmek üzere bu testiyi vasiyet ediyordu. Hz. Ömer, halife olup da testiyi kırdırınca içinden küçük küçük paracıklar çıktı.. ve bir de mektup vardı. Bu mektupta, yeni halifeye hitaben şöyle deniyordu: "Bu paralar, bana verilen maaştan arta kalanlardır. Ben Medine'nin en fakirini kendime ölçü kabul etmiştim. Artan miktarı bu testiye koydum. Binaenaleyh bu paralar hazineye aittir ve oraya konulmalıdır."

Hz. Ömer mektubu okuyunca ağladı ve: "Kendinden sonrakilere çok ağır bir yük bıraktın yâ Ebâ Bekir!" dedi.

Hz. Ebû Bekir, böyle zahidâne yaşamayı Hz. Muhammed Aleyhis­se­lâm'dan öğrenmişti. Zira Allah Resûlü, pratikte böyle yaşamanın mümkün olduğunu bizzat kendi yaşantılarıyla ona ve bütün ashabına talim buyurmuştu.

Düşünün ki, Efendimiz, bütün ganimetlerin, bir kısım ulemâya göre yirmi beşte birine, bir kısmına göre ise beşte birine hem de Cenâb‑ı Hakk'ın fermanıyla sahip bulunuyordu. Yani ganimetlerin humusu Allah Resûlü'nün şahsî tasarrufundaydı. Onu istediği gibi kullanma selahiyeti, doğrudan doğruya Cenâb-ı Hak tarafından O'na tevdi edilmişti. Hâlbuki, Hz. Ömer bir gün O'nun saadet hücresine girecek ve hıçkıra hıçkıra ağlayacaktı, Efendimiz niçin ağladığını sorunca da o koca Ömer şöyle diyecekti:

– Yâ Resûlallah! Dünya kralları, Kisralar servet içinde yüzüyorlar. Senin ise altına sereceğin bir sergin bile yok.. yatağın hasır.. ve teninde yattığın zeminin izleri.. hâlbuki kâinat senin için yaratıldı.

Allah Resûlü şu cevabı verir: "İstemez misin yâ Ömer, dünya onların, ahiret de bizim olsun!"[2]

Allah Resûlü, bunları söylerken, başka türlü yaşaması mümkün olmayan bir fakirin, bir düşkünün çaresizlik içinde söylediği sözler türünde bir söz olarak da söylemiyordu. Yukarıda da temas ettiğimiz gibi, o isteseydi, dünyanın en zengin insanı olabilirdi. Bakın; bir fikir vermesi bakımından, sadece Huneyn'de elde edilen ganimeti arz etmek istiyorum:

40.000 koyun, 24.000 deve, 6.000 esir, 4.000 okka gümüş ki, bir okka dört kilo demektir.[3]

Diğer muharebelerde elde edilen ganimetlerle, krallardan gelen hediyeler de düşünülecek olursa, Efendimiz'in en müreffeh bir hayat yaşamasına mâni hiçbir şey yoktu. Ancak O, en fakir bir insanın yaşadığı hayatı yaşamaktaydı. Eline geçenleri ise, bütünüyle halka dağıtıyordu. Zira O, tecessüm etmiş bir "kerem"di.. bu kadar kerem sahibi bir insan ise, ancak Resûlullah olabilir...

Allah Resûlü, dış-iç münasebetleri açısından en dengeli bir insan tipini temsil ediyordu. O'nun dış görünüşü, nasıl bir mehâbet arz ediyor ve güzelliği âdeta insanları büyülüyordu; iç dünyası itibarıyla da aynı ölçüde insanları teshir ediyordu.

Hz. Enes: "Allah Resûlü, insanların en güzeliydi." der.[4] Evet, hem sîret hem de sûret itibarıyla O, insanların en güzeliydi.

Hz. Cabir b. Semure ise bu mevzu ile alâkalı intibalarını şöyle anlatır: "Bir gün mescitte oturuyorduk. Ayın tam on dördüydü. Tepemizde Ay, ışıl ışıl parlıyordu. O sırada mescide Allah Resûlü girdi. Ben bir aya, bir de Allah Resûlü'nün yüzüne baktım. Kasem ederim ki, Allah Resûlü'nün yüzü aydan daha parlaktı."[5]

Hz. Âişe Validemiz de O'nunla alâkalı bir hissini şöyle anlatıyor: "Mısır kadınları, Yusuf'u görünce ellerini kestiler. Eğer benim Efendimi görmüş olsalardı, ellerindeki bıçakları sinelerine saplarlardı."

Nedim: "İstanbul'un bir sengine yekpâre acem mülkü fedadır." der. Eğer istenilen ölçüde Allah Resûlü'nü tanısaydı şöyle diyecekti: Allah Resûlü'nün tek saç teline bütün cihan fedadır...

O, insanların en güzeliydi.. ve Enes'in sözü devam ediyor: "O insanların en cömertiydi."[6] Sûret ve cemal yönüyle "ahsenü'n-nâs" (insanların en güzeli) olan Allah Resûlü, kalb ve iradesiyle "ecvedü'n-nâs" (insanların en cömerdi) idi.

İbn Abbas'ın ifadesiyle, bilhassa Ramazan ayında O, önüne kattığı her şeyi sürükleyip götüren bir rüzgâr gibi cömert kesilirdi.[7] Yani elinde-avucunda kalan en son şeyleri de dağıtıverirdi. Bu, bir ruh ve irade meselesiydi. O, kendi için yaşamaz, hep ağyâr için yaşardı. Sürekli başkalarının mutluluğunu düşünmekten ömrü boyu kendini düşünmeye fırsat bulamamıştı. Zaten insanları mesut görmek kadar O'nu mesut edecek bir başka zevk de yoktu. Diğergâmlığında en son sırayı da kendi hanesi, kendi yakınları teşkil ediyordu. Yani O, evvelâ kendisine uzak olanlardan başlayıp ilgisini-alâkasını bezlediyor, en sonunda sıra kendi yakınlarına geliyordu. Ganimet mi taksim edilecek, Bedir ve Uhud'da bulunup şehit düşenlerin ailelerine öncelik tanıyordu. Ve sık sık kendi hanesindekilere: "Ben onlara vermeden size hiçbir şey veremem." diyordu.[8]

Yine hilm.. evet, hilminin ve diğer ulvî duygularının anahtarlarıyla açılmayan nice kapalı gönüller, O'na kerem anahtarıyla açılıvermişti. İşte Safvan b. Ümeyye de bunlardan biri:

Allah Resûlü, Huneyn'e giderken, bu şahıstan ödünç olarak silah almıştı. Huneyn'de elde edilen ganimetlere Safvan hayran hayran ve hırsla bakıyordu. O'nun bu durumu Allah Resûlü'nün dikkatini çekmişti. "Bakıp beğendiğin o develer senin olsun." dedi. Ardından daha birçok şey verdi. Safvan bu cömertlik karşısında şaşırdı kaldı. Kalbi Allah Resûlü'ne karşı buğz ve kinle dolu olan bu adam, birdenbire değişivermişti. Evet, Allah Resûlü'nün bu keremi, onu bu kin ve buğzundan uzaklaştırmış ve İki Cihan Serveri onun için insanların en sevgilisi hâline gelivermişti. Safvan'ı kazanmak elbette binlerce deve ve sığırdan daha mühimdi. Allah Resûlü de en mühim olanı yapmıştı. Nitekim Safvan'a karşı gösterilen bu cömertlik neticesiz kalmamıştı. "Bu ölçüde bir kerem ancak bir nebiden beklenebilir." demiş, hemen kelime-i şehadet getirerek Müslüman olmuştu.[9]

O, kendisinden bir şey istenildiğinde, varsa verir, olmadığı takdirde de vaad ederdi. Bazen üzerine giydiği tek elbisesini bile isteyen olur, O da hiç çekinmeden hemen verirdi.

Bir şahıs gelip O'ndan bir şey istemişti, Allah Resûlü ona istediği şeyi vermişti. Bir başkası gelip istemiş, O yine vermişti. Başka biri istediğinde ise, verecek bir şey kalmadığı için Allah Resûlü vaad etmişti. Yani mal eline geçtiği ilk fırsatta ona verecekti. Bu durum Hz. Ömer'i fevkalâde üzmüş, Allah Resûlü'nün bu derece rahatsız edilmesinden rahatsız olmuştu. Dizleri üzerine doğruldu ve: سُئِلْتَ فَأَعْطَيْتَ ثُمَّ سُئِلْتَ فَأَعْطَيْتَ ثُمَّ سُئِلْتَ فَوَعَدْتَ "İstediler verdin. Bir daha istediler yine verdin. Bir daha istediler vaad ettin. Yani, kendini bu kadar eziyete sokma yâ Resûlallah!" dedi. Ancak bu sözler, Allah Resûlü'nün hiç hoşuna gitmemişti. Kaşlarının hafif çatıldığını gören Abdullah b. Huzâfetü's-Sehmî ayağa kalkmış ve: أَنْفِقْ يَا رَسُولَ اللّٰهِ! وَلاَ تَخْشَ مِنْ ذِي الْعَرْشِ إِقْلاَلاً diyerek tesellide bulunmuştu. Yani: "Ver ey Allah'ın Resûlü, sakın Allah'ın seni fakir bırakacağını ve senden nimetlerini kesivereceğini zannetme!" İki Cihan Serveri bir müddet sükût buyurdu ve ardından şöyle dedi: بِذَلِكَ أُمِرْتُ "İşte Ben de bununla emrolundum."[10]

Ferazdak ne güzel söyler:

مَا قَالَ لاَ قَطُّ إِلاَّ فِي تَشَهُّدِهِ
لَوْلاَ التَّشَهُّدُ كَانَتْ لاَؤُهُ نَعَمُ

"O, teşehhüdün dışında asla "Hayır" demedi.
Eğer teşehhüd olmasaydı O'nun "Hayır" sözü de "Evet" olurdu."

O, "Evet"lerle bu kadar bütünleşmiş bulunuyordu. Şer'î daire içinde O'ndan ne istense hemen icabet eder ve isteyene istediğini verirdi.

Evet, Nebiler Sultanı'nın cömertlikte de benzeri yoktu.. tekti.. bu ölçüdeki bir cömertlik de ancak peygamberlikle izah edilebilirdi.

Hem eğer cömertlik Allah'a yaklaştıran bir huy ise, Allah Resûlü nasıl cömert olmaz ki; hâlbuki O, Allah'a yakınlıkta, Cibril'i bile geride bırakmıştı...

Zaten bizzat kendisi de şöyle buyuruyordu:

اَلسَّخِيُّ قَرِيبٌ مِنَ اللّٰهِ قَرِيبٌ مِنَ الْجَنَّةِ قَرِيبٌ مِنَ النَّاسِ بَعِيدٌ مِنَ النَّارِ وَالْبَخِيلُ بَعِيدٌ مِنَ اللّٰهِ بَعِيدٌ مِنَ الْجَنَّةِ بَعِيدٌ مِنَ النَّاسِ قَرِيبٌ مِنَ النَّارِ

"Cömert; Allah'a, Cennet'e ve insanlara yakın, Cehen­nem'e uzaktır. Cimri ise; Allah'a, Cennet'e ve insanlara uzak, Cehennem'e yakındır."[11]

Kitaplar, Tûbâ ağacını, kökü yukarıda, dalları aşağıda olarak resmederler. Hakikaten Tûbâ ağacı öyle midir, bilemiyorum, fakat Allah Resûlü, Cennet'ten, bizim üzerimize sarkan işte böyle bir "sehâ (cömertlik)" ağacıdır ve bundan da zerre kadar şüphemiz yoktur. O ağaca sığınan, o ağacın dallarına tutunan, bir üveyik olur ve Cennet'e uçar.

Bu mevzuda yine Allah Resûlü şöyle buyururlar:

يَا أَيُّهَا النَّاسُ! إِنَّ اللّٰهَ قَدِ اخْتَارَ لَكُمُ اْلإِسْلاَمَ دِيناً فَأَحْسِنُوا صُحْبَةَ اْلإسْلاَمِ بِالسَّخَاءِ وَحُسْنِ الْخُلُقِ

"Ey insanlar! Allah sizin için din olarak İslâm'ı seçti. Öyleyse siz de İslâm'la olan arkadaşlığınızı, cömertlik ve güzel ahlâkla bütünleştirin."[12]

İslâm, güzel ahlâk ve cömertlik yörüngesinde yürür. Kemalâta medar hiçbir yanınız olmasa da siz yine güzel ahlâkla zirveleri tutabilirsiniz. Cömertlik ise o ahlâkın disiplinlerinden biridir. "Güzel ahlâk ve cömertlikle dininizi güzelleştirin! Cömertlik bir ağaç gibidir. Kökü Cennet'te, dalları ise dünyaya sarkmıştır. Her kim, o ağacın altında yaşar ve cömertçe davranırsa, er-geç o ağacın dallarından birine tutunur ve o ağacın kökünün bulunduğu Cennet'e yükselir."[13]

Cimrilik, bir dengesizlik, bir ifratsa, yok yere saçıp savurma da bir tefrittir.. ve ikisi de birer dengesizliktir. Peygamber fetaneti, cömertliği İslâm dinini i'lâda kullanır. O, rahmet ve yumuşak huylulukla kalblere girdiği gibi, Allah'ın kendisine ihsan ettiği şeyleri kullanmak suretiyle de kalblere girmiş ve en açılmaz zannedilen kalbleri açmıştır.

Hz. Hatice Validemiz, İslâm'a en erken uyanan kadındır. Zaten Hatice, kelime mânâsıyla da "erken doğan" demektir. O, Efendimiz'den on beş sene erken doğmuş ve İslâm'a da herkesten erken uyanmıştır. Onda aynı zamanda böyle bir isim-müsemma uygunluğu da var. Mekke'nin en zenginlerinden olan bu kadın bütün servetini Allah ve Resûlü uğruna harcayıp tüketmiş.. öyle ki vefat ettiği zaman belki bir kefen bezi alacak kadar dahi varlığı kalmamıştı. İhtimal Allah Resûlü, borç bulduğu para ile ona kefen bezi almıştı ki, bence, o büyük kadın için en uygun ölüm şekli, ölüm sonrası hâli de böyle olmalıydı. Hâlbuki O, İslâm'a girmeden önce zenginliğiyle dillere destandı. Bu koca servet, son kuruşuna kadar dinin i'lâsı uğruna sarfedilmişti. Bu da ayrı bir sırat-ı müstakîm örneğiydi. Allah Resûlü, keremini öyle bir fetanetle kullanmıştı ki, yaptığı cömertliğin zerresi dahi boşa gitmemiş ve İslâm gücü olarak geriye dönmüştü...

Ve O'nun Tevazuu

O'nun mahviyet ve tevazuu da, fetanetinin ayrı bir buudu olarak yıldız gibi parlamaktadır. O, şöhreti artıp herkes tarafından kabul edildikçe, mahviyeti daha da derinleşmiştir. Tevazu ve mahviyet âdeta O'nunla beraber doğmuş gibiydi.. ömrünün sonuna kadar da gelişerek devam etti. مَنْ تَوَاضَعَ ِللّٰهِ رَفَعَهُ اللّٰهُ "Kim Allah karşısında mütevazi olursa Allah onu yüceltir."[14] diyen ve dediğini en iyi şekilde tatbik ve temsil eden, Hz. Muhammed Aleyhisselâm'dır.

O, her zaman kendisini insanlardan herhangi bir insan olarak görmüş ve hiçbir zaman kendini onlardan ayrı tutmamıştır. كُنْ عِنْدَ النَّاسِ فَرْداً مِنَ النَّاسِ şeklinde Hz. Ali'ye isnat edilen hoş bir söz vardır ki, O, hayatını hep o çizgide sürdürmüş ve insanlardan bir insan olarak kalmaya fevkalâde özen göstermiştir.

Evet, dünyevî makam ve mansıplar insanı şımartmamalı ve ona kendini unutturmamalıdır. İnsan, kral da olabilir, kır bekçisi de. Bunlar, insan olmakta müşterektir. Öyleyse bir insanın üzerine aldığı mükellefiyetin keyfiyeti, onu bir başka varlık hâline getiremez. Dolayısıyla da insan, her zaman ve zeminde kendisini insanlardan bir insan olarak kabul etmelidir.

Eğer demokrasi denilen sistem, bazılarının kabul ettiği gibi yeryüzünde en zirve bir sistem ise, İslâm bu zirveyi hem de asırlar önce yakalamıştır. Fakat biz, İslâm tam bir demokratik sistemdir, diyemeyiz.

İşte sistemin mükemmeliyetini gösteren içtimaîde bazı kesitler:

Hz. Ali, bir zimmî ile muhâkeme olmak için mahkemeye geldiğinde Kadı Şüreyh, oturması için ona yer gösterir. Hz. Ali bu ilgiden memnuniyetsizliğini izhar eder. Zira hasmı ile aynı şartlarda olmalıdır. Düşünün ki, o gün Hz. Ali, büyük bir devletin halifesi, yani devlet reisidir.[15]

Allah Resûlü hayatla kaynaşmış, bir fıtrat insanı olmuştu. Çok kere O'nun meclisine ilk gelenler, Peygamberin kim olduğunu bilemezler; ancak sahabinin tavırlarıyla veya O konuşmaya başlayınca Allah Resûlü olduğunu fark edebilirlerdi. Hicret esnasında, Medinelilerden o güne kadar Allah Resûlü'nü görmemiş olanların pek çoğu o gün Hz. Ebû Bekir'in elini öpmeye koşmuşlardı. Yani onu Allah Resûlü sanmışlardı. Ancak o, kalkıp ridâsıyla Efendimiz'e gölge yapınca Allah Resûlü'nün kim olduğu anlaşılmıştı.[16] Böyle olmuştu, zira Allah Resûlü kendisini Ebû Bekir'den ayıran herhangi bir davranışta bulunmuyordu.

Mekke'yi fethedip şehre girerken nasıl bir mahviyete büründüğü dillere destan. Biniti üzerinde o denli iki büklüm idi ki, neredeyse başı, bindiği hayvanın eğer kaşına değecekti. O şanlı Nebi, o şanlı beldeye işte böyle bir mahviyet ruhuyla girmişti.[17]

Başta Hz. Âişe Validemiz olmak üzere birçok sahabiden rivayet edilen bir hadis bize şunları anlatır: "Allah Resûlü, evinde, herhangi bir insan gibi davranırdı. Kendi elbisesini yamar, ayakkabılarını tamir eder ve ev işlerinde hanımlarına yardımda bulunurdu."[18] Bunları yaptığı sırada O'nun adı cihanın dört bir yanında anılıyor; herkes O'ndan ve getirdiği dinden bahsediyordu. O, zamanını öyle ayarlamıştı ki, bu kadar mühim sorumlulukları arasında, bu gibi işlere de fırsat bulabiliyordu. O, her güzel hasletin zirvesinde oturmaya lâyıktı ve öyle de oldu...

İnsanlar Arasındaydı

Büyüklerde büyüklüğün alâmeti tevazu ve mahviyettir. Küçüklüğün emaresi ise tekebbürdür. Allah Resûlü, insanlar içinde en büyük insandır. Öyle ise tevazuu da öyle olmalıydı...

Mescit yapımında herkes gibi kerpiç taşıyan,[19] hendek kazımında herkes karnına bir taş bağlarken iki taş bağlayan,[20] karşısına gelen ve mehâbetinden dolayı sıtmalı gibi titreyen bir adama: "Kardeşim, korkma, ben de senin gibi, anası kuru ekmek yiyen bir insanım."[21] diyen Allah Resûlü hiç şüphesiz insanların en mütevazisiydi.

Meclislerde otururken, büyüklük alâmeti olarak ayak ayak üstüne atıp öyle oturanlar, psikiyatrinin hangi dalında cinnetle bütünleşirler bilemem ama; onların ruhî yönlerinde ciddî bir eksiklik olduğunu kesinlikle söyleyebilirim. Allah Resûlü herkes gibi oturur ve herkes gibi davranırdı. Evet, O'nun her hareketi belli bir edep dairesi içinde cereyan ederdi. O, büyüklüğünü, her zaman yüzünü yere koymak ve seccadede gerilmek suretiyle gösterirdi.

مَنْ تَوَاضَعَ لِلّٰهِ رَفَعَهُ اللّٰهُ وَمَنْ تَكَبَّرَ وَضَعَهُ اللّٰهُ "Kim Allah için tevazu gös­te­rirse Allah onu yüceltir. Kim kibirlenirse Allah onun burnunu yere sürter."[22]

Tevazu ve mahviyet, insana iki kanat gibidir; onu yüceler yücesi bir âleme doğru pervaz ettirirler. Allah Resûlü, tevazuu sayesinde aşılmazları aşmış ve ebedlere kadar insanlığın lideri olmuştur. Zaman ve mekânın dar buudlarını aşan bu mümtaz ve seçkin liderin karşısına insanlar çok rahatlıkla çıkar ve söyleyeceklerini de rahatlıkla söylerlerdi. Çünkü kendisi de çok rahat bir insandı.

Müslim ve Ebû Dâvûd naklediyor: "Bir gün aklından zoru olan bir kadın geldi, Allah Resûlü'ne, 'Yâ Resûlallah, Seninle bir işim var.' dedi. Allah Resûlü onunla beraber yolun bir kenarına çekildi, sıkıntısını dinledi ve problemini çözdü."[23]

Buhârî'nin Hz. Enes'ten rivayet ettiğine göre ise bir cariye gelir, Efendimiz'in kolundan tutarak çeker, O'na bir işini gördürmek isterdi de Efendimiz gayet rahat bir şekilde gider, ona yardım eder gelirdi.[24]

Bu iş, belki bir ev süpürmek, belki de yıkanmış çamaşırları sıkmaktı. İşin keyfiyeti ne olursa olsun, Allah Resûlü bu işi yapardı. Zira O bir fıtrat insanıydı ve O'nun bu hareketi asla zillet de değildi. Zillet, O'nun rüyalarına bile girememişti. Nasıl girer ki, O, küfür ve isyan karşısında kükremiş bir aslan gibiydi. Ve yukarıda da söylediğimiz gibi, O, insanların en şecaatlisiydi. Hz. Ali der ki: "Biz muharebe meydanında korktuğumuz zaman Allah Resûlü'nün arkasına sığınır ve O'nunla korunurduk."[25] Hatta O'nun atmosferi, çevresindekilere emniyet ve güven verirdi. Öyle ise böyle bir insan, bu şekilde bir mahviyet gösteriyorsa, bu sadece O'nun tevazuundandır.

Fıtrîliği

Tevazu zillet olmadığı gibi, kibir de vakar değildir. Allah Resûlü, tevazuunda da mutlak bir ölçü ve denge içindeydi. Evet, O'nun bu sıfatı da bizlere "Muhammedün Resûlullah" dedirtir.

Bir hâkim, mahkemede ciddî olmalıdır. Bu, vakardır. Ancak, aynı tavır evinde çocuklarına karşı kibir olur. Zira insan, hanesinde, hane halkından biri gibi davranmalıdır. Bunlar birer Kur'ânî düsturdur ve en güzel tatbikçisi de Allah Resûlü'dür. Daha sonrakilerinki O'na imtisal ve O'nu taklittir.

Herkes O'nu büyüklerden daha büyük görebilir; fakat O şöyle demektedir: "Hiç kimse kendi ameliyle Cennet'e giremez." "Sen de mi?" diyenlere de: "Evet, ben de.. eğer Allah (celle celâluhu) rahmetiyle sarıp sarmalamazsa."[26]

Evet işte O, bu sözü söyleyecek kadar tabiî ve fıtrî bir insandı. Kendisini insanlar arasında bir fert ve bir parça olarak görüyor, sonra da davranışlarını bu anlayışa göre ayarlıyordu.

Bir gün Hz. Ömer gelip, Allah Resûlü'nden umre için izin istemişti. Umre için de O'ndan izin alınıyordu. Zira onlar, disiplin insanıydılar. Her işlerinde, her müşkillerinde Allah Resûlü'nün yanına koşar, iş ve müşkillerini hep O'na arz ederlerdi. Evinde gelinlik kızı olan O'na gelir: "Yâ Resûlallah, evimde gelinlik kızım var. Evlendirmek istediğin biri varsa emir buyur." der.. bir başkası, bahçesini vakfetmek istiyorsa gelir durumu evvelâ Allah Resûlü'ne arz eder.. itikâfa girmek isteyen, sefere çıkmak murat eden hep Allah Resûlü'ne gelir ve O'ndan izin alırdı. İşte şimdi Hz. Ömer de gelmiş, umre için izin istiyordu. Allah Resûlü onun bu talebini geri çevirmediği gibi, Hz. Ömer'i hayatının sonuna kadar heyecanlandırıp coşturacak bir talepte de bulunacaktı:

يَا أُخَيَّ أَشْرِكْنَا فِي دُعَائِكَ وَلاَ تَنْسَنَا "Kardeşim, duana bizi de ortak et, bizi unutma."[27] Bu münasebetle Hz. Ömer bir gün şöyle diyecektir: "O gün dünyalar benim olsaydı, o kadar sevinmezdim."[28]

Tevazuu ve Kulluk Buudu

O'ndaki bu tevazu ve mahviyet, fethettiği gönülleri bir daha fethediyordu. Bu fetihlerle O, ümmetinin elinden tutup, onları nurdan helezonlarla mânânın zirvelerine çıkarıyordu. Ömer, ilk hamlesiyle zaten alacağı mesafeyi almıştı. Ama Allah Resûlü onları yukarılara ve daha yukarılara çıkarmak istiyordu ve öyle de yaptı. Bedevi bir toplumdan, muallim ve mürşit bir cemaat meydana getirdi. O, insanları zirvelere doğru yükseltirken, kendisi de amûdî olarak yükseliyordu. Ne var ki O'nun, katettiği merhalelerle doğru orantılı olarak sadece tevazu ve mahviyeti artıyor; nefsine bakan yönüyle ise, kendini kullardan bir kul görme hissiyle dolup taşıyordu.

Mevsuk hadis kitapları rivayet ediyor:

"Allah Resûlü, Cibril'le oturmuş sohbet ediyordu.. ve kim bilir kaç günden beri ağzına bir şey koymamıştı. Cibril O'nun en sadık dostuydu. Zayıf bir rivayette Allah Resûlü'ne şöyle demişti: "Ben, Senden sonra yeryüzüne ancak birkaç defa ineceğim." Çünkü Hz. Muhammed Aleyhisselâm'sız bir dünya Cibril'e de hicran olur. (Nitekim, seneler var ki bu dünya bize de hicran olmuştur.) Ve Cibril'e bu durumunu söyledi: "Günlerdir ağzıma bir şey koymadım." Birden gök gürültüsü gibi ses duyuldu. Bir melek iniyordu. (Taberânî'deki rivayet onun İsrafil Aleyhisselâm olduğunu söyler.) Cibril, Efendimiz'e bu meleğin dünyaya ilk defa indiğini haber verir. Melek Cenâb-ı Hak'tan selâm getirmiştir.. Allah (celle celâluhu) sormaktadır: "Melik bir peygamber mi, yoksa kul bir peygamber mi olmak istersin?" Allah Resûlü, Cenâb-ı Hak'tan gelen bu teklif karşısında tahayyürle Cibril'e bakar. (O, belli bir noktaya kadar Cibril'den mârifet dersi alırdı. Hatta miraçta, Efendimiz, Cibril'in Cenâb-ı Hakk'a karşı olan kurbiyet tavrına hayran kalmıştı.. ve bunu bir münasebetle de zikrederler.[29] Evet, Cenâb-ı Hakk'ı, Cibril gibi bir meleğin bilmesi ölçüsünde bilmek mümkün değildir.) Cibril Allah Resûlü'ne işaret eder ve şöyle der: تَوَاضَعْ لِرَبِّكَ يَا مُحَمَّدُ "Ey Allah'ın Resûlü! Rabbine karşı mütevazi ol!"

Zaten, bizzat Cenâb-ı Hak da Kur'ân diliyle, Resûlü'ne tevazuu emretmiyor mu: وَاخْفِضْ جَنَاحَكَ لِمَنِ اتَّبَعَكَ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ "Sana tâbi olan mü'minlere tevazu kanatlarını indirebildiğin kadar indir." (Şuarâ sûresi, 26/215) gibi nice âyetler var Kur'ân'da.

Ve, Allah Resûlü de aynı şeyi talep etti: بَلْ عَبْداً رَسُولاً "Kul bir peygamber olmayı isterim."[30]

O kulluğu tercih edince, Allah (celle celâluhu) da O'nun kul­lu­ğunu O'na baş tacı yaptı. Kur'ân O'nu birçok yerde hep kulluğu ile anlatır. Müslümanlar da şehadet getirirken, O'nun, Allah'ın kulu ve resûlü olduğuna şahitlik ederler. Evet O, evvelâ Allah'ın kulu sonra da resûlüdür. Kulluk risaletten önce gelir.

Herkes birilerinin kulu olabilir ve onlara ait bir tasmayı boynunda taşıyabilir. Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) ise evvel-âhir hep Allah'ın kulu ve kölesi olmuştur. O, hayatının hiçbir devresinde, hiçbir safhasında başkasına boyun büküp bel kırmamıştır. Ubûdiyet O'nun aslî vasıflarındandır.

O, kuldur. Cenâb-ı Hak, Kur'ân-ı Kerim'de O'nun kulluğunu nazara vererek: وَأَنَّهُ لَمَّا قَامَ عَبْدُ اللّٰهِ يَدْعُوهُ كَادُوا يَكُونُونَ عَلَيْهِ لِبَداً "Allah'ın kulu namaz kılmak için kalktığında, (cinler O'nun ibadetini görmek için) birbirine girercesine etrafında toplanıverdiler." (Cin sûresi, 72/19) der.

İster bu Allah Resûlü'nün başına üşüşme işi cinlere, ister Mekke müşriklerine izafe edilmiş olsun, bizim için mühim olan, O'nun Kur'ân'da "Abdullah" unvan-ı âlisiyle zikredilmiş olmasıdır.

Kur'ân'ın Allah kelâmı olduğunu anlatan ve bu mevzuda şüphesi olanları muarazaya davet eden şu âyetinde de O'na yine "Kul" denilmektedir:

وَإِنْ كُنْتُمْ فِي رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا عَلَى عَبْدِنَا فَأْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهِ وَادْعُوا شُهَدَاءَكُمْ مِنْ دُونِ اللّٰهِ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ # فَإِنْ لَمْ تَفْعَلُوا وَلَنْ تَفْعَلُوا فَاتَّقُوا النَّارَ الَّتِي وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ أُعِدَّتْ لِلْكَافِرِينَ

"Kulumuz Muhammed'e indirdiğimiz Kur'ân'dan şüphe ediyorsanız, siz de onun benzeri bir sûre meydana getirin. Eğer doğru sözlü iseniz, Allah'tan başka güvendiklerinizi de yardıma çağırınız. Yapamazsanız –ki yapamayacaksınız– o takdirde, inkâr edenler için hazırlanan ve yakıtı insanlarla taşlar olan ateşten sakının." (Bakara sûresi, 2/23-24)

Yine Kur'ân-ı Kerim, O'nu en çok yükseldiği nokta itibarıyla ele alırken, kulluğuyla ele alır:

سُبْحَانَ الَّذِي أَسْرَى بِعَبْدِهِ لَيْلاً مِنَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ إِلَى الْمَسْجِدِ اْلأَقْصَى الَّذِي بَارَكْنَا حَوْلَهُ لِنُرِيَهُ مِنْ آيَاتِنَا إِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ البَصِيرُ

"Kulu Muhammed'i bir gece Mescid-i Haram'dan, kendisine bir kısım âyetlerimizi göstermek için Mescid-i Aksa'ya götüren Allah'ın şanı yücedir. Doğrusu O, Semî'dir, Basîr'dir (İşitir ve görür)." (İsrâ sûresi, 17/1)

Boykot hâdisesi, sonra Hz. Hatice ve Ebû Talib'in vefatları, âdeta Allah Resûlü'nü insanlar arasında hâmisiz hâle getirmişti. Sebepler bütünüyle sukut edip ve O'na destek olan payandalar bir bir kırılınca, kırılıp da tutunacak dal kalmayınca, Müsebbibü'l-Esbab (sebepleri elinde tutan Allah) ehadiyet burcunda, kemal-i rahmetle tecellî etti. Çağın büyük mütefekkirinin beyanı içinde; ehadiyet nuru, tevhid burcunda göründü..[31] ve Allah Resûlü, Rabbini, Mâlikini ve Hâlıkını bizzat görmek üzere semalar ötesine davet edildi.. ve oralarda en şerefli bir misafir olarak ağırlandı.

Burada asıl gayemiz miracı anlatmak değildir. Bu itibarla o fasla hiç girmeyeceğim. Ne var ki bir hususa dikkatinizi çekmek için bu girizgâha girme mecburiyetinde kaldım, o da şudur:

Allah (celle celâluhu), böyle mühim bir mucizeyi anlatma sadedinde, Efendimiz'i, ne Kur'ân'daki, ne İncil'deki, ne de Tevrat'taki isimleriyle, yani, Muhammed, Ahmed ve Ahyed'le anmıyor da, O'nun kulluğundan bahisle "Abduhû" diyor. Sanki O: "Ben kul oldum." deyince, Allah (celle celâluhu) da O'na diyor ki: "Madem sen kul oldun; Ben de kulluğu en büyük bir değer ve kıymet hâline getirdim.. ve yeryüzünde en büyük değer olarak kulluğu kabul ediyorum. Onun için, nerede senin değer ve kıymetinden bahsetmek istersem, orada senin kulluğunu nazara vereceğim. Hem öyle bir nazara vereceğim ki, her Müslüman şehadetinde senin risaletinden evvel kulluğunu ifade edecek ve dünyanın dört bir yanı onların bu âvâzlarıyla lerzeye gelecek..." Evet, dünyanın her tarafı senin kul olduğunu haykıracak.

Ve Bir Hulâsa

Şemâil kitaplarında Allah Resûlü bütün yönleriyle anlatılır. Fizikî yönüyle O nasıl mükemmel bir insandır, ruh ve karakter yönüyle de öyle mükemmeldir. Bunlardan Hz. Ali'ye dayanan bir sözde, Allah Resûlü bize şöyle anlatılır:

كَانَ رَسُولُ اللّٰهِ أَجْوَدَ النَّاسِ كَفاًّ، وَأَشْرَحَهُمْ صَدْراً، وَأَصْدَقَ النَّاسِ لَهْجَةً، وَأَلْيَنَهُمْ عَرِيكَةً وَأَكْرَمَهُمْ عِشْرَةً. مَنْ رَآهُ بَدِيهَةً هَابَهُ وَمَنْ خَالَطَهُ مَعْرِفَةً أَحَبَّهُ

"Allah Resûlü, insanların en cömerdiydi. İnsanların hilm u silmi en geniş olanı, en geniş sinelisiydi. (Dünya kadar ağır yükleri yüklenmiş ve 'Of' demeden kaldırıp taşımış.. akla hayale gelmedik tahammül-fersâ işleri göğüslemiş ve her türlü cefa, işkence ve mürüvvetsizliğe karşı hep mürüvvetle muamele etmişti.) O, lehçe yönüyle insanların en isabetlisiydi. (Yani sözü en doğru olanıydı. O'ndan, şaka yaparken bile bir kelimenin kırkta biri kadar hilâf-ı vaki beyan sâdır olmamıştır. Rüyasında dahi ağzından yalan çıkmamıştır. Doğru oturmuş, doğru kalkmış, doğru konuşmuş, doğru düşünmüş, doğru söylemiş ve doğruluğa davet etmiştir.) O, fevkalâde tabiî bir insandı. (Yanında otursaydınız hiç rahatsız olmazdınız. Bir arkadaşınızla oturuyor gibi sizi rahat ettirirdi. Öyle bir tabiatı, öyle yüksek bir ruhu vardı ki, hiçbir insan O'nun seviyesine çıkamaz, O'nun gibi oturamaz, O'nun gibi düşünemez ve O'nun gibi olamazdı. O, tenezzülen meclistekilerin seviyesine iner, yanındakileri hiçbir zaman aradaki farkla ezmez ve rahatsız etmezdi. Bir yerde O'nun gibi yürüyemeyen bir insan görse en zayıfın yürüyüşüyle yürürdü. Zaten böyle yapılmasını da emreden yine O idi. Hayatın bütün ünitelerine şâmil bu prensip O'nda her zaman ve zeminde tatbik bulurdu.) O, insanların en kibarı, en nezaketlisiydi. O'nu ilk defa gören biri, heybetinden ürkerdi; biraz O'nunla beraber bulunup tanıma imkânı elde eden ise O'na dilbeste olurdu."[32]

Hele yakınında bulunanlar, O'nu herkesten daha fazla severlerdi. Hz. Ebû Bekir O'na herkesten yakındı ve O'nu herkesten çok seviyordu.

Ne O'ndan evvel ne de sonra O'nun gibi sevilen bir ikinci insan göstermek mümkün değildir. Kimisi diliyle kimisi de hâliyle ama bütün inananlar bütün içtenlikleriyle durmadan şöyle demişlerdir ve diyeceklerdir de:

"Sana Cânân gönül hayran nedendir?
Cemalin gün gibi rahşân nedendir?"

Evet, öyledir. Çünkü O, Âlemlerin Rabbi'nin sevgilisidir...

[1] Hâkim, el-Müstedrek, 4/344; Beyhakî, Şuabü'l-iman, 7/365; Ebû Nuaym, Hilyetü'l-evliyâ, 1/30-31.
[2] Buhârî, tefsir (66) 2; Müslim, talak 30-31.
[3] İbn Sa'd, et-Tabakâtu'l-kübrâ, 2/152.
[4] Buhârî, cihad 24; Müslim, fedâil 48.
[5] Dârimî, mukaddime 10; Taberânî, el-Mu'cemü'l-kebîr, 2/206; Hâkim, el-Müstedrek, 4/207.
[6] Buhârî, cihad 24; Müslim, fedâil 48.
[7] Buhârî, savm 7; Müslim, fedâil 50.
[8] Ebû Dâvûd, harac 19, edeb 99.
[9] Vâkıdî, Megâzî, 2/854-855; İbn Asâkir, Tarih-i Dimeşk, 24/114. Ayrıca bkz.: Müslim, fedâil 59; Tirmizî, zekât 30.
[10] Tirmizî, Şemâil, s. 294; Taberî, Tehzîbü'l-âsâr, 1/54.
[11] Tirmizî, birr 40.
[12] İbn Asâkir, Tarih-i Dimeşk, 50/289.
[13] İbn Asâkir, Tarih-i Dimeşk, 50/289.
[14] Müslim, birr 69; Tirmizî, birr 82; Bezzâr, el-Müsned, 3/161; Taberânî, el-Mu'cemü'l-evsat, 5/140. (Lafız el-Mu'cemü'l-evsat'tan.)
[15] İbn Asâkir, Tarih-i Dimeşk, 23/23-24; 42/487.
[16] İbn Hişâm, es-Sîratü'n-nebeviyye, 3/20; Taberî, Tarihu'l-ümem ve'l-mülûk, 1/571.
[17] İbn Hişâm, es-Sîratü'n-nebeviyye, 5/63.
[18] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 6/256; Kadı Iyaz, eş-Şifa, 1/132.
[19] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/381.
[20] Tirmizî, zühd 39.
[21] İbn Mâce, et'ime 30.
[22] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/76; Taberânî, el-Mu'cemü'l-evsat, 5/140. (Lafız el-Mu'cemü'l-evsat'tan.)
[23] Müslim, fedâil 76; Ebû Dâvûd, edeb 12.
[24] Buhârî, edeb 61; İbn Mâce, zühd 16.
[25] İbn Ca'd, Müsned, s. 372; Ebû Ya'lâ, Müsned, 1/258; Hâkim, el-Müstedrek, 2/155.
[26] Buhârî, rikâk 18; Müslim, sıfâtü'l-münâfikîn 71-78.
[27] Tirmizî, daavât 109; Ebû Dâvûd, vitr 23.
[28] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/29.
[29] İbn Ebî Âsım, es-Sünne, 1/276; Hakîm Tirmizî, Nevâdiru'l-usûl, 2/127; Taberânî, el-Mu'cemü'l-evsat, 5/64.
[30] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/231; Abdürrezzak, el-Musannef, 3/183-184; Taberânî, el-Mu'cemü'l-evsat, 7/88; Beyhakî, Şuabü'l-iman, 1/177.
[31] Bediüzzaman, Lem'alar, 1. Lem'a.
[32] Tirmizî, menâkıb 8; Şemâil, s. 33.