Kabiliyetlerin Değerlendirilmesi

Allah Resûlü, arkasındaki insanları çok isabetli olarak yerli yerinde kullanmıştır. Kime hangi vazifeyi vermişse, muhakkak ki mevcut arasında o işe en liyakatlısını hem de tam bir isabetle tespit etmiştir -ki icraatı baştan sona bunun şahididir.- Öyle ki, O'nun peygamberliğine hiçbir delil olmasaydı, sadece insanların istidat ve kabiliyetlerini keşfedip kullanması ve her insanı yerli yerinde vazifelendirmesi; fertlerin enerjisinden tam istifade etmesi ve bunlarda da hiç yanılmaması; yani kimi nereye koymuşsa onu sonuna kadar orada tutması; (Bir kısım belirli şahısların muvakkaten belli hislerine müdârâtın dışında) ve kimi nereye yerleştirmişse hayatının sonuna kadar onun orada kalması, Allah Resûlü'nün peygamberliğine en büyük delildir.. ve bize مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ صَادِقُ الْوَعْدِ اْلأَمِينُ dedirtir.

İslâm'ın ilk devresi çile ve ızdırap yüklü geçmiştir. 5-6 sene zarfında inananların sayısı ancak kırka ulaşmıştır. O dönemde, ölümü göze almadan birine bir şey anlatmak mümkün değildir.

Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh) gibi, Mekke'de hatırı sayılır bir insan dahi, kaç defa dayak yemiş ve girdiği komadan ancak günler sonra kurtulabilmiştir.[1]

Hz. Ömer ki (radıyallâhu anh) develerle güreşen bir insandır. Kaç defa dayak yiyip ayaklar altında çiğnenmekten kurtulamamıştır.[2]

Zulüm ve işkence bu seviyedeki insanlara kadar ulaştığına göre, diğer inananların çektikleri çile ve ızdırabı varın siz düşünün...

Ve, işte bu ölüm arenasında O'nun herkesle alışverişi başka başkadır. Meselâ, ne Hz. Ebû Bekir'e (radıyallâhu anh) ne de Hz. Ömer'e (radıyallâhu anh) hicret emri vermemiştir. Ali gibi, Zübeyr gibi, o gün için henüz çocuk denecek yaşta olanlar da Habeşistan'a gönderilmemiştir. Zira bunların hepsi, Mekke'de olanlara karşı tahammül edebilecek güçte insanlardı.

Hz. Osman (radıyallâhu anh), narin ve ince yapılıdır. O gün için Mekke'de estirilen sert havaya tahammülü cidden çok zordur. Hem Habeşistan'a gidenlere en güzel hâmiliği yapabilecek Müslümanlar arasında sadece o vardır. Onun için Allah Resûlü, Hz. Osman'ı (radıyallâhu anh) bu işle vazifelendirmiş ve onu Habeşistan'a göndermiştir.[3]

1. Ebû Zerr el-Gıfârî (radıyallâhu anh)

Meselâ; bir aralık, Hz. Ebû Zerr gelir Müslüman olur.. bu heyecanlı insanın, o devrede Mekke'de bulunması, hem kendi hem de diğerleri için zarar doğuracağından Allah Resûlü onu kabilesine geri gönderir ve orada irşada memur eder.. ve ilâvede bulunur: "Bizim galebe çaldığımız devri gözet; ve işte bize, o zaman gel!"[4]

Ebû Zerr (radıyallâhu anh), Hayber'in fethinden sonra gelir ve Allah Resûlü'ne dehalet eder. Hâlbuki o, daha Mekke döneminin ilk yıllarında Müslüman olmuştur.[5] Ebû Zerr (radıyallâhu anh) âbiddi, zahitti.[6] Ebû Zerr, bugünün içtimaiyatçılarının aklını döndürecek şekilde içtimaî adaletçi; hatta sosyalist yazarlara göre, ilk sosyalizm düşüncesini ortaya atan insandı. -Bu düşünceleri onların olsun!- Yani fakirlik ne demektir? Fakirliğe karşı savaş nasıl verilir? Bunu ilk ortaya atan kahraman Ebû Zerr'dir. Aynı zamanda o, Cennet'in kendisine müştak olduğu insanlardan biridir.[7]

Bütün bunlara rağmen bir gün Allah Resûlü'ne geldi ve şöyle dedi: "Bana da bir imaret ver yâ Resûlallah!" Yani, bir ordunun başında kumandan veya bir vilâyetin başında vali olayım. Bir yerde beni de vazifelendir. Allah Resûlü ona şu cevabı verdi: "Sen zayıfsın, bu işler çok ağırdır yâ Ebâ Zerr! Böyle bir vazifeye talip olma. Bu vazife, ona talip olana verilmez!"[8]

O, Ebû Zerr'e böyle derken, Hz. Ebû Bekir ve Ömer'e aynı şeyleri söylemiyordu. Aksine, onların imaretlerine işaret sadedinde; sağ eliyle Hz. Ebû Bekir'in, sol eliyle de Hz. Ömer'in elini tutmuş ve şöyle demişti: "Benim gökte iki, yerde iki vezirim var. Göktekiler Cebrail ve Mikâil; yerdekiler de Ebû Bekir ve Ömer'dir."[9]

Diğer taraftan, gaybbîn gözüyle, olacakları görmüş ve dört raşid halifenin hilâfetlerine dair işaretlerde bulunmuştu. Hz. Osman'a (radıyallâhu anh) gelince عَلَى بَلْوَى yani "imtihan ağırlıklı" kaydını ilâve etmişti..;[10] ve öyle de Hz. Osman'ın hilâfeti biraz belâlı olmuştu.

Evet, O, kadrosundaki insanları, onlardan daha iyi tanıyordu. Vazifelendirdiği şahıslarda vazife itibarıyla hiç falso olmamıştı. Ebû Zerr (radıyallâhu anh), imarete talip olabilir; kendini bu işin altından kalkacak güçte görebilir; fakat Allah Resûlü, Ebû Zerr'i, Ebû Zerr'den daha iyi bilmektedir. "Sen zayıfsın, bu iş ise ağırdır." der ve ona imaret vazifesi vermez.

Şimdi bu hususla alâkalı bir iki misal arz edelim:

2. Amr b. Abese (radıyallâhu anh)

Ahmed b. Hanbel naklediyor: "Amr b. Abese, Allah Resûlü'ne geldi. Gayet kaba ve bedevîce: مَا أَنْتَ؟ dedi. Bu "Sen nesin?" demekti. Allah Resûlü, gayet sakin bir eda ile أَنَا نَبِيُّ اللّٰهِِ buyurdu "Ben Allah'ın (celle celâluhu) nebisiyim." O korkunç kabalığa karşı bu mülâyemet, Amr b. Abese'yi vurmuştu. Hemen diz çöktü اِنِّي مُتَّبِعُكَ "Ey Allah'ın Resûlü, bundan böyle Sana tâbiyim." dedi.

Bu hâdise Mekke'de olur.. tabiî inananların sayısı gayet azdır. Böyle bir dönemde en azından güçlü görünmek için adama ihtiyaç vardır. Fakat Allah Resûlü kimi nerede ve ne zaman kullanacağını çok iyi bilmektedir.. ve bildiğini tatbik hususunda da hiç tavizi yoktur. Amr b. Abese'ye de aynen Ebû Zerr'e dediği gibi der: "Sen zayıfsın. Şimdi burada kalmaya güç yetiremezsin. Kabilene dön. Orada irşad vazifesi yap. Ne zaman benim galebe çaldığımı duyarsan o zaman gel ve bana iltihak et!"

Amr gider. Aradan seneler geçer. Bu arada, Allah Resûlü'nün birbiri ardına zaferleri dört bir yanda duyulur ve Amr b. Abese, beklediği vaktin geldiğini anlar. Hemen yola koyulur ve Medine'ye gelir. Allah Resûlü mescitte oturmaktadır. Mescide girer ve Allah Resûlü'nün yanına sokulur. Efendimiz o esnada sohbet etmektedir. O, sözünü bitirince, Amr fırsat bulur ve sorar: يَا رَسُولَ اللّٰهِ أَتَعْرِفُنِي؟ "Yâ Resûlallah, beni tanıdınız mı?"

İki Cihan Serveri hiç tereddüt etmeden cevap verir:

أَلَسْتَ أَنْتَ الَّذِي أَتَيْتَنِي بِمَكَّةَ؟ "Sen Mekke'de iken bana gelen filan zat değil misin?" Ve hâdiseyi, sanki daha dün olmuş gibi anlatıverir. "Ben seni geriye göndermiş ve şöyle şöyle demiştim." der. Amr b. Abese hayret içinde tasdik eder.[11]

Bu hâdiseyi, Amr'ın unutmaması hiç mühim değildir; çünkü onun için bu hâdise hayatının en unutulmaz bir hatırasıdır. Fakat Allah Resûlü için durum farklıdır. O, hem bu hâdise gibi birçok hâdise yaşamış, hem de geçen bunca sene içinde, başına gelenler ve çektiği sıkıntılar, değil beş dakika gördüğü ve sonra gönderdiği bir adamı, en yakın dostlarını dahi unutturacak çaptadır. Ancak görüldüğü gibi, Efendimiz kendisiyle irtibata geçmiş hiç kimseyi unutmamıştır. İhtimal ki Amr veya Ebû Zerr, O'na gelmeselerdi, Allah Resûlü, Mekke fethinden sonra onları aratır ve davet ederdi. Çünkü tam galebe Mekke fethinden sonra olmuştur...

Evet O, bizim kendi öz evlâdımızı tanıdığımızdan daha fazla raiyetinin bütün fertlerini tanırdı. Çünkü etrafındaki her insanın, Allah Resûlü'nün gönlünde ayrı bir yeri vardı. Ayrıca, bu tanıma, her istidada, kapasitesi ölçüsünde vazife tahmil edip yüklemesi bakımından da çok önemliydi.

Acaba cihan tarihinde, raiyetini bu kadar yakından tanıyan ikinci bir lider gösterilebilir mi? Zannetmiyorum. Çünkü Allah Resûlü sadece bir lider değil, aynı zamanda bir nebidir. Zaten bizim sözümüzün mihrak noktası da O'nun nebiliği meselesidir.

3. Cüleybib (radıyallâhu anh)

Cüleybib'den daha önce bahsetmiştik. 15-16 yaşlarındaki bu genç, kadınlara sarkıntılık yapmaktan kendini alamadığı söylenir. Ve Allah Resûlü, o iksir ifadeleriyle onu ikna eder ve ardından da onun için Cenâb-ı Hakk'a niyazda bulunur.[12]

Artık Cüleybib, Medine'nin en iffetli insanlarından biri hâline gelmiştir. Bir gün Allah Resûlü, onu evlenecek kızları olan bir aileye gönderir. Aile soylu ve afiftir. Her an kızları için bir teklif beklemektedirler.

Cüleybib kapıyı çalıp içeriye girer ve onlara Allah Resûlü'nün selâmını söyler. Aile heyecanlanmıştır. Ardından da teklifini yapıştırır ve Allah Resûlü'nün dediklerini aynen onlara nakleder. İki Cihan Serveri: "Benim selâmımı, söyle kızlarını sana versinler." demiştir.

Ana-baba birbirlerine bakışırlar. "Cüleybib'e mi?" diye düşünürler. Ancak emri veren Allah Resûlü'dür ve meselenin tereddüte tahammülü yoktur. Onlar kızları adına tereddüt geçirirken, perde arkasından bütün konuşulanları dinlemiş olan evin kızı seslenir: "Allah Resûlü'nün emrini yerine getiren birisi karşısında niçin tereddüt gösteriyorsunuz?"[13]

Cüleybib artık evlenmiştir. Üç-beş hafta sonra da bir cihada iştirak eder ve orada şehit düşer. Bazıları şehitlerini araştırmaktadır ve: "Kayıplarınız var mı?" diye sorar Allah Resûlü; "Yok!" diye cevap verirler. O: "Ama benim kaybım var!" der ve evlâdını yitirmiş mahzun, yüreği yaralı bir baba gibi Cüleybib'i arar.. arar ve bir yerde bulur. Yedi kâfirin yanında, üstü başı kanlı, bir sürü yara içinde ve elinde kılıcı. Allah Resûlü ferman eder: "Yedi tane öldürdü gazi oldu ve sonra da şehit düştü." Başını dizine koyar ve şöyle buyurur: "Allahım, bu bendendir, ben de ondanım."[14] İşte Allah Resûlü'nün arkadaşlarına sahip çıkması!

4. Ali b. Ebî Talib (radıyallâhu anh)

Hayber fethedilecekti. Günlerce süren muhasara netice vermemiş ve kaleden içeriye girilememişti. Bir gün Allah Resûlü: "Yarın bu sancağı, Allah'ı seven ve Allah (celle celâluhu) tarafından sevilen birine vereceğim!" buyurdu. Ertesi gün herkes ön safta yer almak için âdeta yarışıyordu. Allah Resûlü sabah namazını kıldırdı. Daha sonra cemaate döndü.. herkesin gözü Allah Resûlü'nün gözlerine dikilmişti.. O'nun gözleri ise, orada olmayanlardan birini arıyordu.

Sahabe, başındaki kuşu uçurmak istemeyen bir adam dikkatiyle, biraz sonra Allah Resûlü'nün dudaklarından dökülecek kelimeyi bekliyor ve herkes bu şerefin kendisine ait olmasını istiyordu. Allah (celle celâluhu) tarafından sevildiğini duymayı kim istemez ki? İnsan Cennet için dahi fedakârlık yapabilir ve "Benim yerime o kardeşim girsin." diyebilir.. fakat böyle bir pâyede fedakârlık olamazdı...

İşte, Allah Resûlü'nün dudakları kıpırdamak üzereydi. Ve işte Allah Resûlü'nün dudaklarından beklenen kelime çıkıyordu.. çıktı ve: أَيْنَ عَلِيٌّ "Ali nerede?" buyurdu.

Hz. Ali'nin (radıyallâhu anh) gözleri çok şiddetli ağrıyordu. Onun için sancağın kendisine verileceğini hiç düşünmemişti.. ve geride kalmıştı. Sahabe cevap verdi: يَشْتَكِي عَيْنَيْهِ يَا رَسُولَ اللّٰهِ "Gözlerinden rahatsız yâ Resûlallah!"

Efendimiz onu huzuruna çağırdı. Mübarek tükrüğünü Hz. Ali'nin (radıyallâhu anh) gözlerine sürdü. Hz. Ali (radıyallâhu anh) kasem ediyor ve diyor ki: "Bir daha göz ağrısı görmedim."

Daha sonra sancağı ona teslim etti. Hâlbuki o gün sahabenin arasında Hz. Ebû Bekir gibi, Hz. Ömer gibi, Hz. Mikdad gibi niceleri vardı. Ama sancak onlara değil, genç Ali'ye teslim edilecekti.[15]

Ve, Hayber'in fethi, Allah Resûlü'nün bu mevzudaki isabetini hemen göstermişti. Zaten O, kimi nerede tavzif ettiyse muhakkak isabet etmiştir. Bu da O'nun risaletinin bir delilidir. Zira Allah Resûlü fetanet-i a'zam sahibidir.

Evet, Allah Resûlü, kime hangi vazifeyi vermişse, muhakkak o şahıs verilen vazifeyi hakkıyla yerine getirmiştir.

Meselâ, O, Halid'e (radıyallâhu anh) "Seyfullah" demiştir.[16] Halid her yerde Allah'ın kılıcı olmuş ve hiçbir muharebe meydanından mağlup ayrılmamıştır. Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh), seneler sonra haklı olarak: "Analar Halid gibisini doğurmadı."[17] diyecektir ki bu ifadede de Allah Resûlü'nün isabetini tasdik ve takdir vardır.

Keza, 17-18 yaşlarındaki Üsame'yi (radıyallâhu anh) bir ordunun başına kumandan tayin etmiş ve Mute cihetlerine göndermişti ki,[18] Üsame hayatı boyunca böyle bir mevkiye liyakatını ispat etmiştir.

5. Ezvâc-ı Tâhirât (radıyallâhu anhünne)

Yüzlerce namzet arasından seçtiği hanımlarındaki isabet de ayrıca kayda değer önemli hususlardandır.. zira Allah Resûlü, mü'minlere ana olabilecek ve hakkıyla bu ağır yükü yüklenebilecek kadınları seçmiş ve bu seçmede de tam isabet buyurmuştu. Bu kadınların da hemen hepsi som altın çıkmıştı. Hele, irşad adına, onların hepsi, birer mürşide ve birer muallime olarak yetişmiş ve daha sonra kapılarında yetiştirdikleri büyük insanlarla, İslâm'a en büyük hizmeti yapmışlardı. Mesruk gibi, Tavus b. Keysan gibi, Atâ b. Ebî Rebah gibi dehâ ve zühd sahibi nice insanlar, hep mü'minlerin analarının rahle-i tedrisinde çıraklık yapmış ve her biri birer bahr-i muhit bu kadınların feyiz kaynaklarından kana kana içmişlerdi.

Görüldüğü gibi, Allah Resûlü, ileride büyük birer mürşide olabilecek kadınları seçiyor, hane-i saadetinde onlara yetişme ve yetiştirme imkânı hazırlıyor ve gelecek adına bu büyük istidatları, dava-yı nübüvvetin vârisleri hâline getiriyordu. Bu mübarek kadınlar arasında, Allah Resûlü'nün esas gaye ve hedefine hizmet etmeyecek bir tek kadın yoktu. İşin başında ve kuruluş devrinde, nasıl Hz. Hatice Validemiz (radıyallâhu anhâ) bütün varlığını, O'nun yolunda bitirip tüketti ise diğer hanımları da, ilim ve İslâm'ı neşretme mevzuunda aynı cömertlikte bulunmuşlardı. Bundan da anlaşılıyor ki Hz. Hatice Validemiz'den başlayarak -ki o zaman Efendimiz henüz peygamber olarak gönderilmemişti, fakat peygamberliğe ait emarelerle tülleniyordu- diğer bütün hanımlarını firaset ve nübüvvet nuruyla keşfetmiş, öylece seçmişti. Zaten bu kadar isabeti başka türlü izah etmek de mümkün değildir.

[1] Bkz.: İbn Kesîr, el-Bidâye ve'n-nihâye, 3/29-30.
[2] Bkz.: İbn Hişâm, es-Sîratü'n-nebeviyye, 2/193; İbn Kesîr, el-Bidâye ve'n-nihâye, 3/82-83.
[3] İbn Hişâm, es-Sîratü'n-nebeviyye, 2/164; İbn Kesîr, el-Bidâye ve'n-nihâye, 3/66.
[4] Buhârî, menâkıb 6; Müslim, fedâilü's-sahabe 132-133.
[5] Buhârî, menâkıb 6; Müslim, fedâilü's-sahabe 132-133; İbn Hacer, el-İsâbe, 7/127.
[6] Ebû Nuaym, Hilyetü'l-evliyâ, 1/156.
[7] Taberânî, el-Mu'cemü'l-evsat, 7/305.
[8] Müslim, imâre 16-17.
[9] Tirmizî, menâkıb 16; Hâkim, el-Müstedrek, 7/175.
[10] Buhârî, fedâilü'l-ashab 5-7; Müslim, fedâilü's-sahabe 29.
[11] Müslim, salâtü'l-müsafirîn 294; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/112.
[12] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 5/256, 257.
[13] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/422.
[14] Müslim, fedâilü's-sahabe 131; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/421-422, 425.
[15] Buhârî, fedâilü'l-ashab 9; Müslim, fedâlü's-sahabe 34.
[16] Buhârî, fedâilü'l-ashab 25, Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/204.
[17] Taberî, Tarihü'l-ümem ve'l-mülûk, 2/315; İbn Esîr, el-Kâmil fi't-tarih, 2/242.
[18] Buhârî, fedâilü'l-ashab 17; Müslim, fedâilü's-sahabe 63; İbn Hacer, el-İsâbe, 1/49.