Karanlık Bir Devre
Tevhid akidesinin sarsıldığı her zaman dilimi karanlıktır. Zira semavat ve arzın nuru olan Allah inancının bütün sinelere hâkim olmaması, ruh ve vicdanları simsiyah hâle getirir. Böyle bir kalb ve vicdanın eşya ve hâdiselere bakış keyfiyeti miyop ve bulanık olacağından, o insan kapkaranlık bir dünyada, hep yarasalar gibi yaşayacaktır.
Din ve dine ait bütün esasların temelinden sarsılmış, semavî dinlerin de bizzat müntesipleri tarafından tahrif edilmiş olduğu bir dönemde, belki birkaç muvahhit, isimlendiremedikleri, bilemedikleri, dolayısıyla da yolunda kullukta bulunamadıkları bir Allah'a (celle celâluhu) inanıyorlardı; ama sesleri o kadar zayıf çıkıyordu ki, hiç mi hiç kimsenin dikkatini çekmiyordu.[1]
1. Cahiliyede Putperestlik
Bütün müşrikler Kâbe'ye doldurdukları putlarına kullukla övünüyor ve teselli oluyor, içlerinde az bilgisi olanlar ise, bu putları sadece Allah'a (celle celâluhu) yaklaştırıcı birer vasıta olarak kabul ettiklerini söylüyorlardı. Bir âyette bu husus şöyle ifade edilmektedir: مَا نَعْبُدُهُمْ إِلاَّ لِيُقَرِّبُونَا إِلَى اللّٰهِ زُلْفَى"Biz onlara, sırf bizi Allah'a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz (derler.)"[2]
Böylece, insanın fıtratına bir önemli emanet olarak tevdi edilmiş olan kulluk duygusu, bir kere daha suiistimal edilmiş oluyor, bir kere daha ihanete uğruyordu. Ağaca, taşa, toprağa, güneşe, aya, yıldıza kullukta bulunuyor; hatta helva ve peynir gibi yenecek nesnelerden kendi elleriyle yaptıkları putlara bir süre tapıyor, sonra da karınları acıkınca bu şeyleri yiyorlardı.
Bu fersûde düşünceyi ve bu köhneleşmiş anlayışı Kur'ân‑ı Kerim şöyle dile getirir:
وَيَعْبُدُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ مَا لاَ يَضُرُّهُمْ وَلاَ يَنْفَعُهُمْ وَيَقُولُونَ هَؤُلاَءِ شُفَعَاؤُنَا عِنْدَ اللّٰهِ قُلْ أَتُنَبِّئُونَ اللّٰهَ بِمَا لاَ يَعْلَمُ فِي السَّمَوَاتِ وَلاَ فِي اْلأَرْضِ سُبْحَانَهُ وَتَعَالَى عَمَّا يُشْرِكُونَ
"Onlar Allah'ı bırakıp, kendilerine ne zarar ne de fayda veremeyecek şeylere tapıyorlar ve: 'Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir.' diyorlar. De ki: 'Siz Allah'a göklerde ve yerde bilemeyeceği bir şeyi mi haber veriyorsunuz?' Hâşâ! O, onların ortak koştukları her şeyden uzak ve yücedir."[3]
أَلاَ ِللّٰهِ الدِّينُ الْخَالِصُ وَالَّذِينَ اتَّخَذُوا مِنْ دُونِهِ أَوْلِيَاءَ مَا نَعْبُدُهُمْ إِلاَّ لِيُقَرِّبُونَا إِلَى اللّٰهِ زُلْفَى إِنَّ اللّٰهَ يَحْكُمُ بَيْنَهُمْ فِي مَا هُمْ فِيهِ يَخْتَلِفُونَ إِنَّ اللّٰهَ لاَ يَهْدِي مَنْ هُوَ كَاذِبٌ كَفَّارٌ
"Dikkat et, hâlis din ancak Allah'ındır. O'nu bırakıp kendilerine birtakım dostlar edinenler: 'Onlara, bizi Allah'a daha çok yaklaştırsın diye kulluk ediyoruz.' (diyorlar). Şüphesiz ki Allah, ayrılığa düştükleri şeyde aralarında hüküm verecektir. Şüphesiz Allah, yalancı ve inkârcı kimseyi doğru yola iletmez."[4]
Bir de bu sapık düşüncelerine mazeret arıyorlardı. En büyük mazeretleri de atalarını bu işleri böyle yapar bulmalarıydı: وَإِذَا قِيلَ لَهُمُ اتَّبِعُوا مَا أَنْزَلَ اللّٰهُ قَالُوا بَلْ نَتَّبِعُ مَا أَلْفَيْنَا عَلَيْهِ آبَاءَنَا أَوَلَوْ كَانَ آبَاؤُهُمْ لاَ يَعْقِلُونَ شَيْئًا وَلاَ يَهْتَدُونَ"Onlara (müşriklere), 'Allah'ın indirdiğine uyun!' denildiği zaman onlar, 'Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız.' dediler. Atalarının akılları hiçbir şeye ermemiş ve doğruyu bulamıyor iseler de mi?.."[5]
2. Kız Çocuklarının Dramı
Cahiliye devrine ait bir başka kötülüğü de Kur'ân-ı Kerim şöyle anlatır:
وَإِذَا بُشِّرَ أَحَدُهُمْ بِاْلأُنْثىَ ظَلَّ وَجْهُهُ مُسْوَدّاً وَهُوَ كَظِيمٌ $ يَتَوَارَى مِنَ الْقَوْمِ مِنْ سُوءِ مَا بُشِّرَ بِهِ أَيُمْسِكُهُ عَلَى هُونٍ أَمْ يَدُسُّهُ فِي التُّرَابِ أَلاَ سَاءَ مَا يَحْكُمُونَ
"Onlardan biri kız ile müjdelendiği zaman, pek öfkeli olarak yüzü simsiyah kesilir. Kendisine verilen müjdenin sevimsizliğinden dolayı kavminden gizlenmek ister. Onu, hakarete katlanarak yanında mı tutacak, yoksa toprağa mı gömecek? (Bunu düşünür durur.) Bak ne kötü hüküm veriyorlar!.."[6]
Evet, onlardan herhangi biri, kız çocuğu olduğu bişaretini aldığı zaman, öfkeden yutkunup duruyor.. bu yüzden de yüzü simsiyah kesiliyor ve bu acı müjdeden dolayı halkın içine çıkıp görünmekten de utanıyordu. O böyle bir haberi o kadar kötü buluyordu ki, kaybolmak, gizlenmek, bir deliğe girip saklanmak istiyor ve iki alternatiften birine katlanmak zorunda olduğuna inanıyor, tereddütler içinde bocalıyor ve bir karar veremiyordu: Ya cemiyet içinde düştüğü horluğa katlanıp o çocuğu hayatta bırakacak veya şerefini temizlemek için (!) o kız çocuğunun vücudunu ortadan kaldıracaktı.
İşte kadın, cahiliye döneminde böylesine istihkar ediliyordu.. ve bu istihkar, tezyif, terzil sadece cahiliye Araplarına mahsus da değildi. Roma ve Sâsâni İmparatorluklarında da durum aynıydı. Bu itibarla denebilir ki; İslâm'ın, cahiliye Arapları arasındaki, kadınlık dünyasıyla alâkalı o müthiş tespit ve inkılâbı, aynı zamanda topyekün dünya kadınlığı adına, insanlık tarihinde eşi benzeri olmayan bir operasyondur.
Evet, ilk defa Kur'ân, bu tür canavarlığın önüne çıkıyor ve hangi sebeple ve ne şekilde olursa olsun çocukların öldürülmesini yasaklıyor: وَلاَتَقْتُلُوا أَوْلاَدَكُمْ مِنْ إِمْلاَقٍ نَحْنُ نَرْزُقُكُمْ وَإِيَّاهُمْ"Fakirlik yüzünden çocuklarınızı öldürmeyin; sizin de onların da rızkını Biz veririz."[7]
Sanki Cenâb-ı Hak onlara şöyle diyordu: Çocuklarınızı niçin öldürüyorsunuz? Sizi de onları da rızıklandıran Benim. Görmüyor musunuz, zemin, binler sofralar hâlinde hazırlanıp sizin emrinize sunuluyor. Sema sizin imdadınıza koşuyor. Bulutları sizin için sevk edip oradan yağmur ve kar yağdıran, sonra da zemin yüzünde milyonlarca türde bitkiyi bitiren Benden başka kim olabilir? Bütün bunları gördüğünüz hâlde, hangi vicdan, hangi insaf ve hangi akılla rızık korkusuna düşüyor da çocuklarınızı öldürüyorsunuz? Sakın unutmayın; böyle yapanlar Allah'a (celle celâluhu) hiç mi hiç muhatap olma liyakatine eremeyecekler ama; bir gün o masumlar muhatap kabul edilerek, hangi cürümleri sebebiyle öldürüldükleri kendilerine sorulacak ve evlâtlarını öldüren o zalimler de, bu zulümlerinin cezasını mutlaka göreceklerdir.
İşte وَإِذَا الْمَوْؤُدَةُ سُئِلَتْ * بِأَيِّ ذَنْبٍ قُتِلَتْ"Diri diri toprağa gömülen çocuklara, 'Suçunuz neydi, hangi günah sebebiyle öldürüldünüz?' diye sorulduğunda..."[8] mealiyle verdiğimiz âyet, o müthiş ürperticiliğiyle bize bu devrin ahlâkını anlatmaktadır.
Bir gün bir sahabi, Allah Resûlü'nün huzuruna gelerek cahiliyeye ait bu canavarlığı şöyle dile getirmişti: "Yâ Resûlallah! Biz cahiliye devrinde kız çocuklarımızı diri diri gömerdik. Benim de bir kız çocuğum vardı. Annesine, 'Bunu giydir, dayısına götüreceğim.' dedim. (Kadın bunun ne demek olduğunu bilirdi. Ciğerpâresi, evlâdı biraz sonra bir kuyuya atılacak ve orada çırpına çırpına can verecekti. Ne var ki, kadının böyle bir canavarlığın önüne geçme hak ve salâhiyeti yoktu. Yapabileceği tek şey, için için ağlayıp gözyaşı dökmekti.) Hanımım dediğimi yaptı. Çocuk hakikaten dayısına gideceğini zannediyor ve cıvıl cıvıl koşuşuyordu. Elinden tutup daha önce kazdığım bir kuyunun yanına getirdim. Ona kuyuya bakmasını söyledim. O tam kuyuya bakayım derken, sırtına bir tekme vurdum ve onu kuyuya yuvarladım. Fakat her nasılsa, eliyle kuyunun ağzına tutundu. Bir taraftan çırpınıyor, diğer taraftan da: 'Babacığım üzerin tozlandı.' deyip elbisemi silmeye çalışıyordu. Buna rağmen bir tekme daha vurdum ve onu diri diri toprağa gömdüm."
Adam bunu anlatırken Allah Resûlü ve yanındakiler hıçkıra hıçkıra ağlıyorlardı. Orada oturanlardan birisi: "Be adam, Resûlullah'ı hüzün içinde bıraktın!" deyince, Efendimiz, adama: "Bir daha anlat!" dedi. Adam hâdiseyi bir kere daha anlattı. İki Cihan Serveri'nin gözlerinden süzülen yaşlar mübarek sakalından aşağıya akıyordu.[9]
Allah Resûlü hâdiseyi tekrar ettirmekle sanki şunu anlatmak istiyordu: "İşte siz İslâm'dan evvel böyleydiniz. Tekrar tekrar anlattırdım ki, İslâm'ın size kazandırdığı insanlığı bir kere daha hatırlamış olasınız!"
Bu acılardan acı misalde görüldüğü gibi, o gün insanlık müthiş bir buhran geçiriyordu; her gün çölün karanlıklarında binbir fezâyiin yanında bir de derin derin çukurlar kazılıyor ve nice masum çocuk onların içinde can veriyordu. Beşer, vahşette sırtlanları çoktan geride bırakmıştı. Dişsiz olanın hakk-ı hayatı yoktu ve mutlaka bir dişlinin keskin dişleri arasında paralanmaya mahkûmdu. Cemiyet bunalımlar içindeydi. Bu bunalımlara "Dur!" diyecek kimse de yoktu.
Tam bugünlerde varlığın ille-i gâiyesi olan O, insanların içinden ayrılıyor; ümmetinin daha sonra "Nur Dağı" diyeceği "Hira Mağarası"na çekiliyor ve gözleri ufuklarda kurtuluş şafakları bekliyordu. Herhâlde o esnada başını secdeye koyuyor, saatlerce yalvarıyor ve Rabbinden insanlığı kurtaracak bir halaskâr talep ediyordu. Buhârî ve Müslim'de bu hâdise anlatılırken فَيَتَحَنَّثُ فِيهِtabiri kullanılır. Bu tabir kendini ibadete vermek, inzivaya çekilmek mânâlarına gelir. Evet, Allah Resûlü bazen günlerce Mekke'ye dönmüyor ve orada kalıyordu. Ancak azığı bittiğinde geliyor ve yetecek kadar azık alıp tekrar gidiyordu.[10]
O, herhâlde bir taraftan varlığı, varlığın perde arkasını, hilkati ve hilkatin gayesini; diğer taraftan da, şirazeden çıkmış insanlığı, onun ürperten hâlini ve yürekler acısı melâlini düşünüyordu...
3. Değişen Değerler
Evet, cemiyet öyle bir hâle giriftar olmuştu ki, bütün insanî değerler ters yüz edilmiş, faziletler ayıp, ayıp ve kusurlar ise birer fazilet gibi itibar görmeye başlamıştı. Canavarlık alkışlanıyor ve insanlık horlanıyordu. Kurtlar çoban olmuş, çalım çakıyor; koyunlar bu merhametsiz çobanların elinde inim inim inliyordu. Fuhuş, zina, ahlâksızlık öyle yaygınlaşmıştı ki, çoğu kimse babasını bilmiyor ve tanımıyordu. Hasep ve nesep bütün bütün kuruyup gitmişti. İçki ve kumar hiç de ayıp sayılan şeyler değildi. İhtikâr normal bir hâdise gibi değerlendiriliyor, çeşit çeşit spekülâsyonlarla insanlığın kanını emmek mârifet ve akıllılık sayılıyordu.
İşte bütün bu olup bitenlere "Dur!" diyecek bir "İksir Sözlü"ye ihtiyaç vardı. İhtiyaç o derece şiddetli idi ki, birden Rahmet ihtizaza geldi ve derken Efendiler Efendisi'nin risalet vazifesiyle gönderilmesine bâdi oldu ve O'nun gelişiyle birden her şey değişiverdi. Evet, dev şair Ahmed Şevki'nin de dediği gibi:
وُلِدَ الْهُدَى فَالْكَائِنَاتُ ضِيَاءُ وَفَمُ الزَّمَانِ تَبَسُّمٌ وَثَنَاءُ
"Hidayet doğdu, kâinat bütünüyle ışık oldu.
Artık zamanın dudaklarında tatlı bir tebessüm ve sena var."
Karanlık olan zaman ve mekân, Hz. Muhammed Aleyhisselâm'ın getirdiği ışıkla, tebessüm eden bir gül demeti hâline geliverdi ki seneler sonra, hicret esnasında Medine halkı O'nu karşılarken:
طَلَعَ الْبـَدْرُ عَلَيْنَا مِنْ ثَنِيَّاتِ الْوَدَاعِ وَجَبَ الشُّكْرُ عَلَيْنَا مَا دَعَا لِلّٰهِ دَاعٍ
"Seniye-i Veda'dan bir Ay doğdu. Her dua ve davette bulunan, dua ve davette bulunduğu müddetçe üzerimize şükür vacib oldu."[11] bütün bu duyguları dile getiren nağmelerle karşılayacaklardı. Evet, işte tertemiz nâsiyeliler, tertemiz ağızlarıyla bu tertemiz nağmeleri terennüm ediyorlardı.
[1] Bkz.: İbn Kesîr, el-Bidâye ve'n-nihâye, 2/238.
[2] Zümer sûresi, 39/3.
[3] Yunus sûresi, 10/18.
[4] Zümer sûresi, 39/3.
[5] Bakara sûresi, 2/170.
[6] Nahl sûresi, 16/58-59.
[7] En'âm sûresi, 6/151.
[8] Tekvir sûresi, 81/8-9.
[9] Dârimî, mukaddime 1.
[10] Buhârî, bed'ü'l-vahy 3; Müslim, iman 252.
[11] İbn Kesîr, el-Bidâye ve'n-nihâye, 3/197; 5/23; İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, 8/129.
- tarihinde hazırlandı.