Nübüvvetinden Evvel de O (sav) Bir Nebî Gibi Yaşamıştı
1. Emniyet İnsanı
O'nun çocukluk, gençlik ve olgunluk dönemlerinin hepsi, peygamberliğinin mukaddimesi, basamakları ve merdivenleri mahiyetindeydi. Öyle ki, O'nu tanıyanların birçoğu risaletini ilân eder etmez hemen O'na inanıp teslim olmuşlardı.
Zira O, hayatında bir kere dahi yalan söylememişti. Ve işte bu insan, şimdi Allah'tan (celle celâluhu) bahsediyor ve peygamber olduğunu söylüyordu. En küçük meselelerde dahi hilâf-ı vaki söylemeyen bir insan nasıl olur da böyle büyük ve ulvî bir meselede yalan söyleyebilirdi?[1] Bu asla mümkün değildi. İşte o günün insanı böyle düşünüyor, herkes olmasa bile inat ve hasedi terk edenler derhal imana geliyorlardı. Yaşadığı devir, evet, cahiliye devriydi. Fakat bu isim O'nun hususî zamanının dışında kalanların yaşadığı hayata verilen bir isimdi. Yoksa O hiçbir zaman cahiliye devrini yaşamamıştı. O, emin bir insandı.. O'nu herkes de böyle kabul ediyordu. Öyle bir emindi ki; sözgelimi sefere çıkmayı düşündünüz, hanımınızı bir yere bırakmanız lâzım geldi. Gidip hiç tereddüt etmeden Hz. Muhammed'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) bırakabilirdiniz.. siz gelinceye kadar kaşını kaldırıp ona bakmayacağına kat'iyen şüpheniz olmazdı. Malınızı birisine teslim etmeyi mi düşündünüz? Hiç tereddüt etmeden gidip Muhammedü'l-Emîn'e teslim edebilirdiniz.. edebilirdiniz de malınızın zerresine dahi zarar gelmeyeceğine inanırdınız. Bir mesele hakkında sözün en doğrusunu öğrenmek mi istiyordunuz? Hemen doğruluğun andelîb-i zîşanı o sadakat timsaline koşar, O'nu dinler, O'ndan işittiklerinize göre hüküm verir ve O'nun beyanlarını her işinizde esas kabul ederdiniz; zira O, hayatında bir kere dahi olsa yalan söylememiştir.
Delil mi istiyorsunuz? İşte O, Safâ tepesine çıkmış ve etrafını çeviren insanlara soruyor: "Şu dağın arkasından bir ordu, size hücum etmek üzere geliyor dersem bana inanır mısınız?" Herkes bir ağızdan "Evet inanırız. Çünkü senin hiç yalan söylediğini duymadık."[2] diyor. Bunu söyleyenler arasında Ebû Leheb gibi din düşmanları da vardır. Ancak hepsi de O'nun doğruluğunu tasdik ve güvenilirliğini teslim etmektedir.
O, daha anne karnında iken babasını kaybetmişti; beş-altı yaşına vardığında da annesini kaybetti. Bunun üzerine O'nu dedesi Abdülmuttalib himayesine aldı.. derken sekiz yaşına henüz basmıştı ki dedesi de vefat etti. Sanki kader O'nu, her şeyden tecrit ediyor ve bütünüyle Allah'a (celle celâluhu) teslim olmaya hazırlıyor gibiydi. O'na el uzatabilecek bütün hâmiler teker teker gidiyor ve nur-u tevhid içinde ehadiyet sırrının zuhuruyla doğrudan doğruya ve fiilen Cenâb-ı Hakk'ın himayesi ihtar ediliyordu. O, "Kelime-i Tevhid" ve "Hasbünallah" cümlesini ta baştan vicdanında duyarak söylemeliydi. Onun için de, zâhirî esbâbın bütünüyle devre dışı kalması gerekiyordu. Ve öyle de oldu...
Allah'ın (celle celâluhu) kulu mânâsına gelen "Abdullah", emin ve doğru kadın mânâsına gelen "Âmine" O'nun dünyaya gelmesine sebep ana ve babaya ait isimlerdi. Evet O, emniyet doğuran, emniyetin emanetçisi bir kadından dünyaya geliyordu. Risaletten evvel ubûdiyetle serfiraz olan bu şeref-i nev-i insanın babasının adı da "Allah'ın kulu" mânâsını taşıyordu. Bunlar rastlantı değildir; değildir zira bunları takdir buyuran Allah'tır (celle celâluhu).
2. O, Yetim Büyüdü
O, yetim olarak büyüdü. İleride yükleneceği çok ağır bir yük, büyük bir vazife vardı. Ve ona şimdiden hazırlanması gerekiyordu. Tevekkülün zirvesinde, bütün güçlüklere göğüs gerebilecek bir yapıda yetişmeliydi. Zenginliğin şımarttığı veya sefaletin, yoksulluğun tamamen pısırıklaştırdığı bir insan olmaktan Allah (celle celâluhu) O'nu korudu. Ve hayatının her safhasında itidal ve istikameti muhafaza eden, ifrat ve tefritten uzak bir insan olarak yetişmesini temin etti.
Bir liderin, bu türlü sıkıntılı günlerden geçmesi çok mühimdir. Yetimliğin ne demek olduğunu bilmelidir ki, raiyetine şefkatli bir baba gibi davranabilsin. Fakirliği tatmış olmalı ki, idaresi altındakilerin durumunu idrak edip onlara öyle muamele etsin. İşte Allah Resûlü'nün yüce ahlâkı içinde bir nüve hâlinde bulunan, yetime ve fakire el uzatma, onları görüp gözetme hasleti, yaşadığı bu hayatın suyu, toprağı ve havasıyla besleniyordu. Sonra O, zirvelere çıktığı zaman da bu ilk hâlinden hiç mi hiç taviz vermeden ve hayatı boyunca yaşama tarzını değiştirmeden dümdüz yaşamış, benzeri olmayan bir şahsiyettir. Ömrünce yetimi azarlamadı ve isteyeni boş çevirmedi. Zira bunu O'na bizzat Cenâb-ı Hak talim ve emir buyurmuştu:
أَلَمْ يَجِدْكَ يَتِيماً فَآوَى * وَوَجَدَكَ ضَالاًّ فَهَدَى * وَوَجَدَكَ عَائِلاً فَأَغْنَى * فَأَمَّا الْيَتِيمَ فَلاَ تَقْهَرْ * وَأَمَّا السَّائِلَ فَلاَ تَنْهَرْ * وَأَمَّا بِنِعْمَةِ رَبِّكَ فَحَدِّثْ *
"O seni yetim bulup barındırmadı mı? O seni hayrette bulup hidayet etmedi mi? Seni fakir bulup, zengin etmedi mi? Öyle ise yetimi hor görme. Dilenciyi azarlama. Rabbinin nimetini de anlat da anlat."[3]
Ben ne zaman bu sûreyi okusam, babam senelerce önce vefat etmiş olmasına rağmen yine de onu bir şefaatçi gibi Allah Resûlü'ne arz eder ve beni de kapısından kovmaması için o büyük ruha: "İşte kapında bir yetim! Ne olur, bu yetimi kovma kapından!" derim.
a. Abdülmuttalib'in Yanında
Abdülmuttalib, O'ndaki peygamberlik nurunu çok önceden sezmişti. O'nunla beraber geçen günleri hep bereketli ve yümünlü geçiyordu. O'nu büyüklerin meclislerinde oturtuyor, O'na izzet ve ikramda bulunuyordu.[4] O'nda insanlığın kurtuluşunu görüyordu. Allah Resûlü'nün bakışlarında bir derinlik vardı ki, bir başkasında bu bakışlardaki derinliği görmek mümkün değildi. Belki de atalarından peygamber olduğu rivayet edilen Lüey, kendi neslinden böyle bir peygamber geleceğini müjdelemiş ve Abdülmuttalib bu müjdeye istinaden Allah Resûlü'nün peygamber olacağını keşfetmiş veya hissetmişti. Hatta denebilir ki bundan dolayı torununu çok aşırı şekilde seviyor ve O'nu kendi gözünden bile kıskanıyordu. Vefat edeceği an, bu dev adam, Muhammed'ini bir daha bağrına basıp sevemeyeceğinden hıçkıra hıçkıra ağlamıştı. Düşünün ki; Ebrehe ordusu karşısında sarsılmayan ve senelerce süren Ficar harpleri esnasında dünya kadar düşman kabilelerle yaptığı savaşlarda gözü dahi nemlenmeyen bu büyük insan, kutlu torunundan ayrılacağı mülâhazasıyla bir çocuk gibi hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Böylece Abdülmuttalib vesayeti de bitiyor demekti. Evet o da son vasiyetini yaparak gözlerini hayata yumdu. Artık bundan böyle O "Dürr-i Yektâ"yı Ebû Talib himayesine alacaktı.
b. Ebû Talib'e İntikal
Ebû Talib sözünde durdu. Allah Resûlü'nü kırk seneye yakın himaye etti ve O'na muzahir oldu. O'nun bu iyiliği karşılıksız kalmadı. Cenâb‑ı Hak da O'na Hz. Ali (radıyallâhu anh) gibi evlât nasip etti. Her nebinin nesli kendinden devam ediyordu. Hâlbuki Allah Resûlü'nün nesli, Hz. Ali'den devam edecekti. Hatta Efendimiz'e isnat edilen böyle bir rivayet olduğu da söylenmektedir.[5]
Hz. Ali (radıyallâhu anh), İki Cihan Serveri'nin vilâyet yönünü temsil ediyordu. Bu itibarla o bütün velilerin sertacı sayılır. Kıyamete kadar gelecek bütün tarikat erbabının, bütün ricalin takdirle yâd edip inkıyat edeceği, sultanlar sultanı, Şâh-ı Merdân, Haydar-ı Kerrâr, Damad-ı Nebi, Aliyyü'l-Murtaza; Ebû Talib'e, Allah Resûlü'ne karşı gösterdiği mürüvvetin bir hediye ve bir karşılığı gibiydi.
Ebû Talib de babası Abdülmuttalib gibi sadece zâhirî bir sebepten ibaretti. O'nu asıl himaye eden ve yetiştiren Cenâb-ı Hak'tı. Allah (celle celâluhu) bir taraftan o mümtaz şahsiyeti nebi olma seviyesine yükseltirken, diğer taraftan cemiyeti, O'nu kabul edebilecek kıvama getiriyordu. Gün geçtikçe, O'nun nübüvvetine olan işaretler netleşiyor ve Hz. Muhammed Aleyhisselâm, herkesin konuştuğu ve herkesin yakından tanıdığı bir insan olarak hep gündemdeki muallâ yerini muhafaza ediyordu.
[1] Buhârî, bed'ü'l-vahy 3.
[2] Buhârî, tefsir (111) 1-2; Müslim, iman 355-356.
[3] Duhâ sûresi, 93/6-11.
[4] İbn Hişâm, es-Sîratü'n-nebeviyye, 1/127.
[5] Taberânî, el-Mu'cemü'l-kebîr, 3/43.
- tarihinde hazırlandı.