O, Ayrı Buudların İnsanıdır
Günümüzün zavallı insanı, nice değer ölçülerini kaybettiği gibi, peygamberlere ve özellikle de peygamberler sultanı Hz. Muhammed Aleyhisselâm'a karşı, bakışı, tavrı, düşüncesi de tamamen alt-üst olmuş durumda. Oysaki O'nu, herhangi bir insan gibi beşerî kriterlerle değerlendirmemiz kat'iyen doğru değildir. Hatta mümkün de değildir. Zira O, yeryüzünü yeniden dizayn etmek ve insanlığa yeni ufuklar açmak üzere müstesna bir ruh ve müstesna kabiliyetlerle donatılarak gönderilmiş bir insandır.. ve O'nu takdir bizim kriterlerimizi aşar. Bu itibarla, kim ne anlatırsa anlatsın O'nu tam anlatmış olamaz. O'nu en iyi anlayanlardan biri olan Hassan b. Sabit'in:
وَمَا مَدَحْتُ مُحَمَّداً بِمَقَالَتِي وَلَكِنْ مَدَحْتُ مَقَالَتِي بِمُحَمَّدٍ
"Ben sözlerimle Muhammed'i (sallallâhu aleyhi ve sellem) övmedim. Fakat O'nunla sözlerimi methettim."[1] dediği gibi, bütün güzel sözlere güzellik kazandıran, o sözler içindeki O'nun yâd-ı cemîlidir. Yoksa bizim ifadelerimizin O'na kazandıracağı hiçbir şey yoktur. Küçük tasarruflarla aynı sözü Ebû Temmâm da[2] kullanır.. asrın büyük mütefekkiri de Kur'ân için aynı sözleri söyler:
وَمَا مَدَحْتُ الْقُرْآنَ بِكَلِمَاتِي وَلَكِنْ مَدَحْتُ كَلِمَاتِي بِالْقُرْآنِ[3]
Bütün bunlar bir ölçüde aynı duygu ve aynı düşünceyi paylaşmanın neticesidir. Hepsi de ilhamlarını aynı kaynaktan almış ve aynı şeyleri, ayrı ibarelerle söylemiş kimselerdir; bazısının mücmel bıraktığını diğeri tafsil edip açıklamış; bazısı daha şairâne gitmiş ama hep aynı mihver etrafında dönüp durmuşlardır. Aynı şekilde bizler de, her yönüyle tahdis-i nimet olan, O'na ümmet olmanın ayrıcalığını yaşıyor ve coşkunluğumuzu haykırıyoruz: Rabbimiz'e ne kadar hamd ve şükretsek azdır ki, bizleri en büyük bir nimetle serfiraz kılmış ve Hz. Muhammed Mustafa'ya (sallallâhu aleyhi ve sellem) ümmet eylemiştir. Bu bir fazl-ı ilâhîdir. O fazlını istediğine ve istediği ölçüde verir. Ancak bize verdiği, hiçbir ölçü ve tartıya gelmeyecek kadar engindir. Evet başkalarına göre bize bahşedilen, sahili olmayan bir ihsan denizidir...
Ancak, meselenin bir de diğer yönü var ki, sormadan edemeyeceğim: Acaba O Sultan'a lâyık bir gönül tahtına sahip miyiz? Sultan tahtında ârâm etmekte midir? Gönüllerimiz her an O'na açık mıdır? Otururken, kalkarken, yerken, içerken ve bütün hareketlerimizde Hz. Muhammed Aleyhisselâm'ın mülâhazası kalb ve aklımıza hâkim midir?. ve hayatımız bütünüyle O'nun çizgisinde midir?..
Eğer cevabımız müsbet ise, işte o zaman, turnayı gözünden vurduk demektir. Artık rüya ve hülyalarımızı, hep O'nun güzel yüzlü nur cemali süslüyor ve dolayısıyla da bizler Muhammedî bir cemaat hâline gelmişiz demektir. Ahlâken O'nun ahlâkıyla ahlâklanan, hayatının her safhasını Muhammedî edep ile süsleyen bir cemaat ise, yeryüzünün denge unsurudur. Kanaatim odur ki, henüz bu dengeyi bulamayışımızın bir tek sebebi vardır; o da Muhammedî ruhta istenen seviyeye ulaşamayışımızdır.
O, Allah'ın hususî olarak yarattığı ısmarlama bir insandır. Bir insan olarak aramıza katılışı bizler için en büyük bahtiyarlıktır. Çünkü Cennetler bile O'nun teşrifiyle şeref kazanmıştır ve şeref kazanacaktır. Bu itibarla, insanımıza O'nu, hem de kendi kametine uygun anlatabilmek bizim için en büyük vazifedir. Zira insanlık O Sultanı anladığında ve O'na tâbi olduğunda hakikî insanlığa erecektir. Ben de buna niyetlendim. Ancak bu meydanın eri, bu hutbenin hatibi olmadığımı ta baştan itiraf ettim. Şu kadar var ki, O'nun anlaşılmasına çalışmam tek arzum.. ve işte, bütün hünerim de bu mevzudaki samimiyetimdir...
Uzun süre kendimi kapısında bir "kıtmîr" olarak düşünmüş, öyle teselli bulmuştum. Fakat gün geçtikçe ümidimi de kısmen kaybettim. Sonra kendime şöyle dedim: Keşke bir insan olarak yaratılacağıma, O'nun mübarek vücudunun bir yerinde bir kıl olarak yaratılsaydım. Evet, Cenâb-ı Hakk'ın böyle hususî lütuflarına mazhar bir insana bu kadar yakın olabilseydim.. hep böyle düşündüm durdum. Ancak, böyle bir mazhariyete de liyakatim olmadığını O'nu tanıdıkça daha iyi anladım. Şimdi bütün arzum ve isteğim sadece O'nun ümmeti içinde bulunabilmekten ibarettir. Zira ümidim odur ki, Cenâb‑ı Hak, böyle bir cemaat arasında bulunanı O'nun şefaatinden mahrum etmeyecek ve هُمُ الْقَوْمُ لاَ يَشْقَى بِهِمْ جَلِيسُهُمْ "Onlar öyle bir topluluk ki, onlarla beraber olan asla mahrum kalmaz"[4] diyecek ve beni de o topluma dahil edecektir.
Evet, buna rağmen O Muallâ Zât'ı anlatmaya niyetlendim. Neslimin gönlüne O'na ait sevgi ateşini tutuşturacak bir kıvılcım atabilmek bütün gayretim. Ne diyeyim?. Ben de hacca niyetlenen karınca gibi derim!. Zaten o yolda ölmek bütün emelim...
O, apayrı buudların insanıdır. Bizlere düşen, kendimizi O'nun çizgisine ve frekansına göre ayar etme gayretidir. Bu temin edildiğinde, arada açık ve şifreli konuşmalar başlar. Komutu bizzat Resûlullah verir. İdareyi O ele alır. O'nun idare edeceği bir cemaat ve cemiyetin keyfiyeti ise, melekleri gıptaya sevk edecek derecede ulvî, derin ve her türlü izah ve tasvirden vârestedir.
Belki bazılarına bu dediklerimiz objektif gelmeyebilir. Ne gam; her gün üç-beş dırahşan çehreli genç mânen Resûlullah'tan bir kısım bişaretler aldıktan sonra!. Ve yine bazıları perdesiz, hicapsız, doğrudan doğruya hem de şehadet âleminde O'nunla münasebete geçtiğini söyledikten sonra!..
O ruhaniyatıyla ve bazılarına göre de nuranîleşen cismaniyetiyle daima aramızdadır. İmam Suyûtî yetmişten fazla bizzat Allah Resûlü'yle açıktan görüştüğünü söyler.[5] Evet, O, bizim anladığımız mânâda ölmemiş; sadece buud değiştirmiştir. O'nun ölümünü herhangi bir insanın ölmesi gibi anlamak yanlış olur. Zira Kur'ân, peygamberlik makamının iki derece daha aşağısında bulunan şehitlik mertebesine erenlere dahi ölü denilmemesini söylemektedir.[6] Öyleyse, bizim anladığımız mânâda O'na "Öldü" demek nasıl mümkün olabilir!? Evet, O'nun, sadece ayrı bir buuda geçtiğini söyleyebiliriz. Onun içindir ki, bakışı o buudlara ulaşabilen insanlar, O'nu orada bizzat görüp müşâhede edebilmektedirler...
Beden ve cismaniyetin zindanından kurtulup, kalb ve ruhun hayat derecesine erenler, mazi ve istikbali aynı anda yaşayabilirler. İşte o buudun insanları, şu anda hem sizinle yan yana oturur, hem de Asr-ı Saadet'te Allah Resûlü'yle diz dize bulunurlar. Ehlullahtan "ebdâl" denilen kimseler, aynı anda birçok yerde bulunabilmektedirler. Ya O Sultanu'r-Rusül, niçin hem ahirette, hem dünyada, hem bizim önümüzde hem de meleklerin ve nebilerin önünde bulunmasın? Bulunuyor ve bulunacaktır da..!
Bütün bu söylenenleri, bundan böyle anlatacaklarıma bir temel yapmak niyetindeyim. Peygamberlere ve Peygamberimiz'e bakarken, bakış zaviyesi ve niyet çok önemlidir. Enbiyâ-i izâm bir yana, evliyâ, asfiyâ, ebrâr ve mukarrabînin sezilip anlaşılması dahi hususî bir ruh safveti ve gönül berraklığı isterse, peygamberler nasıl cismaniyetin sisli-dumanlı ikliminde idrak edilip anlaşılabilir ki?..
Öyle ise, onları anlamaya çalışırken, bütün letâifimizle teveccüh edip dikkat kesilmemiz icap edecektir. Hele bakılıp anlaşılmak istenen Hz. Muhammed Aleyhisselâm'ın şahsiyeti ise, bu dikkat birkaç kere daha artırılmalıdır. Ne var ki, yine de herkes kendi kalb gözünün bakış gücüne göre bir şeyler görüp sezecek.. ve O'nu bütünüyle hiç kimse tam mânâsıyla kavrayamayacaktır. Evet:
وَكَيْفَ يُدْرِكُ حَقِيقَتَهُ قَوْمٌ نِيَامٌ تَسَلَّوْا عَنْهُ بِالْحُلُمِ
"Ömürlerini rüyalarla teselli olmakla geçiren uykudaki insanlar
O'nun hakikatini nasıl idrak edebilirler ki?!" (Bûsîrî)
[1] Ziyaeddin el-Mevsılî, el-Meselü's-sâir, 2/357; Kalkaşandî, Subhu'l-A'şâ, 2/321.
[2] Ziyaeddin el-Mevsılî, el-Meselü's-sâir, 2/357; Kalkaşandî, Subhu'l-A'şâ, 2/321.
[3] "Kur'ân'ın hakâik-i i'cazını ben güzelleştiremedim, güzel gösteremedim; belki Kur'ân'ın güzel hakikatleri benim tabiratlarımı da güzelleştirdi, ulvîleştirdi." (Bediüzzaman, Mektubat, 28. Mektup, 7. Mesele, 4. Sebep)
[4] Müslim, zikr 25; Tirmizî, daavât 129.
[5] Nebhânî, el-Fethu'l-kebîr, 1/7; Câmiu kerâmâti'l-evliyâ, 2/158.
[6] وَلاَ تَقُولُوا لِمَنْ يُقْتَلُ فِي سَبِيلِ اللّٰهِ أَمْوَاتٌ بَلْ أَحْيَاءٌ وَلَكِنْ لاَ تَشْعُرُونَ "Allah yolunda öldürülenler hakkında «ölü» demeyin. Bilakis, onlar diridirler, fakat siz bunun farkında değilsiniz." (Bakara sûresi, 2/154). وَلاَ تَحْسَبَنَّ الَّذِينَ قُتِلُوا فِي سَبِيلِ اللّٰهِ أَمْوَاتًا بَلْ أَحْيَاءٌ عِنْدَ رَبِّهِمْ يُرْزَقُونَ "Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü zannetme! Bilakis onlar hayatta olup, Rabbilerinin katında yaşarlar, rızıklanırlar." (Âl-i İmrân sûresi, 3/169)
- tarihinde hazırlandı.