Peygamberlerin Özellikleri

1. RABBANÎLİK

Hiçbir peygamber, düşünüp taşınıp şöyle bir sistem ortaya koyayım, diyerek işe başlamamıştır ve başlamaz. Risalet mevzuunda doğrudan doğruya Cenâb-ı Hak, insanlar içinden bir kimseyi peygamber yapmayı murad buyurur.. vakti ve zamanı gelince tamamen peygamberlik için yaratılmış bu seçkin insana, vazife, sorumluluk ve peygamberlik vazifesini duyurur, o da peygamberliğini ilan eder.

Her peygamber seviyesine göre, vahiyle gelir, vahiyle yaşar ve vahiy kesilince de gider. Bizim hayatiyetimizin devamı için hava, su, ekmek gibi temel maddeler ne ise, peygamber için de vahiy odur. Onlar âdeta, Allah'tan gelen "üns" esintileriyle beslenirler. Feyz-i akdes ve mukaddesten daima sabâ rüzgarı gibi bir şeyler eser gelir ve onlar da bu esintiler devam ettiği sürece insanların arasında kalmaya katlanırlar. O kesilince de Rabb'e doğru iştiyakla kanat çırpar ve ötelere uçacakları anı beklerler.

Onlar, bütün varlıklarıyla Rablerine teslim olmuşlardır. O neyi söylemelerini isterse ancak onu ve Rablerinin istediği ölçüde söylerler. Getirdikleri din, tamamen Allah (celle celâluhu) tarafından vaz'edildiği için onlar vazifelerinde rabbanîdirler ve böyle rabbanî bir vazifeyi yerine getirmekle mükelleftirler.

Vazifelerini yaparlarken de, muhataplarının kabul veya reddi onları bağlamaz ve alâkadar da etmez. Evet, onların vazifesi sadece tebliğ edip anlatmaktır. Muhaliflerin dedikleri, söyledikleri veya yaptıkları hiç umurlarında değildir. Davaları adına taviz vermeleri ise, kat'iyen düşünülemez. "Ay'ı bir omuzuma, Güneş'i diğer omuzuma koysalar, vallahi bu davadan vazgeçmem!"[1] onların umumî düsturudur.

2. HASBÎLİK

Peygamberler yaptıkları hizmet karşılığında maddî-mânevî hiçbir ücret beklemezler. Kur'ân-ı Kerim onların bu hususiyetlerini çeşitli vesilelerle ve muhtelif âyetlerde dile getirmiştir. Hepsinin sözündeki ortak ve odak nokta إِنْ أَجْرِيَ إِلاَّ عَلَى اللّٰهِ "Benim mükâfatım ancak Allah'a aittir."[2] hakikatinde toplanmaktadır. Bizler, maddî olmasa da mânevî bir ücret bekleyebiliriz. Hâlbuki nebiler bunu da beklemezler ve bütün yaptıklarını Cenâb-ı Hakk'ın emri olması zaviyesinden değerlendirerek yaparlar. Farzımuhal, neticede Cehennem'in alevlerinde yanacak dahi olsalar, yine onların düşüncelerindeki berraklık bulanmaz ve hep vazifelerini yapmayı düşünürler...

Peygamberler maddî-mânevî füyûzat hislerinden fedakârlıkta bulunan insanlardır ve bu mevzuda zirve varlıklardır.. Cennet sevdası da Cehennem korkusu da değildir onlara bu çetin ve zorlu vazifeyi yaptıran, bu zorlardan zor hizmeti gördüren.. sadece ve sadece Rabb'in rızasını kazanabilmektir.

Her peygamber hasbîdir. Ancak hasbîlikte doruk nokta Nebiler Sul­tanı'na aittir. Doğduğu zaman "Ümmetî!" demiş, mahşerde de "Ummetî, ümmetî!" diyecektir.[3] Bu nasıl hasbîliktir ki, Cennet kapıları ardına kadar açılıp O'nun teşrifini beklerken O, ümmetini de oraya götürebilmek için mahşerin en bunaltıcı anlarını Cennet'e tercih edebilmektedir. Ve yine bu nasıl bir hasbîliktir ki, sadece sıhriyet ve kurbiyet itibarıyla kendine yakın olanları değil; en mücrimi de dahil, bütün ümmetini toptan istemektedir.

Evet onların ruh menfezleri sadece bir noktaya açıktır: Allah'ın (celle celâluhu) rızasına.. bundan başka her şeye onlar kapılarını sürgülemiş ve sürmelemişlerdir.

Bilhassa günümüzde, peygamberliğe ait bir vazife olan tebliğ ve irşad vazifesini omuzlayanların bu noktaya çok iyi dikkat etmeleri ve bu mevzuda çok hassas davranmaları gerekmektedir. Çünkü sözün tesiri, belâgat ve fesâhatında değil, samimî olmasında saklıdır. Bu ise hasbîliği gerektirmektedir.

Bu mânâya işaret içindir ki, Kur'ân-ı Kerim'de:

اتَّبِعُوا مَنْ لاَ يَسْأَلُكُمْ أَجْراً وَهُم مُهْتَدُونَ "Sizden ücret istemeyen kimselere tâbi olun, onlar hidayete ermiş kimselerdir."[4] denilmektedir.

Evet, onlar hidayet semalarında pervaz edip uçarken, siz de onlara tâbi olun. Çünkü sizden dünyalık namına bir şey talep edip istemiyorlar. Uyup arkasından gideceğiniz insanları iyice düşünüp tartın ve öyle insanlara tâbi olun ki, gece ve gündüzleri, hep hizmet aşkıyla dolu olsun. O, gelecek neslin zafer arabalarının geçeceği yolları hazırlamayı, o dönemin debdebeli ve muhteşem günlerini idrak edip kavuşmaya tercih etsin. Ve onun hasbîlikle yoğrulmuş gönül dünyasına, bu kadar masum bir isteğin gölgesi dahi düşmesin. İşte kendinize böyle önder ve liderler seçin ve onların ardından gidin!

Allah Resûlü hasbî idi. Hayatı boyunca karnını arpa ekmeği ile dahi doyurmamıştı. Bazen günler, haftalar ve aylar geçerdi de, O'nun saadet dolu hanesinde yemek pişirmek için ne bir ocak yanar ne de bir tas çorba kaynardı.[5]

Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Bir gün Allah Resûlü'nün yanına gittim. Namazı oturarak kılıyordu. Namazını tamamlayınca sordum: Yâ Resûlallah hasta mısınız?

Hayır, açlık.. yâ Ebâ Hüreyre, dedi.

Ağlamaya başladım. Kâinat kendisi için yaratılmış, Allah'ın en sevgilisi açlık ve gıdasızlık sebebiyle ayağa kalkacak gücü olmadığından namazını oturarak kılıyordu. Benim ağladığımı görünce teselli etti.

Ağlama yâ Ebâ Hüreyre! Bu dünyada açlık ızdırabını çeken, diğer tarafta Allah'ın azabından emin olacaktır.[6]

Ensardan bir kadın kendisine döşek gibi bir şey getirmiş ve Hz. Âişe Validemiz de (radıyallâhu anhâ) onu Allah Resûlü'nün her zaman üzerinde istirahat buyurduğu hasırın üzerine sermişti. Geldiğinde bu manzarayı gören Allah Resûlü, ne olduğunu sormuş ve aldığı cevap üzerine de şöyle buyurmuştu:

Âişe! Onu derhal geriye teslim et. Allah'a yemin ederim ki, eğer istese ve arzu etseydim, Allah benim sağımda ve solumda, altından ve gümüşten dağlar yürütürdü; fakat ben istemiyorum.[7]

Evet O, eğer isteseydi müreffeh bir hayat yaşayabilirdi; ama istemiyordu. Bir gün bir melek geldi ve Allah'tan (celle celâluhu) selâm getirdi, sonra da sordu: "Yâ Resûlallah, Cenâb-ı Hakk'ın selâmı var, soruyor: Bir melik peygamber mi olmak istersin, yoksa bir kul peygamber mi?"

Cibril imdada yetişir: تَوَاضَعْ يَا رَسُولَ اللّٰهِ "Yâ Resûlallah (Rabbine karşı) mütevazi ol!" Ve Allah Resûlü tercihini yapar: "(Bir gün aç kalıp tazarru eden, diğer gün tok olup şükreden) bir kul peygamber olmayı isterim."[8]

Oturur, köle ve hizmetçilerle beraber yemek yerdi. Bir kadın bu manzarayı görünce: "Oturmuş da köle gibi yemek yiyor." dedi. Kâinatın Efendisi cevap verdi: "Benden güzel köle mi olur! Ben Allah'ın kölesiyim."[9]

Allah Resûlü'nün bütün hayatı hasbîlik tablolarıyla doludur. Şimdilik misallerin tafsilatını, O'nun hayat-ı seniyyesini konu alan binlerce kitaba havale ediyoruz. Evet, O başta olmak üzere ve bütün nebiler hasbî olarak yaşamışlar, yaptıkları hizmet mukabilinde ne dünya ne de ahiret namına hiçbir talepte bulunmamışlardır. Onun içindir ki sözleri müessir olmuştur. Öyle ise, sözlerinin iksir-misal tesirli olmasını isteyenler, evvelâ hizmetleri karşılığında kimseden hiçbir şey istememeyi öğrenmeliler...

3. İHLÂS

İhlâs, yapılan her şeyi Allah (celle celâluhu) için yapma ve yapılmayanı da yine Allah için yapmama, demektir. Peygamberler, daha işin başında işte böyle bir ihlâsa erdirilmiş şahsiyetlerdir. Gerçi çalışıp çabalama ile insan, ihlâsta bir noktaya ulaşabilir; ne var ki, diğer insanların varabileceği son nokta, nebiler için sadece bir başlangıç noktasıdır. Onlar, âdeta ihlâsın özü hâline gelmiş ve muhlasînden kılınmışlardır. Kur'ân-ı Kerim onların bu hususiyetini bazı peygamberlerde müşahhaslaştırarak şu şekilde anlatır: وَاذْكُرْ فِي الْكِتَابِ مُوسَى إِنَّه كَانَ مُخْلَصاً وَكَانَ رَسُولاً نَبِيًّ "Kitab'da Musa'yı da an! Gerçekten o, ihlâsa erdirilmiş, bir resûl ve bir peygamberdi."[10]

Ve Hz. Yusuf için إِنَّهُ مِنْ عِبَادِنَا الْمُخْلَصِينَ "...Şüphesiz o, ihlâsa erdirilmiş kullarımızdandır."[11]

Ve Allah Resûlü'nün şahsında ümmetine şöyle sesleniyor: إِنَّا أَنْزَلْنَا إِلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ فَاعْبُدِ اللّٰهَ مُخْلِصاً لَهُ الدِّينَ "Şüphesiz ki Kitab'ı sana hak olarak indirdik, (o hâlde sen de) dini O'na has kılarak Allah'a kulluk et!"[12]

Yine Allah (celle celâluhu), Habibini şöyle konuşturuyor:

قُلِ اللّٰهَ أَعْبُدُ مُخْلِصاً لَهُ دِينِي "De ki: Ben dinimi sadece O'na has kılarak Allah'a kulluk ederim."[13]

Kulluğun sebebi, Allah'ın emridir; neticesi, Cenâb-ı Hakk'ın rızasıdır; meyve ve semeresi ise Rabb'in ahirette verecekleridir. Kulluk bütün bir hayatı içine alır ve mü'minin bütün davranışlarında bir şuur ve iz'an olarak kendisini hissettirir.

Asrımızın büyük mütefekkiri: "Allah için işleyiniz, Allah için başlayınız, Allah için çalışınız ve O'nun rızası dairesinde hareket ediniz."[14] derken ihlâsın hem tarifini yapmakta hem de ehemmiyetini dile getirmektedir.

İhlâs, insanın dosdoğru ve müstakîm olmasının adıdır. İhlâslı insanın hayatında zikzaklar yoktur. Ruhanî seyri hep yukarıya doğru ve dimdiktir. Onun içindir ki, onlar işe başladıkları günkü mahviyetlerini, zirvelere çıktıkları zaman da koruyup muhafaza edebilmişlerdir. Ancak onlar ne kadar azdır!.

İnsanlık tarihinde, bu ufkun zirvesinde sadece bir insan vardır; o da Allah Resûlü'dür. Nasıl olmasın ki, davasını ilk yaymaya başladığı günkü tavrıyla Mekke'yi fethettiği gün arasında mahviyet ve tevazu bakımından zerre kadar değişme göstermemiştir.

Mekke sulhle alınmıştır. Münferit bir iki hâdise olsa bile, bunu umuma teşmil etmek doğru değildir. İki Cihan Serveri, senelerce evvel çıkarıldığı bu mübarek yere girerken fatih bir kumandan edasıyla girmiyordu. O gün merkûba binmiş ve başını o kadar eğmişti ki, mübarek başı neredeyse eğerin kaşına değecekti.[15]

O, Medine'de bulunduğu devre içinde de tavrını hiç değiştirmemişti. Sahabe, O içeriye girdiğinde ayağa kalkardı.. kalkmalıydılar da. Hatta O girdiğinde cenazeler dahi kabirlerinden fırlayıp, O'na ihtiram etmeliydiler.. O bütün bunlara fazlasıyla lâyıktı. Ancak kendisi, sahabenin böyle ayağa kalkmasından ciddî rahatsızlık duyar ve her defasında:

لاَ تَقُومُوا كَمَا تَقُومُ اْلأَعَاجِمُ "Acemlerin (büyüklerine) ayağa kalktığı gibi ayağa kalkmayın!"[16] der ve tekdîr ederdi.

Evet O, kudsî vazifeye nasıl başladıysa, öyle de bitirdi.. O'nun hayatı âdeta bir mûsıkî âhengi içinde geçmişti. Başladığı işi başladığı perdede bitiriyordu ve bu çok üstün muvaffakiyet demekti. Hatta O, bir yönüyle bu ilâhî mûsıkîye pestle başlamış ve neticede arz u semayı velveleye verecek tize ulaşmıştı.

O, bütün hayatı boyunca dini Allah'a tahsis ederek sadece O'na kulluk yaptı.. gönlü sadece O'nun mârifetiyle doldu-taştı.. gözü her yerde O'nun âsârını süzüp durdu.. bütün duyguları O'ndan gelen mânevî zevklerle coştu ve köpürdü.. O, Hakk'a uyanmış, hakikate yelken açmış ve doyma bilmeyen bir iştiha ile hep "Allah" deyip dolaşmıştı. Çünkü O, bir ihlâs insanıydı...

O'ndaki ihsan şuuru da buna ayrı bir buud teşkil ediyordu. Çünkü bizzat O'nun tarifi içinde ihsan, Allah'ı görüyor gibi kulluk yapmaktı.[17] Meseleyi bir teşbihle anlatacak olursak, başkası kıbleye dönüp namaz kılarken, O, namazını Kâbe'nin içinde kılıyordu.

4. MEV'İZE-İ HASENE (GÜZEL ÖĞÜT)

Peygamberler, davalarını neşrederken kat'iyen diyalektiğe girmezler. Onlar insanlara "mev'ize-i hasene" ve "hik­met"le yaklaşırlar. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de Efendimiz'e şöyle ifade edilmektedir:

اُدْعُ إِلَى سَبِيلِ رَبِّكَ بِالْحِكْمَةِ وَالْمَوْعِظَةِ الْحَسَنَةِ وَجَادِلْهُمْ بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ"Sen Rabb'inin yoluna hikmetle, güzel öğütle çağır; ve onlarla en güzel şekilde mücadele et."[18]

Onlara eşyanın hikmetini, hilkatteki esrarı yumuşak bir şekilde ve inan­dı­rıcı bir üslûpla anlat! Yani hissiyatlarını rencide etmeden, kalb ve kafalarını doyurmaya gayret et!

Peygamberler demagoji, diyalektik ve felsefî üslûba hiç mi hiç iltifat etmemişlerdir. Zira, ne dün ne de bugün, demagojiye açık birkaç ahmak istisna edilecek olursa, bu yolla kimseye bir şey anlatılamamıştır. Zaten Cenâb-ı Hak da onları bu türlü abes şeylerle meşgul etmek istememiştir. Onların vazifesi hikmetle ve "mev'ize-i hasene" ile dine ait meseleleri neşredip yaymaktan ibarettir.

İnsan sadece bir zihin ve kafadan ibaret değildir; onun bir de kalbi, ruhu, sırrı, hafîsi, ahfâsı vardır ve bunların hepsi de tatmin ister, tatmin beklerler. İşte nebiler, insanları bütün bu yönleriyle ele alır ve mesajlarını takdim ederken de onları bütün havâslarıyla ikna ve tatmin ederler. İnsana ait hiçbir hususiyet boş bırakılmadan yapılan böyle bir tebliğin neticesi ise, bütün tereddütleri zail olarak muhatabın imandaki vahdete ulaştırılmasıdır ki, bu da insanın varoluş gayesidir.

Onların ders halkasında yetişenlerde bir başka yakîn hâsıl olur. Onların huzurunda, bu âleme bakan gözlerinin yanında kalb gözlerinin kapakçıkları da açılır ve başkasının görmediği, bilemediği meseleler artık, onlar için ayân olur. Gayrı bütün dünya tereddüt ve şüphe ile dolup taşsa, ihtimal onlar sadece bunlara müstehzi bir eda ile güler geçerler. Zira onların vicdanlarında hâsıl olan mârifet peteğine hiçbir şüphe sineği konamaz...

Allah (celle celâluhu), onların bildiği biri, bin yapar, bildiklerine bereket katar ve onlara bilmediklerini de öğretir.[19] Semadan gelen ilham esintileri onların kalblerini âdeta bir sema hâline getirir.. ve onlar bu bildiklerini harfiyen tatbik etmekle, semaya doğru yükselen "kelime-i tayyibe" merkûbunu bulur ve yükseldikçe yükselir.[20]

Hatta onların arasında, Hz. Ali (radıyallâhu anh) gibi öyleleri yetişir ki, "Perde-i gayb açılsa yakînim ziyadeleşmeyecek." [21] der ve sır kapılarını aralarlar. Yani, "Gayb perdesi kalksa, ben neticede görmem gerekli olan her şeyi görsem, şu anda inandığımdan fazla bir mârifet ufkuna ulaşacağıma ihtimal vermiyorum; zira yakînim o ki, ben gaybe imanın doruğundayım."

Hz. Ali (radıyallâhu anh) gibi bir insanda bu söz, "tahdis-i nimet" makamında söylenmiş bir sözdür. Allah Resûlü, Hakk'ın takdiriyle kıyamete kadar gelecek velilerin babası olarak onu ilân buyurmuştur. Onu, saadet hücresine almış, kadınların en güzeli, en incesi, en zarifi, en endamlısı, hurileri geride bırakacak, o nübüvvet bahçesinin çiçeği Hz. Fatıma Anamızla evlendirmiş ve bu kutlu evlilikten de bir güzelle bir de güzelcik, yani Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin dünyaya gelmiş. Ayrıca bütün veliler ve veliler içinde de kutuplar hep bu menbadan fışkırıp çıkmış...

Evet, Hz. Ali böyle olduğu gibi, onunla devam eden altın silsilenin hemen hemen her bir halkası da, bu şuuru temsilin birer kahramanı olmuştur.

Evet, bu şuur, iman ve islâmın neticesinde ihsan sırrına erenlerde gelişir.. ve onlar daha dünyada iken: فَكَشَفْنَا عَنْكَ غِطَاءَكَ فَبَصَرُكَ الْيَوْمَ حَدِيدٌ "Senden perdeyi kaldırdık, bugün artık gözün keskindir."[22]hitabına mazhar olurlar. Batılının entüisyon dediği bu hâl, insanın vicdanında varlığını hissettirmeye başladı mı artık dış dünya susar ve iç sezişlerin çığıltıları benliği sarar; derken ruh-efzâ bir hâl olur. Çünkü Mârifet Sultanı gönül tahtına oturmuştur. O'nu dışarılarda aramaya ne gerek var..?

İşte tilmizlerini bu duygu ve düşünceye yükselten Nebi, metot olarak hep en şümullü mânâsıyla mev'ize-i haseneyi esas almış ve irşad binasını da bu temel üstüne kurmuştur.

Bizim bu babda söylemeye çalıştığımız hususları şu âyet, en veciz ve en mucizevî bir üslûpla dile getirmektedir: كَمَا أَرْسَلْنَا فِيكُمْ رَسُولاً مِنْكُمْ يَتْلُو عَلَيْكُمْ آيَاتِنَا وَيُزَكِّيكُمْ وَيُعَلِّمُكُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَيُعَلِّمُكُمْ مَا لَمْ تَكُونُوا تَعْلَمُونَ"Nitekim, kendi içinizden, size âyetlerimizi okuyan, sizi temizleyen, size Kitab'ı ve hikmeti getirip bilmediklerinizi öğreten bir Resûl gönderdik."[23]

İki Cihan Serveri'nin bu mevzudaki hassasiyet ve metodunu çeşitli vesilelerle arz edip misalleştirdiğimizden burada daha fazla bir şey söylemeyi zait görüyoruz. Yine de bir iki cümle ile hulâsa edecek olursak, şöyle demek mümkündür:

O, her zaman muhatabın durum ve seviyesine göre, onun aklını, kalbini, vicdanını doyuracak şekilde, eksik ve fazladan müberra olarak, hikmet çerçevesinde bir usûl ve üslûpla hitap ederdi ki, ekseriyetle O'nu dinleyip de huzurdan ayrılanlar, iman ve itminan elde etmiş olarak ayrılırlardı. Velid b. Muğire ve Utbe b. Rebia gibi bazıları, Hz. Muhammed'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) söylediklerinin hak olduğunu kabullenmekle beraber, gurur ve kibirlerinin esiri olmuş, inanamamış; bazıları da korkularının kurbanı olmuş, inkârda kalmıştır ki, aslında bu da tamamen alıcı durumunda olanlara ait kusurlardandır. Bazen de, Şair A'şâ gibi her şeyi kabul etmekle beraber, eski alışkanlıklarını terk edemeyip mehil isteyenler vardı ki, eğer hidayete ermeden ölmüşlerse, bu, onlara ait kaza ve kaderin, daha önceden sebkat etmesiyle izah edilmelidir. Bunların hiçbirinde Allah Resûlü'ne râci bir eksiklik ve kusur yoktur ve olamaz da!

5. TEVHİDE ÇAĞRI

Kur'ân-ı Kerim'de birçok peygamberin kavmine hitabında, bu nokta ele alınarak şöyle denmektedir: يَا قَوْمِ اعْبُدُوا اللّٰهَ مَا لَكُمْ مِنْ إِلَـهٍ غَيْرُهُ"Ey kavmim! Allah'a kulluk edin, sizin için O'ndan başka ilâh yoktur."[24]

Her peygamberin davası bu yüce hakikatle başlar ve onunla noktalanır.

Birbirinden ayrı zaman ve mekânlarda gelen bu mümtaz şahsiyetlerin böyle bir noktada ittifakları ve hep aynı hakikatleri haykırmaları, hiçbir şüphe ve tereddüt bırakmaz ki, bunlar kendilerine ait fikir ve düşünceleri değil, Rabbilerinden aldıkları mesajları tebliğ etmektedirler. Zira aynı meselede ayrı ayrı istidat ve kabiliyetteki insanların, hem de çeşitli yer ve zamanlarda yaşamalarına rağmen ittifak etmeleri aklen mümkün değildir. Siz, aynı ekole mensup bir kısım felsefî akımların, hem de aynı zaman dilimi içinde yaşayanları arasında dahi, çok küçük ve basit meselelerde, pek çok ihtilaf ve farklılıklara şahit olursunuz.

İşte, beşerî düşünce ve mülâhaza kaynaklı cereyanlardaki bu ihtilaf.. ve ilâhî vahiyle serfiraz zatların sundukları sistemlerdeki bu ittifak, öncekilerin heva ve heves kaynaklı, ikincilerin de hidayet edalı olduğunu göstermektedir. Evet, bunlardaki söz birliği ve hepsinin tevhid hakikatiyle gelmesi de yine o müesseseye ait bir hususiyettir. Onun içindir ki Allah Resûlü:

أَفْضَلُ مَا قُلْتُ أَنَا وَالنَّبِيُّونَ مِنْ قَبْلِي: لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللّٰهُ وَحْدَهُ لاَ شَرِيكَ لَهُ"Ben ve benden evvel gelen bütün peygamberlerin söylediği en faziletli söz: 'Lâ ilâhe illâllahu vahdehû lâ şerike leh' mânâsına gelen sözdür." buyurmuşlardır.[25]

[1] Bkz.: İbn Hişâm, es-Sîratü'n-nebeviyye, 2/101; Taberî, Tarihu'l-ümem ve'l-mülûk, 1/545.
[2] Bkz.: Tevbe sûresi, 10/72; Hud sûresi, 11/29; Sebe sûresi, 34/47.
[3] Buhârî, tevhid 36; Müslim, iman 326-327.
[4] Yâsîn sûresi, 36/21.
[5] Buhârî, hibe 1; rikâk 17; Müslim, zühd 28-36.
[6] Ebû Nuaym, Hilyetü'l-evliyâ, 7/109; 8/42-43.
[7] İbn Ebî Âsım, Kitabu'z-zühd, s. 14; Taberânî, el-Mu'cemü'l-evsat, 6/141; Beyhakî, Şuabü'l-iman, 2/173.
[8] İbnü'l-Mübarek, ez-Zühd, s. 264-265; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/231; Nesâî, es-Sünenü'l-kübrâ, 4/171; Taberânî, el-Mu'cemü'l-kebîr, 10/288, 12/348; Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, 7/48-49; Şuabü'l-iman, 1/177; 2/167; 5/107; Heysemî, Mecmeu'z-zevâid, 9/19-20.
[9] Taberânî, el-Mu'cemu'l-kebîr, 8/200.
[10] Meryem sûresi, 19/51.
[11] Yusuf sûresi, 12/24.
[12] Zümer sûresi, 39/2.
[13] Zümer sûresi, 39/14.
[14] Bediüzzaman, Sözler, 1.Söz.
[15] Ebû Ya'lâ, el-Müsned, 6/120.
[16] Ebû Dâvûd, edeb 152; İbn Mâce, dua 2; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 5/253.
[17] Buhârî, iman 37; Müslim, iman 5, 7.
[18] Nahl sûresi, 16/125.
[19] مَنْ عَمِلَ بِمَا يَعْلَمُ وَرَّثَهُ اللّٰهُ عِلْمَ مَا لَمْ يَعْلَمْ "Kim bildiğiyle amel ederse, Allah ona bilmediklerinin ilmini ihsan eder." mealinde bir hadise işaret edilmektedir. (Ebû Nuaym, Hilyetü'l-evliyâ, 10/15).
[20] اِلَيْهِ يَصْعَدُ الْكَلِمُ الطَّيِّبُ وَالْعَمَلُ الصَّالِحُ يَرْفَعُهُ "Güzel sözler O'na çıkar, salih amel de onu yükseltir." (Fâtır sûresi, 35/10).
[21] Ebû Nuaym, Hilyetü'l-evliyâ, 10/203; Aliyyülkârî, el-Esrâru'l-merfûa, s.193.
[22] Kâf sûresi, 50/22.
[23] Bakara sûresi, 2/151.
[24] A'râf sûresi, 7/59, 65, 73, 85; Hud sûresi, 11/50, 61, 84; Mü'minûn sûresi, 23/23, 32.
[25] Tirmizî, daavât 122; Muvatta, Kur'ân 32; hac 246. (Lafız Muvatta'a ait)

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.