Ubûdiyet ve Kulluğu İle Efendimiz
Hele ibadeti, hele ibadeti! O'nun ibadetine bakan insan, sanki O, hayatında başka hiçbir iş yapmamış da, hep ibadet etmiş zannederdi. Evet O, kulluğunda bu kadar derindi. Zaten, bütün güzelliklerde de O, öyle değil miydi? Hangi sahada, O'na kim yetişebilmişti ki? Hayır, hiçbir sahada, hiç kimsenin O'na ulaşması mümkün değildi.!
O, namazında kulluğunu o denli derin temsil ediyordu ki neredeyse ürperip ağlamadığı namaz yok gibiydi. Sahabe, namaz kılarken O'nun sinesinin değirmen taşının ses çıkardığı gibi ses çıkardığını söylemektedir.[1] İçinde dönen boyunduruklar ve kulluğun o ağır mükellefiyetleri O'nu kaynayan bir kazana çeviriyordu. Elbetteki bu hâl, O'nun en yüksek seviyede, kulluğunu ifa edebilme gayretinden ileri geliyordu.
Namaz O'nun âdeta şehvetle arzuladığı bir işti. Başka hiçbir zevk, O'na namazın verdiği zevki vermiyordu. O'nun içindir ki, bir gün şöyle buyurmuştu: حُبِّبَ إِلَيَّ: اَلنِّسَاءُ، وَالطِّيبُ، وَجُعِلَ قُرَّةُ عَيْنِي فِي الصَّلاَةِ "Bana (üç şey) sevdirildi: Kadın, güzel koku; namaz ise benim gerçek göz aydınlığım."[2]
Kadın, bir erkeğin alâka duyması için en önemli unsurlardandır. Hz. Âdem (aleyhisselâm) yaratılırken, bu duygu ile yaratılmıştır. Bu alâkanın fazlalığı şehvettir. Şehvet ise, neslin devam etmesine verilen avans ve ücret demektir. Böyle bir unvan verilmeseydi, hiçbir insan, neslini devam ettirmeyi düşünmezdi. Zira, diğerleri sadece angarya kabul edilecek mükellefiyetlerdir. Tek başına çocuk sevgisi de, neslin devamı için yeterli değildir. Onun için Allah (celle celâluhu), erkeğin kadına, kadının da erkeğe alâka duyması için şehveti yarattı.
İnsan mahiyetinde var olan ve yaratılışla gelen bu duyguyu aşmak mümkün değildir. Mümkün olsaydı, bunu başta Hz. Âdem (aleyhisselâm) aşardı. Ve işte Efendimiz de bu fıtratı ve fıtrî olanı konuşuyor, anlatıyor ve "Bana kadın sevdirildi." buyuruyordu. O, fıtratla, tabiatla iç içe olduğunu bilen bir peygamberdi. O'nun getirdiği dinde ruhbanlık yoktu. Kendilerini ibadete vermek ve vakitlerinin bütününü, Allah'a (celle celâluhu) kullukta geçirebilmek gayesiyle hadımlaşmak isteyen ashabına O şöyle diyordu: "Allah'ı (celle celâluhu) en çok bileniniz ve O'ndan en çok korkanınız benim. Ama ben ibadet ediyorum, hanımlarımla da bulunuyorum. İstirahat ediyorum, gece ibadetini de yapıyorum. Oruç tutuyorum, yemek de yiyorum. Bu, benim yolumdur. Benim yolumdan yüz çeviren ise benden değildir..."[3]
O, tam bir denge insanıydı ve objektif prensiplerle gelmişti. O'nun getirdiği din, bir hanîfiye-i semha idi ve herkesin rahatlıkla yaşayıp, tatbik edebileceği bir sistemin de adıydı. O, sadece belli bir gruba hitap etmek için gelmemişti.. herkes içindi ve mesajı da herkesi kucaklıyordu.
Güzel kokuya gelince, seçkin ruhlar, güzel kokudan hoşlanırlar. Allah Resûlü, ruhaniyâtıyla öyle incelmiş ve cismaniyeti o derece rikkat kesbetmişti ki, âdeta ruhuyla atbaşı gidiyor ve meleklerle bütünleşiyordu.
Ruhiyat başkadır, ruhaniyat başkadır. Hem ruhiyat, hem de ruhaniyat sahibi olanlar, aynı zamanda "nefs-i sâfiyât"ın da sahibidirler. Sâfiyeye ancak nebiler ulaşabilir. Bu makamın zirvesinde de, yine Efendimiz vardır. Düşünün ki, O'nun bedeni, miraçta dahi ruhuyla olan yarışını bırakmamış, ruh nerelere çıkmışsa, Efendimiz'in bedeni de ruhuyla beraber orada olmuştur.
Ben, burada miracın keyfiyeti üzerinde yapılagelen münakaşaları tekrar edecek değilim. Cumhur-u ulemânın bu husustaki görüşü, Efendimiz'in miraca ruh ve bedeniyle beraber çıktığı şeklindedir.[4] O'nun bedeni o kadar ruhaniyat ve nuraniyet kesbetmiştir ki ruhunun adımını attığı her yerde, bedeninin temâşa ve nazarı da vardı. Başkaları ruhlarıyla veya rüyalarında miraç yapabilirler. Ancak, ruh ve cesetle miraç yapmak, sadece Efendimiz'e nasip olmuştur. O işin eri ve o yolun şehsuvarı, O'dur.
Güzel koku, meleklerin ve ruhanilerin gıdasıdır. Allah Resûlü de, onlarla hem ruh hem de ceset itibarıyla iç içe girdiğinden ve onlarla çok ciddî bütünleştiğinden dolayı, güzel kokudan son derece hoşlanmaktaydı ki, güzel koku O'nun içine âdeta inşirah vermekteydi.
İşte Allah Resûlü, "Bana kadın ve güzel koku sevdirildi." derken ruh ve cesedinin ihtiyacını, bir çırpıda, bu "cihet-i câmia" ile ilan ediyor, kendisine ait hususiyetleri anlatmış oluyordu...
Ancak, bu ilk iki mesele, tabiî, fıtrî ve beşer olmanın gereğidir ki, bunlarda, başkaları da Allah Resûlü'ne iştirak edebilirler. Yani, kadını ve güzel kokuyu sevmek, sadece Efendimiz'e mahsus değildir. Çünkü bunlar, Cenâb-ı Hakk'ın insan fıtratına yerleştirdiği duygularla sevilirler. Ve bu husus az-çok herkeste vardır.
Üçüncü hususa gelince, işte orada biraz durmak icap eder; zira Allah Resûlü: "Namaza gelince, o benim göz aydınlığım, o benim yavuklum ve o benim şehvetimdir." der.
Bizden birine, en çok sevdiğimiz insanlardan birinin geldiği müjdelense, nasıl sevinir ve kendimizden geçeriz; Allah Resûlü de, namaza duracağı zaman bizim bu duyduğumuz sevinçten yüzlerce kat fazlasıyla sevinç ve coşkunluk duymaktaydı. Hani, uzun bir müddet Fatıma'dan (radıyallâhu anhâ) ayrı kalsaydı, sonra da O'na Fatıma (radıyallâhu anhâ) geliyor denseydi, O, ne kadar sevinir, nasıl mesrur olurdu; işte namaz vaktinin geldiğini haber veren sesi duyduğunda da O, daha çok sevinir, daha çok mesrur olurdu. Çünkü namaz O'nun sevgilisi, namaz O'nun mâşukası ve namaz O'nun gözdesiydi.
Bu hadisi takviye eden Taberânî'nin rivayet ettiği başka bir hadislerinde de Efendimiz şöyle buyurmaktadır: إِنَّ اللّٰهَ جَعَلَ لِكُلِّ نَِبيٍّ شَهْوَةً، وَإِنَّ شَهْوَتِي فِي قِيَامِ اللَّيْلِ "Allah her nebiye bir arzu, istek ve şehvet vermiştir. Bana gelince, benim şehvetim, gece namaz kılmaktadır."[5]
Bunun mânâsı şudur: "Siz, cismaniyetinize, bedeninize ait değişik zevkleri adım adım takip edersiniz; size, o zevkler adına gelen sinyaller, sizi tutar kendine cezbeder; siz de, o zevklerin ardına düşersiniz. Bana gelince, ben, vicdan denen vaizin 'Kalk namaz vaktidir!' sesini duyunca, beni bu sinyal, öyle ardına düşürür ve öyle kendimden geçirir ki, namazsız edemem. Gece namazı kılmadığım, gece kalkamadığım anlar, benim için en hüzün verici anlar ve dakikalardır. Ve benim için en zevkli ve saadetbahş olan anlar da, namazda olduğum anlardır."
Allah Resûlü'nün, kulluğu ve Cenâb-ı Hak'la olan irtibatı ve aynı zamanda tevhid-i ulûhiyeti ilan ve itirafı öyle derindi ki, şimdiye kadar bu derinliğe çok kimse akıl erdirememiştir. İşte yukarıda naklettiğimiz hadis de bunun en açık örneğidir.
Hz. Âişe Validemiz (radıyallâhu anhâ) anlatıyor:
"Bir gece uyandığımda, Allah Resûlü'nü yanımda göremedim. Aklıma, diğer hanımlarından birinin yanına gitmiş olabileceği ihtimali geldi. El yordamıyla etrafı yokladım. Elim ayağına dokundu. O zaman Allah Resûlü'nün namaz kılmakta olduğunu anladım.. başı secdedeydi. Kulak verdim, hıçkıra hıçkıra ağlıyor ve şöyle yakarıyordu:
اَللّٰهُمَّ إِنِّي أَعُوذُ بِرِضَاكَ مِنْ سَخَطِكَ، وَبِمُعَافَاتِكَ مِنْ عُقُوبَتِكَ، وَأَعُوذُ بِكَ مِنْكَ، لاَ أُحْصِي ثَنَاءً عَلَيْكَ أَنْتَ كَمَا أَثْنَيْتَ عَلَى نَفْسِكَ (عَزَّ جَارُكَ وَجَلَّ ثَنَاؤُكَ وَلاَ يُهْزَمُ جُنْدُكَ وَلاَ يُخْلَفُ وَعْدُكَ وَلاَ اِلَهَ غَيْرُكَ)
"Allahım! Senin gazabından Senin rızana sığınırım. İkabından affına sığınırım. Allahım! Başka değil, Senden yine Sana sığınırım. (Celâlinden cemaline, gazabından rahmetine, azamet ve heybetinden, şefkat ve re'fetine sığınırım.) Zâtını senâ ettiğin ölçüde, Seni senâ etmekten âciz olduğumu itiraf ederim."[6] "Senin komşuluğun, yakınlığın, azizliktir. (Sana mücavir olan, aziz olmuştur.) Senin senâ ve övülmen, yücedir. Senin ordun mağlup edilemez. Sen vaadettiğin şeyde, vaadinden dönmezsin. Senden başka ilâh, Senden başka mâbud da yoktur."[7]
Evet, O'nun namaza yaklaşması, âdeta bir şehvet yaklaşmasıydı. İsterseniz şimdi de Ebû Zerr'i (radıyallâhu anh) dinleyin. Diyor ki: "Bir gece sabaha kadar namaz kıldı. (Dua âyetleri geldiğinde, o duaları ısrarla tekrar eden Allah Resûlü, namazını saygı, huşû ve taatin mozayiği hâline getirirdi. Nafile namazlarında, secdede, rükûda, kıyamda okuduğu çeşitli ve çok uzun dualar vardır. O gün sabaha kadar:
إِنْ تُعَذِّبْهُمْ فَإِنَّهُمْ عِبَادُكَ وَإِنْ تَغْفِرْ لَهُمْ فَإِنَّكَ أَنْتَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ âyetini[8] okudu ve ağladı."[9] O, namaza bir türlü doyma bilmiyor, âdeta hiç doyum noktasına varamıyordu.
Şimdi de İbn Mesud'u (radıyallâhu anh) dinleyelim: (İbni Mesud, Kûfe'nin yüzünün akı, şanlı sahabe.. Hanefi mezhebi, ona çok şey borçludur. Alkameler, İbrahim Nahaîler, Hammad b. Ebî Süleymanlar –ki Ebû Hanife'nin hocasıdır– hep onun altın ikliminde yetişmişlerdir. Sahabe onu Ehl-i Beyt'ten zannederdi. Evet, O, Allah Resûlü'nün hanesine öyle teklifsiz girer çıkardı.[10] Efendimiz, ona Kur'ân okutur, dinler ve ardından da, "Kur'ân'ı indiği gibi dinlemek isteyen İbn Ümmi Abd'den (İbn Mesud) dinlesin."[11] buyururlardı. Hz. Ömer (radıyallâhu anh), onu Kûfe'ye gönderirken, hicran ve üzüntüsünü şöyle dile getirmişti: Kûfeliler! Eğer sizi nefsime tercih etmeseydim, Abdullah b. Mesud'u (radıyallâhu anh) kat'iyen yanımdan ayırmazdım.[12] Kısa boylu, sıska bacaklıydı.[13] Ama o, bir ilim dağarcığı, daha doğrusu bir ilim okyanusuydu.
İbn Mesud (radıyallâhu anh) diyor ki: Bir gün Allah Resûlü'yle beraber gece namazı kılmaya azmettim. Geceyi O'nunla geçirecek ve O'nun yaptığı ibadeti ben de yapacaktım. Namaza durdu, ben de durdum. Fakat bir türlü rükûa gitmiyordu. Bakara sûresini bitirdi, "Şimdi rükûa gider." dedim; fakat O, devam etti; sonra Âl-i İmrân'ı, sonra da Nisâ sûresini okudu ve ardından rükûa vardı. Namaz esnasında o kadar yoruldum ki, bir ara aklıma kötü düşünceler geldi. (Bu kötü düşünce ne olabilirdi? İlk anda acaba Hz. Süleyman (aleyhisselâm) gibi Allah Resûlü'nü kıyamda iken vefat etti mi zannetti, diye akla gelebilir.) Onun için dinleyenler arasından biri sordu: Ne düşünmüştün? İbn Mesud (radıyallâhu anh): "Namazı bozup, O'nu namazıyla baş başa bırakmayı düşünmüştüm."[14]
Abdullah b. Amr da şu hâdiseyi naklediyor: Bir gece Allah Resûlü'nün arkasında namaza durdum. Durmadan şu âyeti okuyor ve hıçkıra hıçkıra ağlıyordu:
رَبِّ إِنَّهُنَّ أَضْلَلْنَ كَثِيراً مِنَ النَّاسِ فَمَنْ تَبِعَنِي فَإِنَّهُ مِنِّي وَمَنْ عَصَانِي فَإِنَّكَ غَفُورٌ رَحِيمٌ "Allahım, muhakkak onlar insanların çoğunu saptırmıştır. Kim bana tâbi olursa bendendir. Kim de isyan ederse, Gafûr sensin, Rahîm sensin."[15]
Ve, yine böyle hüzünlü olduğu bir gündü. Ağlıyor, ağlıyor, durmadan ağlıyordu. Cibril geldi, Allah'tan (celle celâluhu) selâm getirdi. Ve Cenâb-ı Hak, "Muhammedim niçin ağlıyor acaba?" diye soruyor, dedi.
O, Allâmü'l-Guyûb'dur. İlmi, bütün eşyayı kuşatmıştır. Zaten hiç kimse O'nun ilim, kudret ve iradesinin dışında olamaz.. ama soruyor... Bu sormadan maksat ister işhad, ister O'nun numuneliğini ilan olsun farketmez.
Allah Resûlü, ağlamaktan cevap veremiyordu. Sadece dudaklarından şu kelime dökülebildi: "Ümmetî, ümmetî!" Dert, ızdırap belliydi: O'nun ümmeti... Cibril durumu âdeta rapor edip götürdü. Ve, Cenâb-ı Hak, onu ikinci bir selâmla daha gönderdi ve onu şu sözlerle teselli buyurdu:
اِذْهَبْ اِلَى مُحَمَّدٍ فَقُلْ لَهُ: اِنَّا سَنُرْضِيكَ فِي اُمَّتِكَ وَلاَ نَسُوءُكَ "Git Habîbime (selâm söyle) ve de ki: Muhakkak ümmetin hakkında seni razı edecek ve seni asla tasa ve keder içinde bırakmayacağız."[16]
O, ömrünü kullukla geçirmişti. Namaz, O'nun en sevdiği gözdesiydi. Gece gündüz namaz kıldı ve hep öyle yaşadı. Nasıl yaşanırsa öyle ölüneceğini zaten O söylememiş miydi?[17] Ve her fâni gibi O da ölecekti. Ama o, namaz demiş yaşamıştı ve namaz deyip hayata veda edecekti...
Son günleriydi. Gözlerini açacak dermanı dahi kalmamıştı. Başından aşağıya bir kova soğuk su dökülünce gözlerini açıyor, şayet bir tek kelime söyleyecek kadar dermanı varsa, "Cemaat namazı kıldı mı?" diye soruyordu. Ancak bu kadarcık dahi, enerji sarfı, efor, O'nun dermanını tüketiyor ve yine bayılıyordu. Dökülen soğuk suyla kendine gelince sorduğu soru yine aynı soruydu "Cemaat namazı kıldı mı?"
Hayır, cemaati saatlerden beri O'nu bekliyordu. Gözler hep kapısındaydı. Ne zaman perde aralanacak ve mescide yine güneş doğacaktı.. işte bunu gözlüyorlardı. Çoğu, O Güneşin batmak üzere olduğunun farkındaydılar; ancak buna bir türlü inanmak istemiyorlardı. Bu arada, Allah Resûlü, artık namaz kıldıracak takatinin olmadığını anlayınca "Ebû Bekir'e söyleyin namazı kıldırsın." buyurdu. Biraz kendinde iyileşme hissedince de mescide doğru yürüdü. Bir kolundan amcası Abbas (radıyallâhu anh), diğerinden de amcasının oğlu ve aynı zamanda damadı Hz. Ali (radıyallâhu anh) tutmuş, ayakları sürünerek mescide götürülmüştü. Her hâlinden ve her hâllerinde namazın ihtişamı, namazın değeri, namazın büyüleyiciliği dökülüyordu... Kendisinden sonra imam olacak zatın arkasına durdu ve namazını oturarak kıldı. O, bu şekilde mescide sadece iki defa gelebildi. Birinde namazı Allah Resûlü kıldırdı, Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh) de arkadakilere onun sesini duyurdu.[18] Diğerinde ise, namazını Hz. Ebû Bekir'in (radıyallâhu anh) arkasında kıldı.[19] Cemaatine kendisinden sonra gelecek imamı âdeta iş'âr buyurdu.
Bir kere daha, evet O, namazla ve cemaatle bu derece bütünleşmişti. Son ânına kadar da cemaati terketmemişti.. hatta, ayaklarını sürüye sürüye mescide gelmiş ve namazını cemaatle kılmıştı...
Ahmed b. Hanbel'e göre, cemaat "farz-ı ayn"dır.[20] Zira Allah (celle celâluhu), "Rükû edenlerle beraber rükû edin."[21] buyurmaktadır. İmamlardan bazıları, cemaati namazın sıhhat şartlarından sayarlar. Cemaatsiz namaz, onlara göre namaz değildir.[22] İmam Şâfiî'ye göre cemaat farz-ı kifâyedir.[23] Hanefi mezhebinde ise, sünnet-i müekkededir.[24] Hanefî imamlardan bazıları ise cemaati vacip kabul etmektedir...[25]
Biz, burada meselenin fıkhî tahlilini yapacak değiliz. Sadece küçük bir hatırlatma olsun diye, bu kadarcık temas ettik. Esas konumuz, Allah Resûlü'nün ubûdiyeti, kulluğunda gösterdiği titizlik ve namazındaki derinliğidir.
Sıradan bir insan dahi, şuuruna ererek namaz kılsa, bu namaz, onu fuhşiyattan ve münkerattan alıkoyar.[26] Bir namaz ki, onu kılan Allah Resûlü'dür; O'nu nasıl günaha bırakır!.. Hayır hiç bırakmamıştır.. bırakmaz!
O'nun kıldığı namazı, Hz. Âişe Validemiz (radıyallâhu anhâ) anlatırken: "Öyle kıyamda dururdu ki, sorma gitsin. Öyle rükûa varırdı ki, sorma gitsin ve öyle secde ederdi ki, sorma gitsin!"[27] der ve Allah Resûlü'nün kıldığı namazın güzelliğini bu ifadelerle anlatmaya çalışır.
Cenâb-ı Hakk'ın varlığına başka hiçbir delil olmasa, Allah Resûlü'nün kıldığı namaz, delil olarak yeter. Çünkü O'nun, bütün namazında, namazının rükünlerinde âdeta Cenâb-ı Hak tecellî ederdi. Hiç namazı böyle olan bir insan günaha meyleder mi?
O'nun ibadeti, bir bütünlük arz ediyordu. Namazı en mükemmel şekliyle eda ederken, başka bir ibadet çeşidi olan meselâ orucu da ihmal etmiyordu. Haftanın bir iki gününü mutlaka oruçlu geçiriyor; hatta bazen de o kadar uzun süre oruç tutuyordu ki, sanki hiç iftar etmiyor zannedilirdi.[28] Bazen da işi fıtrî seyrinde bırakır ve herkes gibi iftar ederdi. Ancak oruçlu olduğu günler, diğerlerine kıyasla daha çoktu.[29]
O, zaman zaman savm-ı visâl yapardı. Yani hiç iftar etmeden birkaç gün üst üste oruç tutardı. Sahabe O'nun orucuna özenir ve O'nu taklit etmek isterlerdi ama, bu çok zordu. Bir defasında, Ramazan'ın son günleriydi ki, Efendimiz savm-ı visâle niyetlenmişti. Sahabe de aynı şekilde niyet ettiler. Ancak, oruç birkaç gün uzayınca, hepsinin dermanı kesildi. Bereket bayram gelmiş ve herkes sevinmişti. Zira, bayram, bir gün daha gecikmiş olsaydı, âdeta hepsi dökülecekti. Allah Resûlü, onların bu durumunu görünce tebessüm buyurdu ve "Eğer bayramın gelmesi gecikseydi, ben yine oruca devam edecektim." dedi. Ardından da kendisinin güç yetirdiği bu ibadete, onların gücünün yetmeyeceğini söyledi. "Çünkü Allah bana, sizin anlamayacağınız tarzda yedirir, içirir." buyurdu.[30]
Bilhassa, Ramazan ayının son günlerinde Allah Resûlü, paçaları sıvar ve bütün gününü ibadetle geçirirdi.[31] Sanki bu günlerde O'nun sırtı hiç yere değmezdi.
Yazın en şiddetli günlerinde de Allah Resûlü oruç tutardı. Birçok muharebede O, hep oruç tutmuştu. Hele bazen harp öyle şiddetlenirdi ki, bunlardan biri itibarıyla kendisiyle beraber Abdullah b. Revâha'dan (radıyallâhu anh) başka oruç tutan kalmamıştı.[32] O, "Oruç, insanı günaha karşı koruyan bir zırhtır."[33] demişti. Ve bu zırhın en sağlamını da kendisi giymiş ve korunmuştu..
[1] Ebû Davud, salât 161; Nesâî, sehv 18.
[2] Nesâî, işretü'n-nisâ 1; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/128, 199, 285.
[3] Buhârî, nikâh 1; Müslim, nikâh 5.
[4] İbn Kesîr, el-Bidâye ve'n-nihâye, 3/113 vd.
[5] Taberânî, el-Mu'cemü'l-kebîr, 12/84; Deylemî, Müsned, 1/172; Heysemî, Mecmeu'z-zevâid, 2/271.
[6] Müslim, salât 221-222; Ebû Dâvûd, salât 148.
[7] Tirmizî, daavât 90; Ebû Dâvûd, edeb 97; Heysemî, Mecmeu'z-zevâid, 10/124.
[8] Mâide sûresi, 5/118.
[9] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 5/149.
[10] Buhârî, fedâilu'l-ashab 27; Müslim, fedâilu's-sahabe 110-111.
[11] Buhârî, fedâilu'l-ashab 27; Müslim, fedâilü's-sahabe 116-117.
[12] İbn Sa'd, et-Tabakâtü'l-kübrâ, 3/157.
[13] İbn Abdilberr, el-İstîâb, 3/990.
[14] Buhârî, teheccüd 9; Müslim, müsafirîn 204.
[15] İbrahim sûresi, 14/36.
[16] Müslim, iman 346.
[17] Müslim, cennet 83.
[18] Buhârî, ezan 51; Müslim, salât 90-97.
[19] Tirmizî, salât 151; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 6/159.
[20] İbn Kudâme, el-Muğnî, 2/3; Cezîrî, el-Fıkh ale'l-mezâhibi'l-erbaa, 1/405.
[21] Bakara sûresi, 2/43.
[22] İbn Kudâme, el-Muğnî, 2/3; Merdâvî, el-İnsaf, 2/210.
[23] Cezîrî, el-Fıkh ale'l-mezâhibi'l-erbaa, 1/407.
[24] Merğınânî, el-Hidâye, 1/55.
[25] İbn Âbidîn, Hâşiyetü Reddi'l-Muhtâr, 1/552.
[26] Bkz.: Ankebût sûresi, 29/45.
[27] Buhârî, teheccüd 16; Müslim, müsafirîn 125.
[28] Ebû Dâvûd, savm 53; Tirmizî, savm 43; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/91.
[29] Buhârî, savm 53; Müslim, sıyâm 178.
[30] Buhârî, savm 49; Müslim, savm 59.
[31] Buhârî, leyletu'l-kadr 5; Müslim, i'tikaf 7.
[32] Müslim, sıyâm 108-109; Ebû Davud, sıyâm 45.
[33] Buhârî, savm 2; tevhid 35; Müslim, sıyâm 162-163.
- tarihinde hazırlandı.