İslâm Dünyası
İslâm dünyası, var olduğu günden bu yana, tarihin hemen hiçbir döneminde, şu andaki hâl-i pürmelâli ölçüsünde bir talihsizlik yaşamamış ve bilebildiğim kadarıyla, bu seviyede asla ufkunun gerisinde de kalmamıştır. Bundan daha kötüsü de o, bugün bulunması gerekli olan nokta ile durduğu meş'ûm yer arasındaki mesafeyi görüp değerlendirebilecek durumda dahi değil. O, her şeye rağmen olabildiğine rahat; ne dert, ne fikir sancısı, ne yapıcı bir düşünce, ne niyet, ne de gönülden kopan bir heyecana sahip; aksine ufku bir sis gibi gamsızlıkla muhât; yaşama azmi kendi vicdanının darlığı içinde.. ve yarınlar adına -cismânî arzuları müstesnâ- ne bir emeli var ne de endişesi; kimi yerde cebbârlara kavaslık yapıyor; kimi yerde modern bir dilenci; kimi yerde fakr u zaruret pençesinde kıvrım kıvrım; kimi yerde de cehâlet ve bağnazlıkla sürüm sürüm...
Özetleİslâm dini, müntesiplerine, faziletli olmayı, onurlu yaşamayı, ilme açık durmayı, varlığı güzel okumayı, kâinat ve eşyâyı didik didik etmeyi, teşriî emirler gibi tekvînî esasları da en mükemmel şekilde yorumlayıp değerlendirmeyi emrediyormuş, onun umurunda bile değil; birkaç umurunda olan varsa da, onlar da ağızlarında fermuar, dinlenilmeme mahkûmu. Ayrıca bu dünyada, başka toplumlardan tevârüs edilen sefâhet en mergup bir meta ve teknolojik imkânlar onu tervîç etme seferberliği içinde. Şaşkınlık yaşıyor başıboş kitleler, uyuşturucu ve fuhuş ağında bütün genç nesiller; çürüyüp gidiyorlar "Gönlümce yaşayacağım." hülyalarıyla.
İnsan, İslâmî dinamiklerin güç ve zenginliğine bakınca, her yanıyla mamur iller, cennetlerin izdüşümü kentler, firdevsleri andıran köyler-kasabalar, mutlu ve ümitli insanlar, hakikat aşkıyla gerilmiş araştırmacı ruhlar, ilim sevdasıyla kitaplar ve laboratuvarlar arasında gelip giden leylîler-nehârîler, çalışma yolunda uykusunu dakikalara düşüren seherîler ve Hakk'a adanmış ruhlar görmek istiyor.. ama ne acıdır ki, görülen şeyler, görülmesi arzu edilenlerin tam aksine: Şimdilerde, bu koskoca coğrafyada, ne bir zamanlar cihanı baştan başa imar eden o ruh ve mânâ mimarlarına denk birkaç düzine entelektüel, ne de yıkık-dökük yanlarımızı tamir edecek birkaç çırak göstermek bile mümkün değil..
Oysaki, bu dinin mensuplarının, dünyada herkesten bahtiyar; öbür âlem itibarıyla da her zaman ümitvâr; her meselede topyekûn dünyanın önünde; imanı, azmi, kararlılığı ve yarınlar adına orijinal projeleriyle âleme rehberlik yapacak ve günümüzün problemlerini çözecek bir konumda ve kıvamda olmaları beklenirdi. Doğrusu biz de, ilim ve mârifetin onun ikliminde aranmasını, güzel ahlâk ve evrensel insanî değerler mevzuunda da onun örnek alınmasını beklerdik..! Beklerdik ki, adalet, hukukun üstünlüğü, inanç ve düşünce hürriyeti telaffuz edildiğinde herkesin hayalinde bu dünya tüllensin; ama, ya şimdi öyle mi.? Hayır, ne gezer! Bugünün mü'minlerinde iman değişik arızalarla delik-deşik; azmin boynunda kement, iradenin kolu-kanadı kırık; ilim ve mârifet ideolojilere emanet; güzel ahlâk ve seciyeden sık sık söz edilse de, realiteler "Âyinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz." diye haykırıyor; adalet peylenebilen meta gibi bir şey; hukuk kaba kuvvetin vesâyetinde ve gücü zayıfları ezmeye yeten bir tahakküm ve tasallut vasıtası; hürriyet, kardeşlik, eşitlik henüz görebilme bahtiyarlığına eremediğimiz çeyrek düzine meçhul. İnsana, insanî değerlere saygı, konferansların, panellerin bir türlü gün yüzü görmeyen yaldızlı konuları.
Bütün bunların yanında, bu koca coğrafyanın, ilimde, teknolojide, sanatta, ticarette gerilerin gerisinde bulunduğu da ayrı bir gerçek. Dünyadaki itibarımız da onun gibi bir şey.. bunca olumsuzluklara rağmen bari birbirimizle barışık olsaydık; heyhât.! Günümüzde bu koca dünya, hiçbir kimsenin üretimde rekabet edemeyeceği tuhaf şeyler üretiyor: Kin, nefret, iğbirar, birbirini karalama ve bütün plânlarını düşmanlık üzerine kurma; her millet kendi içinde de böyle, birbirleri arasında da. Evet yıllar var ki, sürekli kendi içimizde hep hasım cepheler oluşturduk; sun'î düşmanlıklar, sun'î tehlikeler icat ettik; yığınları birbirinin kurdu hâline getirdik ve bir zamanların o mübarek coğrafyasını âdeta gulyabâniler vadisine çevirdik.
Yüce dinimiz, dünya ve ahiret saadeti vâdediyormuş; bize yüksek insanî ufuklar gösteriyormuş; hayatımızı anlamlaştırıyormuş.. bunların hiçbiri kendilerine has o büyüleyici tesirleriyle bu dünya insanına bir şeyler ifade etmiyor veya ettiğini ben göremiyorum; görüp bildiğim bir şey varsa, o da, inananların zaafı, vefasızlığı ve mülhitlerin de korkunç husumeti.. öyle ki, din adına bir faaliyette bulunsanız, daha ilk adımda ilhadı karşınızda bulursunuz; ikinci adımda inançlarınız, ümitleriniz ve metafizik mülâhazalarınızdan ötürü alay konusu olursunuz, en azından densiz bazı çevrelerin levmine uğrarsınız; diyalog, hoşgörü ve herkesle kucaklaşma dediğinizde, farklı bir kesimce yaylım ateşine tutulur ve günümüzün Hâricîleri diyebileceğimiz kimselerden tehditler alırsınız; dininizi tam yaşamaya kalksanız, bugüne kadar müspet ne tür bir başarı ortaya koydukları belli olmayan bazı güçlerin taarruzuna maruz kalırsınız; kalır da elli türlü komplo ile karşılaşırsınız.. bütün bunların yanında dine-diyanete sövüp-sayanların, geçmişinizi karalayanların, millî değerlerinizi hiçe sayanların, atalarınıza hakaret yağdıranların o hiç dinmeyen densizlikleri de kan olur, irin olur içinize akar ve size hicran dolu anlar yaşatır.
Bütün bu olup bitenler karşısında, kim bilir niceleri, "Artık bu dünyadan hayır gelmez, gelecek bundan daha kötü olacaktır!" diyerek gidip yeis bataklığına gömülür; niceleri yaşama ümidini yitirir ve kendini bütün bütün salıverir..! Aslında iman ve ümitle beslenmeyen bir ruh için bu durum normal de sayılabilir; evet, eğer bugün yapılan şeyler yarın bir bir yıkılacaksa, insanlığa hizmet eden hasbîler birer eşkıya gibi takibe maruz kalacaksa; herkes kendi hevâ ve hevesine göre bir dünya kurmaya kalkacaksa, bunları yaparken de kendi kriterlerine göre ters gördüğü her şeyi yerle bir edecekse -ki bir iki asırdan beri bu talihsiz coğrafyada işler hep böyle cereyan etmektedir- ne kimsede ümit kalır ne de azim ve irade.
Gariptir, bu talihi karartılmış dünyada, din, diyanet, ahlâk ve fazilet adına ortaya konan her olumlu hizmeti kuşkuyla karşılayan, bu yolda faaliyet gösterenleri suçlu gibi fişleyen ve herkesi şakî gören bir kısım tiran bozmaları ve onların şakşakçıları, nedense, bir türlü bu koca dünyanın yürekler acısı durumunu görmemekte veya görmezlikten gelmekte. Oysaki, bu coğrafyada ürperten bir durgunluk var; asırlardır dimağlar bir şey üretmiyor; güç kaynakları muattal.. her taraf harabe ve baykuşlara bayram.. dahası, sanki bu koca dünya, işsizlerin, güçsüzlerin içinde barındığı ufûnetli bir han..!
Şimdi arzu ederseniz, benim ifadelerime muvakkaten bir nokta koyarak İslâm dünyasının o yüreklere oturan ahvâl-i pürmelâlini merhum Akif'in her zaman vicdanlarda ürperti hâsıl eden o içli mısralarına bırakalım:
Musallat, hiç göz açtırmaz da ... kanlı kâbusu,
Asırlar var ki, İslâm'ın muattal, beyni, pazusu.
"Ne gördün, Şark'ı çok gezdin?" diyorlar; gördüğüm: Yer yer
Harâb iller, serilmiş hânümanlar, başsız ümmetler;
Yıkılmış köprüler, çökmüş kanallar, yolcusuz yollar;
Buruşmuş çehreler, tersiz alınlar, işlemez kollar;
Bükülmüş beller, incelmiş boyunlar, kaynamaz kanlar;
Düşünmez başlar, aldırmaz yürekler, paslı vicdanlar;
Tagallüpler, esaretler, tahakkümler, mezelletler;
Riyalar, türlü iğrenç iptilâlar, türlü illetler;
.....................................
Cemaatsiz imamlar, kirli yüzler, secdesiz başlar;
"Gazâ" namıyle dindaş öldüren biçare dindaşlar;
Ipıssız âşiyanlar, kimsesiz köyler, çökük damlar;
Emek mahrumu günler, fikr-i ferdâ bilmez akşamlar;
Geçerken ağladım geçtim, dururken ağladım durdum;
Duyan yok, ses veren yok, bin perişan yurda başvurdum.
.....................................
Derinlerden gelir feryadı yüzbinlerce âlâmın;
Ufuklar bir kızıl çember bükük boynunda İslâm'ın.
.....................................
İlâhî! Gördüğüm âlem mi insaniyetin mehdi?
Bütün umranı tarihin bu çöllerden mi yükseldi,
Şu zâirsiz bucaklar mıydı vahdâniyetin yurdu;
Bu kumlardan mı, Allah'ım, nebîler fışkırıp durdu?...
Vâkıa, hâlâ bu mağmumlar dünyasında azmini, ümidini koruyanlar da eksik değil; bugün hemen her yerde hakikat aşığı, ilim sevdalısı, hizmet eri ve mefkûre nesli diyeceğimiz bir hayli insan var. Ama ne acıdır ki, bunların da sesleri hareketlerinin önünde ve faaliyetleri gürültülerinin çok gerisinde. Bağıra-çağıra yürüdüklerinden bazen hayırdan daha çok şerre sebebiyet veriyor; vehimle oturup kalkanları evhamlandırıyor, ilhada kilitlenmiş ruhları endişelendiriyor ve oldu bitti İslâm'dan nefret edenleri tahrik etmiş oluyorlar. Derken, her yanda anlamlı-anlamsız bir kısım sesler yükselmeye başlıyor; homurdanmaları homurdanmalar takip ediyor; zaman geliyor, yabancı servisler ve değişik lejyonlar harekete geçiriliyor, neticede o güne kadar yapılan her şey yıkılıyor; yollar tutuluyor, köprüler tahrip ediliyor; her şeyde bir kere daha gerisin geriye dönülüyor ve yapılan onca iş ve hizmet bir kin, bir nefret, bir gözü dönmüşlük tuğyanıyla hebâ olup gidiyor.. şimdiye kadar hep böyle oldu; aynı toplum içinde çeşitli kamplar oluştu.. kamplar arasında atışmalar-tartışmalar yaşandı.. zaman geldi, söz düelloları kaba kuvvet vuruşmalarına dönüştü ve derken ak-kara bütün bütün birbirine karıştı.
Oysaki, İslâm'ın temelinde akıl, mârifet ve hikmet önemli birer yer işgal ederler. Tefekkür, tedebbür, istidlâl, içtihat İslâm toplumları için olmazsa olmaz esaslardandır. Cenâb-ı Peygamber (aleyhi ekmelüttehâyâ) ümmetini Kur'ân vesâyetinde aklın ve muhâkemenin rehberliğine çağırır ve "İnsanın kıvamı, tamamiyeti aklıyladır; akılsızın dini de yoktur." buyurarak bize her işimizde aklî ve mantıkî davranmayı salıklar. Zaten O, her zaman ilmin yanında olmuş, ulemâyı tebcîl etmiş -yerinde açılabilir- ve dünyada ilk defa, kadın-erkek ilmin herkese farz olduğunu söylemiştir. "Hikmet Müslümanın yitirilmiş malıdır, nerede bulursa alsın." diyen de O'dur.
Ama ne gariptir ki, O, ümmetine yüzlerce âyet ve hadisle ilmi, hikmeti emredip ısrarla üzerinde durduğu hâlde, birkaç asırdan beri Müslümanlar bunu bir türlü anlayamadı; ilme, mârifete ve sanata karşı hep kapalı kaldılar; kapalı kalmanın da ötesinde, düşünce ve araştırma itibarıyla öylesine kısırlaştı, durgunlaştı ve kendilerini saldılar ki, gün geldi başkalarının vesâyetine girme bile onları uyarmadı -bugün dünyanın hâlihazırdaki durumu vesâyet sayılır- uyanıp göremediler çevrelerinde olup biteni. Yok haberi çoklarının hakikatten, hakikat aşkından, araştırma sevdasından. Ben, bu dünyada ilimde, teknolojide başkalarına bağımlı yaşamadan hicap duyan birine rastlamadım. Varsa birkaç insan, onlar da seslerini duyurabilme konumunda değiller. Allah'a kulluğumuz, iman konusundaki samimiyetimiz ise diğer olumsuz yanlarımızın tam dengi. İbadetlerimize gelince, onlar da büyük ölçüde kültürel faaliyetlerimiz türünden folklor gibi bir şey veya geleneklerimizden bir gelenek. Bari geleneklerimize saygılı olabilseydik; ne gezer, onlar da zamana emanet...
Vaziyet böyle olunca, bu dünyada ne İslâm'ın özünden, ne teşriî emirlerin doğru kavranmasından, ne de tekvinî esasların iyi okunup iyi yorumlanmasından kat'iyen bahsedilemez. Bu itibarla, içinde bazı Müslüman kümelerin bulunduğu, rengi, deseni bozulmuş, şivesi anlaşılmaz hâle gelmiş bu karanlık coğrafyada, bizim başka bir şeye değil, yeniden hakikat aşkının, ilim ve araştırma aşkının uyarılmasına, dinin vicdanlara bir kere daha kendi orijiniyle duyurulmasına ihtiyacımız var. Bu dünyayı, şu anda içine düştüğü o korkunç gayyâdan ancak, kendi terbiye sistemimizle yetişmiş zinde dimağlar, aynı iman ve aynı gâyeyi paylaşan Hakk'a adanmış ruhlar; garazsız-ivazsız "hizmet" deyip koşan irade erleri ve her türlü gâileyi aşmaya kararlı ilim, mârifet ve azim kahramanları kurtarabilirler; maddî-mânevî, dünyevî-uhrevî beklentisi olmayan, ilim, mârifet ve azim kahramanları. Bugüne kadar hep onların geleceği ümidiyle yaşadık; sonsuza dek de öyle yaşama niyetindeyiz.
Sızıntı, Nisan 2004, Cilt 26, Sayı 303
- tarihinde hazırlandı.