Öğrenme Çağı ve Öğretme Ameliyesi

Çocuğun, maddî,mânevî donatımının iki şekilde yapılabileceğine, geçen bölümlerde işaret edilmişti:

1) Onu öğrenmeye mecbur tutmadan, ailenin hal ve dil yoluyla, onun duygularına takdim ettiği derslerdir ki, çocuk bunları farkına varmadan, havayı teneffüs ettiği gibi teneffüs eder.

2) Onu öğrenmeye mecbur tutarak, her yaş için gerekli usûl ve metotlarla, onun daha evvel gördüğü ve görmediği şeylerin belletilmesidir ki, bu şık da, ona vermeyi planladığımız şeyler, daha çok hazırlanıp önüne konan yemeklere benzer.

Birinci şıkta, anne ve baba, gönülden bağlı bulundukları en ideal hayat tarzını, gergef işler gibi, yaşar, anlatır ve gösterirler. Böylece çocuk için olan olur. İkinci şıkta ise, her yaş ve seviye için verilecek şeylerin hazırlanması, hattâ komprime haline getirilmesi; takdim usûlü ve takdimde kullanılacak dil, her birerleri başlı başına birer mevzudur ve hepsine riayet edilmesi gerekmektedir.

Çocuğun, eşyâ ve hâdiseler karşısında uyarılarak, bir kısım şeyleri öğrenmeye mecbur tutulduğu bu dönemde, mektep de devreye girer ve ailenin yanında yerini alır. Bunun tabiî bir neticesi olarak da, ailenin vazifesi ikileşir:

1) Yuvada (evde) çocuğu görüp gözetme.

2) Onun mektepteki durumunu kontrol etme...

Her iki vazife de çok mühim ve hususî titizlik istemektedir. Zira, o güne kadar yavruda verilen şeyler hassasiyetle korunmaz ve yaş farkıyla, kazanılan idrake göre yeni şeyler ilâve edilmezse, çocuğun hiçbir işe yaramayacak şekilde tefessüh etmesi kuvvetle muhtemeldir.

Evet, yuva her güzel şeyin özünü bir tohum gibi onun ruhuna ektikten sonra, mektep, bu ilk ameliyenin tamamlayıcısı, geliştiricisi ve koruyucusu olmalıdır. Aksi halde, yuvadaki bütün gayretler boşa gideceği gibi, dün verilenlerle, bugünkülerin birbirini nakzetmesi de, çocuğu bütün bütün şaşkına çevirecektir.

Öğrenme için belli bir yaşa ulaşılması şarttır

Çocuğun yuvadaki ilk devreleri için belli bir yaş bahis mevzuu olmasa bile, (talim ve terbiye) devresi dediğimiz bu ikinci dönemde, behemehâl çocuğun belirli bir yaşa gelmesi zaruridir. Aksine, çok erken yaşlarda, ona bir şeyler vermeye kalkmak ve hele hiçbir şey anlayamadığı mevzuları ezberletmeye çalışmak, onu bir papağan yapmaktan başka bir şeye yaramaz.

Ne var ki onun, o basit anlayışıyla çevresini tecessüsten elde ettiği şeylere ışık tutma, ad koymak, yani konuşma ve davranışlarımızdan sezebildiği müphemleri aydınlatmak ve onun bütün intibalarına tercüman olmak; Allah, Peygamber demek ve dedirtmek de, katiyen ihmal edilmemelidir.

Terbiyecilerce mecburi öğrenme devresi olarak yedi yaş dolayları kabul edilir. Çocuk yedi yaşına girince, o güne kadar görüp duyduğu, hissedip kavradığı şeylerin ötesinde, kendisine bir kısım emir ve teklifler götürülür. On yaşına girince de, biraz daha ciddîyetle işin üzerinde durulur. Ve hatta ihtiyaca göre, tedip bile edilebilir. Bunun böyle olması umumî ve objektiftir. Vâkıa bu sınırlar içinde mütâlaa etmemize imkân olmayan müstesna kabiliyetler de az değildir. Onların içinde, yedi yaşında kitapları ezberleyenler; on beş yaşında içtihat edenler; yirmi yaşında çağ-açıp, çağ kapayanlar; büyük cihangirler ve hattâ kâşifler ve kânun vâzıları da çıkmıştır ki, talim ve terbiye için mecburi yaş sınırı kabul ettiğimiz, yedi-on yaşlarını onlara tatbik etmemize imkân yoktur. Herhalde, onlar, daha önceden keşfedilerek, umûmî istidatlarına göre, değişik yol ve metotlarla ele alınmaları uygun olur.

Bir de bu arada, (buluğ- çağı) dediğimiz teklif devresi vardır ki, o da umumiyet itibariyle on beş yaşı olarak kabul edilmiştir. Bu devre çocuğun mükellefiyet ve sorumluluk devresidir. Bu devrede vaatler ve tehditler; mükafat ve ceza tatbikleri başlar ki, bununla o güne kadar çocuğa verilen şeylerin, onun ruhunda değişik yön ve 'yöntemlerle' yeniden sağlamlaştırılması ve silinmez hale getirilmesi temin edilmiş olur.

İlk öğretilecek şeyler

İlk defa çocuğa, din, dil, millî yapı ve millî karakter öğretilerek, ona göre içtimaîleştirilmesi ve içinde yaşadığı devrin şartları nazar-ı itibara alınarak, ruh köküne sımsıkı bağlılık içinde, ilimler adına inkılapçı, daha doğrusu dâimi bir dirilişle hep yeni ve hep taze bir anlayışa ulaştırılması ve orada korunması; sonra da, bu noktadan hareketle, sanat, ticaret, ziraat, ilim ve teknik gibi meselelere alıştırılması, adapte edilmesi sayılabilir.

Arz edilen hususları şu şekilde takdim etmek mümkündür:

1) Ferdin iç istikameti, yaratıcı karşısındaki durumu, inançları ve mükellefiyetleri gibi (Farz-ı ayn) olan şeyler.

2) Ticaret, ziraat, sanat gibi çeşitli mesleklere ait bilinmesi gerekli ve lüzumlu olan (Farz-ı kifaye) gibi şeyler. Buna millet ve toplumun hayat, istikamet ve izzetli yaşaması için, bilmesi zaruri olan şeyleri de ilave edebiliriz.

Evet, bir toplumun güven içinde yaşayabilmesi, geçmişi geleceğe bağlayarak, yeni yeni çok buutlu dünyalar kurabilmesi, ancak bu ilk esaslarla mümkün olacaktır. Cihanı fetheden en güçlü ordular ve dünyayı saltanat sınırlarına dar gören tâc darlar, arz edilen hususlar karşısındaki hassasiyetleri nispetinde, uzun ömürlü olabilmişlerdir. Aksine, bu hususlardan birinde gösterdikleri ihmal nispetinde de —belli bir meselede çok sivrilseler bile— varlıklarını koruyamamış ve çabucak silinip gitmişlerdir.Evet, bir toplumun âhenk içinde ve sürekli olarak varlığını sürdürmesi inanç ve ibadete; inanç ve ibadetin yanında sanat, ticaret ve ziraata; bunların yanında da devletler arası dünya muvâzenesinde yerini alma gayret ve çabasına bağlıdır. 'Bütün inananların toptan seyre çıkmaları doğru değildir. Her topluluktan bir cemaat, dini iyice öğrenmesi ve (sefere giden) kavimleri kendilerine döndükleri zaman (kaçınılması gerekli ve zaruri olan şeylerden onların) kaçınmaları için (uyarıda bulunmaları) behemehal gereklidir.' (k)

Bir toplum, âlim, münevver ve yetişmiş kadrolarıyla fâtih ordulara rehber; sanat ve ticaret erbabına mürşit ve bütün hayatî meselelere öncüler yetişmiyorsa o toplum mefluç ve gelecek adına talihsiz ve nasipsizdir. Bundan dolayıdır ki; dünya işlerinin âhenk içinde yürümesi için gerekli olan şartların bilinmesi (Farz-ı kifâye) sayılmış ve bu şartların bütünüyle terk edildiği bir topluma mücrim nazarıyla bakılmıştır. Masum bir toplum, vicdanının duruluğu, ledünniyatının derinliği ve samîmi kulluğunun yanında, kunduracılıktan terziliğe, ondan çiftçiliğe ve ondan da sanayiinin bütün dallarına kadar her sahada varolan; hatta İmam-ı Gazali'nin ifadesine göre, her meslekte maharetli, yani, günümüzün anlayışıyla, mütehassıs insanlara sahip bulunan toplumdur.

Bu itibarla, fertleri, iç-aydınlığa, vicdanî safvete erememiş bir toplum masum olamayacağı gibi, sanattan ticarete; ondan ziraata, ondan da askerliğe; hatta teknik ve teknolojinin en ince teferruatına kadar —mesâiler tanzim suretiyle— herşeyi kucaklamayan bir toplum da masum değildir.