Madde, Tesadüf ve Kendi Kendine Olma İddiaları

Evrimin temelinde, varlığın kendi kendine ve tesadüflere bağlı olarak meydana geldiği iddiası yatar.

Evrimciliğin Darwin'den önceki babası olan Lamarck, evrimi Allah'a veriyor ve onu, Allah'ın eşyada, tabiatta yarattığı bir kabiliyet olarak görüyordu. Dolayısıyla o, yaratıcı evrim yanlısıydı. Buna karşılık Darwin, varlığın temelini maddeye, atomlara ve onlara atfettiği yaratıcı ruha bağlamaktadır. Bir bakıma vahdet-i mevcutçu, yani monisttir o. Darwin'den sonra gelenler, varlığı tamamen maddeye verip, bütün bütün inkârcılığa, maddeciliğe, materyalizme saptılar ve evrimi Allah'ı inkârın bir dayanağı gibi kullanma yolunu seçtiler.

Günümüzde Darwinizm'e sahip çıkanlar, ona inkârcılık adına sarılan materyalist dünyadır. Bunlar, maddenin ezeliyetine inanmaktadırlar. İlim adına ne korkunç bir cehalettir ki, sonsuz ilim, irade ve kudret isteyen varlığı, böyle bir ilim, irade, kudret ve hayat sahibini inkâr adına, tarifini bile tam yapamadıkları, keyfiyeti üzerinde anlaşamadıkları cansız, şuursuz, ilimsiz, iradesiz ve güçsüz, insanın elinde şekilden şekle giren maddeye verebilmekte ve onu yaratıcı mevkiine çıkarabilmektedirler. Ruh u canımla bağlı bulunduğum Mâbud u Mutlak'ımı mütalâa ederken, O'nu madde ile birlikte düşünmenin beni nasıl dâğidar ettiğini ifadeden bile acizim; kaldı ki, ilim haysiyet ve namusu, objektif düşünme de bunu gerektirmez. Çünkü, Allah'ın varlığı karşısında maddede, bir müzakere adına ve geçici olarak da olsa –hâşâ– ezeliyet ve yaratıcılık düşünmek, muhalif tarafı tutmak olur ki bu, ilmî ve objektif düşünceye aykırıdır. Ayrıca, Allah'ı inkâr, –sonsuz defa hâşâ– O'nun olmadığını kabullenmek, nefye dayalı bir kabuldür ki, böyle bir kabulü ispat etmek, onun sahibine düşer. Halbuki, nefy ispat edilemez; dolayısıyla, –hâşâ– Allah'ın varlığını inkâr, asla ispat edilemeyecek bir iddia olarak kalmaya mahkûmdur. –Hâşâ– O'nun yokluğuna tek bir delil olmamasına mukabil, varlığı hakkında sayısız deliller vardır. Bu delilleri görmemek, ancak sofistler gibi, kişinin kendi varlığıyla birlikte kâinatın da varlığını inkârla mümkün olabilir ki, bu da, akıldan da, hayattan da istifayı gerektiren apaçık bir vehim ve mugalâtadan başka bir şey değildir. Böyle bir iddiaya sahip olmak ve onu seslendirmek bile, varlığı ortaya koymaya yeter. Bütün bu açık gerçeklere rağmen, günümüzde maalesef pek çok insanın imanını kaybetmesine veya inandığı gerçeklerden şüpheye düşmesine sebep olduğu, en azından, bu maksatla kullanıldığı için, Darwinizm'i red adına maddenin kadim, yani ezelî olmadığını, yaratıcı da olamayacağını ortaya koymak için, tarihin gördüğü bu en câhilane iddiayı, yani varlığın bütünüyle maddeye dayandığı iddiasını, geçici olarak mütalâa dairesine almak mecburiyetinde kalacağız.

Önce hemen hatırlatmak gerekiyor ki, evrimciler, farkında olarak veya olmayarak nâmütenâhî bir mekân tasavvuru içindedirler. Çünkü maddeye ezeliyet vermek ve evrimi bu ezeliyet içinde başlangıcı belli olmayan bir zamana götürmek, zaman ve mekân ayrı düşünülemeyeceği için, mekâna sonsuzluk vermek demektir. Zaman, itibarî (nominal) bir varlığa sahiptir; onu eşya ve hâdiselerin bir buudu yapan mekândır. Mekân olmadan zamana vücud verilemez. Mekân dediğimiz şey ise, atomlar âleminden, madde âleminden ibarettir. Dolayısıyla, maddenin ezelî olmadığı ispat edildiğinde, mekânın da zamanın da ezelî olmadığı ortaya çıkacak ve ezeliyeti bulunmayan bir şeyin yaratıcı ve kendi kendine de var olamayacağı kendiliğinden anlaşılacaktır.

Artık çoklarınca bilinir hâle gelmiş bulunan termodinamiğin ikinci kanunu, maddenin ezeliyetini nefyetmektedir. Termodinamiğin birinci kanunu, enerjinin korunması, ikinci kanunu ise, meşhur Carnot kanunudur. Buna göre, ısı merkezlerindeki ısı, etrafa sıcaklık neşr ede ede bir gün tükenecektir. Işık kaynakları, enerji kaynakları, çevrelerine ışık ve enerji vere vere bir gün kâinatta enerji müsavi hale gelecektir ki, bu da, enerjinin yok olması demek değilse de, hayat noktasında ölümü, artı-eksinin yok olması demektir. Carnot, bu kanunu, evinde kaynattığı su ve sobasının sıcaklığından edindiği tecrübelerine dayanarak ortaya koymuştur. Onun bu tecrübeleri daha sonra geliştirilmiş ve büyük ilim adamları tarafından bir sisteme bağlanmış olup, bugün kanun adı altında okutulup, öğretilmektedir.

Termodinamiğin kâinat üzerindeki küllî tesirinin nasıl olacağı mevzuunda bugün muhkem olarak bir şey söylemek mümkün değildir. Bununla beraber şu denebilir ki, kâinat yekpâre bir bütün olmayıp, cüz'lerden (parça) meydana gelmiştir. Parçalar hakkında geçerli olan hüküm bütün hakkında da geçerlidir. Bu sahadaki tecrübeler gösteriyor ki, eğer daha önce bir başka sebeple kıyamet kopmazsa, muhakkak bir termodinamik kıyameti olacak, yani kâinattaki enerji sona erecek ve sistem çökecektir. Burada, termodinamik kıyametiyle maddenin ezelî olmaması arasındaki münasebet veya bununla, sonsuzluğu iddia edilen zaman ve mekânın ne zarar göreceği sorulabilir?

Önce hemen belirtelim ki, maddeye ezeliyet verenler, öyle anlaşılıyor ki, ezeliyetin ne demek olduğunu bilmemektedirler. Yeryüzündeki bütün kumları sıfır yapsanız, sonra başına 1 rakamını koysanız, ortaya çıkacak bu korkunç rakam ezel karşısında sadece 0 (sıfır) hükmündedir. Bunun gibi, ezel karşısında, insan dimağının kavrayabileceği, üretebileceği, düşünebileceği en büyük sayı, yine 0 (sıfır) hükmündedir. Çünkü ezel, sonsuz demektir. Ezelî olan:

  • Mürekkep olmaz, terkibe girmez; basit ve parçalanmaz olur.
  • Asla değişmez ve kendisine müdahalede bulunulamaz.
  • Zaman, mekân kayıtlarının ve dolayısıyla zamana, mekâna bağlı hareketin dışında olur.
  • Mutlaka ebedîdir; çünkü her halükârda zamanın dışındadır.

Bu bakımdan, ezel ve ebed, zamansızlık demek olduğundan, bir bakıma aynı noktada birleşirler. Bu özelliklerin hiçbiri maddede yoktur. Madde değişkendir; termodinamik kanununun da ortaya koyduğu üzere, bir gün tesirini bütün bütün kaybedecek olan enerjiden ayrı düşünülemez. Ayrıca, her türlü terkibe açıktır. Bütün bunlardan farklı olarak, zaman ve mekân kaydı altındadır. Buna karşılık, Kelâm âlimleri, Cenâb-ı Allah hakkında, "Ma sebete kıdemuhû imtenea ademuhû (Bir şeyin kıdemi, yani ezeliyeti sâbit ise, onun yok olması mümkün değildir)" demekle, maddenin asla varlığa menşe' olamayacağını ortaya koymuş olmakta, hem de, varlığın kendisine dayandırılabileceği Zât'ın, zâtî hususiyetini ifade etmiş olmaktadırlar.

Mekân, küçük ölçekte atomlardan, büyük ölçekte ise güneşlerden mürekkeptir. Bu güneşlerden sadece biri olan bizim güneşimizde, saniyede 564 milyon ton hidrojen helyuma dönüşmekte ve bunun neticesinde etrafa milyonlarca kalorilik ısı ve ışık olarak enerji yayılmaktadır. Bütün güneş sistemine yayılan bu enerjinin bir kısmı da küremize gelmektedir. Kâinat, bu türlü güneşlerden müteşekkildir. Bizim güneşimiz, bir gün tükenme noktasına ulaşacak, anilmerkez (merkezkaç) bir hareketle çok korkunç infilaklar, ardından ilelmerkez (merkezçek) bir hareketle büzülme ve kasılmalar meydana gelecek ve artık etrafındaki meyveleri barındıramayacak, dolayısıyla bir kıyamet koparacaktır.

Bütün kâinat, temel taşı olan bu güneşlerden mürekkep olduğuna göre, enerjileri sürekli tükenmeye doğru giden bu güneşlerin ezelî olması düşünülemez. Çünkü ezelî, yani sonsuz olan, yukarıda da ifade edildiği gibi, mürekkep olmaz, zira o, zaman ve mekân kaydı altına girmez; dolayısıyla aşınmaz, kendinde en küçük bir değişiklik meydana gelmez. Oysa görüyoruz ki, madde ve maddî dünya sürekli değişmekte, hâlden hâle girmekte, çözülme ve yeniden oluşmalara uğramakta veya medar olmaktadır. Şu halde madde, hem başlangıcı vardır, hem sonludur; zaman-mekân kayıtlarıyla sınırlıdır. Bunun dışındaki her iddia, hiçbir gerçek payı olmayan bir faraziyeden ibaret kalmaya mahkûmdur. Bizzat Darwin, bu konudaki acziyetini itiraf içinde, "Esasen bu varlıkların yaşadığı devirde bulunamadığım için meseleyi bir kısım faraziyelerle takviye etme lüzumunu duydum." demektedir.

Faraziye, her ne kadar birtakım ön bilgilere dayansa da, temelde, tecrübe edilmemiş görüşler, iddialar demektir. Nasıl Darwin ortaya böyle bir faraziye sürmüşse, ben de bir faraziye sürer ve derim ki, bir insan yerin herhangi bir hareketiyle birden 10.000 metre yukarıya fırladı ve kendisine hiçbir şey olmadı. Bu da bir faraziye, yani hipotezdir. Eğer, birden 10.000 metre yukarıya fırlayan insan, oksijen darlığından hemen ölür diye karşı çıkacak olursanız, bu defa faraziyemi bir başka faraziye ile destekler ve "Siz, bugünkü şartlara göre konuşuyorsunuz. Yeryüzünün bir döneminde şartlar farklıydı ve oldu" derim. Eğer benim bu faraziyem ilmî değil de sadece bir iddia bile olsa, Darwin'in ve Darwincilerin iddialarının bundan bir farkı yoktur ki! Evrim iddiası, kâinattaki ve canlı hayatı için geçerli bütün diğer kanunların tekzip ettiği bir faraziye ortaya atıp, karşılarına çıkan bütün boşlukları başka faraziyelerle doldurmaktan başka bir değer taşıyor değildir.