Bu Ülke

Bir zamanlar bambaşka güzellikleri, büyüleyici iklimi, ruhlara kucak açan tabiatı ve sonsuza uyanmış insanıyla bu ülke, kervanların konup kalktığı, seyyahları, onun altın yamaçlarında tenezzühe çıktığı, gönül ve ruh insanlarının Ka'be yolcuları gibi akın akın koşup ona geldiği ve bir ibadet neşvesi içinde onun güzelliklerini yudumladıkları eşi-menendi bulunmayan bir Cennet köşesiydi...

Evet, bu ülke ve onu ayakta tutan dinamikleri yerinde görmek için dünyânın dörtbir yanından merak ve ziyaret arzusuyla coşan sîneler, hep ona koşar; onun ovasında-obasında, dağında-bayırında, bahçesinde-bağında ve melekleri andıran insanları arasında hayret ve hayranlıklarla dolaşır, ayrılırken de hasret ve hüzünlerle ayrılırlardı. Bu tılsımlı ülke rengârenk güzellikleri ve başdöndürücü ihtişamıyla misafirlerini öyle büyülerdi ki, gelenler âdeta bu füsunla çarpılır ve bir daha da onun atlas ikliminden ayrılmak istemezlerdi. Vâkıa, onun zümrüt çayırlarında yaşayanlar, ülfet ve ünsiyetle bazan bu füsun ve büyüleyiciliği sezemedikleri, dolayısıyle de lâubaliliğe, alâkasızlığa düştükleri olurdu; ama, dıştan gelenler için o, her zaman Cennet yamaçlarını, insanı da melekleri hatırlatacak mahiyette pırıl pırıl idi.

Hele, dağlarının masmavi semalarla bütünleştiği; sahillerinin gökler gibi derinleştiği; binbir renk ve ışık oyunlarına ma'kes yamaçlarının gölgelerle oynaştığı; şâhikalarının mehip duruşlarıyla birer hatib gibi, kendilerine has lisanlarla gürül gürül ses verip durduğu; ince ve yumuşak tabiatının kıvraklardan kıvrak o çarpıcı beyanı ve büyüleyici manzarasıyla, sonsuzdan gelen ve sonsuza açık olan en derin, en yüksek bir şiiri ruhlara fısıldadığı; mehtabının, gümüş bir fânusdan sızıyor gibi etrafa saldığı ışık hüzmeleriyle yeryüzünü âdeta semavîleştirdiği; güneşinin, bitevî urbalarını atıp bütün çarpıcılığı ve yakıcılığıyla, hemen her mevsim göz ve gönüllerimize aydınlık ve neş'e salıp durduğu.. yıldızlarından her zaman ruhlara birer füsun, birer hayal ve birer hayretin akıp geldiği ve bütün bu güzelliklerin yanında tıpkı bir gökkuşağı gibi tüllenen bu binbir renk ve âhenk cümbüşü altında, Sonsuz'dan gelen râbıtalarla birbiriyle sarmaş-dolaş olan ve birbiriyle kaynaşıp bütünleşen genç-ihtiyar, kadın-erkek en temiz, en duru, en samimi ve en derin duygularla kaderlerine tebessüm edip saadetten saadete kanatlanan bu insanlar ve onların ülkesine denk ikinci bir dünyâ gösterilemezdi...

Yüce Yaratıcı onların önlerine, inanç, aydınlık ve ruhânî hazlar adına manzaraların en güzellerini sermiş, bu başdöndürücü güzellikler karşısında onları ölümsüzlüğe uyarmış ve gönüllerini itminana kavuşturmuştu. Ve artık onların nazarında hayat ne bir bilmece, ne de idrak edilmez, manâsı anlaşılmaz bir sır değildi. Onların nazarında hayat teneffüs edilen bir râyiha, dile-damağa karışan bir lezzet, ruhun derinliklerinde duyulan bir tad haline gelmişti.

Bu ülkede ilme, inanca, düşünceye açılmış muhteşemlerden muhteşem tabiat kitabı ve onu didik didik edip anlamaya çalışan, hallaç edip özünü araştıran gayretli dimağlar, hüşyâr ruhlar; onun esrarına meftun doyma bilmeyen kadirşinas gönüller ve bütün ömrünü bu ülkeyi imara vakfetmiş çelik iradeler, azimli fıtratlar dıştan gelen seyyah ve misafirlere rüyâlar kadar tatlı en büyük hazları yaşatırlardı.

Onun ovalardan obalara, zirvelerden sahillere uzayıp giden güzellikleri, sanata uyanmış gönüller üzerinde o kadar tesirli olurdu ki, uhrevîleşen bu manzaraları seyre dalanlar, seyrettikleri şeylerin müşahedesine asla doymaz; bu fırsatı kaçıranlar da kendilerini levm ederlerdi.

Aradan bunca yıl, bunca zaman geçmesine rağmen, hâlâ, içimizde parıldayıp duran ışık hüzmeleri, göz ve gönüllerimizi dolduran ihtişamıyla, o günlerle o kadar içli-dışlı bulunuyoruz ki; bir adım atsak hemen içine girecekmişiz gibi geliyor. Ruhlarımızın böylesine geçmişle bütünleşmesi sayesindedir ki, belli bir zaman dilimi içinde, bizi ayakta tutan bütün dinamiklerin kulakardı edilmesine, tarih ve tarihî değerlerin hafife alınıp geçmişe sövülmesine, ülkenin bir baştan bir başa harabelere çevrilip vatan evladının dilenciler haline getirilmesine, iyilerin, inançlıların, faziletlilerin hor ve hakir görülüp, fenâların, münkirlerin, millet düşmanlarının alkışlanıp başlarda gezmesine rağmen, onlar şanlı mazilerinden kopmadılar ve kopmayacaklar.

Evet, her şeye rağmen günümüzün nesilleri, geçmişten şimdilere sarkan o ebedî güzelliklerden paylarını almak için, ruhlarını cetlerinin dünyâsına açık tutuyor ve oradan gelen ışık tayflarıyla yollarını aydınlatarak kendi çizgilerini bulmaya çalışıyor ve ona doğru kayıyorlar. Bizimle aynı memeden süt emmeyenler buna inanmasalar bile, en büyük tefsîr ve takdirlerin yazar-bozar tahtası sayılan zamanın, bütün düşmanları ümitsizliğe, bütün dostları da sevince gark edecek olan o parlak yorumu er-geç tahakkuk edecektir.

Evet, aradan yıllar ve yıllar geçse de, gidip de bugüne kadar dönmeyen şanlı akıncının bir gün tıpkı ufukta tulû eden bir ay gibi eski yerinden bir kere daha doğacağını vicdanlarımızda duyuyor ve asırlardan beri ülkemizi saran karanlıkların, mutlaka, yerlerini aydınlıklara terkedeceğine inanıyoruz.

Ne olursa olsun, muhteşem geçmişin güzellik ve füsunu gönül ve hâtıralarımızda hâlâ o kadar canlı ki, bu ülkede, bize ait her şeyin sesi kısılsa, şanlı mâzinin temel dinamikleri bütünüyle sarsılsa, tarihin ağzına kilit vurularak tamamen susturulsa veya söyledikleri artık duyulmaz olsa bile, bizler, hayâlen şanlı atalarımızın dolaştıkları noktalarda dolaşıyor; onlarla kucaklaşıyor; ruhlarımızda onların soluklarını duyuyor; onlarla kolkola zirvelere, zirveleşmelere ulaşıyor ve târihî devr-i dâimler adesesiyle şimdiden yarınki mutluluklarımızı seyrediyor ve kendimizden geçiyoruz.

Sızıntı, Kasım 1988, Cilt 10, Sayı 118