Dün ve Bugün

Bir zamanlar bizim dünyâmız, kendine has renk ve ışıkları, güzellik ve derinlikleriyle müşahedesine doyum olmayan bir meşher ve başlı başına bir kültür; bir medeniyet ülkesiydi. Bu ülkede hayat o kadar sıcak ve yumuşak, o kadar câzip ve imrendirici idi ki, buraya, cihânın dört bir yanından hac kafileleri gibi kervanlar teşkil edilir ve onun yamaçlarında tenezzühe koşulurdu. Onu tanıyamamış olanlar, her bucakta ve her köşe başında ayrı bir sürprizle büyülenir gider; ona ait ihtişam ve güzellikleri tanıma fırsatını bulanlar da bir daha bu cazibe ikliminden ayrılmak istemezlerdi.

Bu dünyâda şehirler, köyler maddî ve mânevî râbıtalarla sımsıkı birbirine bağlı ve bütün ülke köyü, kasabası ve şehirleriyle büyük bir kent gibiydi. Bu ideal sitedeki bütün insanlar, derin bir ahlâk safveti, sağlam bir din şuuru ve sarsılmaz bir millî vahdete sahiptiler... Ve bu sayede de erişilmez bir huzur ve saadet içinde yüzüyorlardı. Hemen her yerde hayat, o kadar hâdisesiz, o kadar nizâsız ve o kadar tecavüzlere, cinayetlere kapalı sürer giderdi ki, insaflı seyyahlar burada her şeyin mucizevî cereyan ettiği zehâbına kapılır.

Burada herkes, iyilik ve güzelliklerle dolar boşalır; herkes birbirinin hayırhahı olduğu şuuruyla hareket eder, herkes, umumun şeref, haysiyet ve namusunun muhafızı gibi davranır ve herkes toplumun mes'ûd olması yolunda; içten gelen bir samimiyet, fevkalâde mürüvvetli ve fevkalâde duyarlı olmaya gayret gösterirdi... İmkânı olanlar imkânlarıyla devletin ve milletin emrine amâde yaşar; imkânsızlar da sağa sola yüzsuyu dökmeye mecbur edilmezlerdi. Evet, ikinciler bir şey isteme âdiliğine itilmez, birinciler de verdiklerini duyurma bayağılığına düşmezlerdi.

Bu ülkede bütün vey, güzellikler, hayırlar tamamen müesseseleşmişti.. ve ülke insanı da âdeta, Hakk'ın inâyetini temsil ediyor gibi, hayatın her kesiminde düşkünü, muhtacı, kimsesizi kucaklıyor; alîle, yolda kalmışa ve perişana el uzatıyordu. Bunca tırpanlanma ve hırpalamadan sonra bile, her biri birer ince manâ ve rûhî derinliğe işâret eden o zariflerden zarif ma'bedler, medreseler, şifâhaneler, tekyeler ve zâviyeler şanlı soyumuzun düşünce ve şefkat buudlarını göstermeleri bakımından ne talâkatli birer lisan ne erişilmez birer beyandırlar..!

Keşke bunların hiçbirini bozmadan, zâyi etmeden ve kadirbilmezlerin gadrine uğratmadan, hiç olmazsa birer müzelik eşyâ gibi, bulunduğumuz çağa taşıyabilseydik! Heyhat, bir döneme ait nesillerin takdirsizliği, hissizliği, kadirnâşinaslığı yüzünden, her biri başlı başına birer açık hava müzesi teşkil eden o koskoca târihî hazineler ve o muhteşem güzellikler meşherleri kaybolup gitti.

Mezarlıklar dahi onun sanatının fesahatlı bir dili ve ötelere uzanmış rengârenk birer dalı haline gelen manâ ağırlıklı bu yüksek medeniyet, arkada bıraktığı mamurelere denk harâbeleri, kitaplar gibi kitabeleri, müzeler kadar parlak kabristanlarıyla hâlâ başdöndürücü bir endama sahip ve hâlâ kalb ve vicdan insanlarını büyülemekte...

Bugün birçok kimse, o muhteşem medeniyetten arkada kalan her şeye ölmüş dağılmış bir cenazenin parçaları nazarıyla bakıyor. -Ölüp parçalanmayacaklar sevinsin!- Medeniyetler de, mezarlardaki insanlar gibi fânidirler: Bir bir gelir, bir bir varlığa erer, bir bir giderler. Bu geliş ve gidişte ne geleni engellemek ne de gideni durdurmak mümkün değildir.

Ancak, iyilik ve güzellik düşüncesiyle doğup, öteler ve ebediyyet mülâhazasıyla gelişen medeniyetlerdir ki, sonsuza kadar, gelecek nesiller için birer ilham kaynağı ve rûhânîler için de letâfetli birer mütâlaagâh haline gelirler.. tıpkı bizlerden milyonlarca yıl ötelerde bulunan, hatta ölüp gittikten sonra bile ışığı bizler ve bizlerden sonraki nesiller tarafından, daha binlerce sene seyredilecek olan yıldızlar gibi, bu uhrevî buudda gelişen medeniyet de öteler ve öteler ötesinde daha binlerce sene yaşayacak ve gök ehlince bir kitap gibi okunacak.. gök kapılarında da bir armoni gibi duyulacaktır.

Bütün bunları görmemezlikten gelerek, ne olduğu ve ne kadar yaşayacağı belli olmayan yalancı mumlarla, koskocaman bir ışık dönemini mukayeseye kalkışmak, hatta mukayeseden de öte, mumları yıldız, yıldızları da mum göstermek, şayet bir aldanmışlık değilse, düpedüz bir târih düşmanlığıdır.

Keşke, o ihtişam dönemine ait ömürleri, ömürlerin bir mutluluk armonisi içinde göklere doğru akışını ve bir bir saadet içinde çağlayıp geçen mevsimleri, yılları; mevsimler ve yıllar içinde akıp giden rengârenk hayatı, kalbden kalbe, ruhtan ruha boşalan neşeyi, sevinci, itminanı ve bunlarla hususî bir ses, bir şive, bir terkip, bir tarz, bir üslûp haline gelen güzelliklerin kemâlle kutuplaşmasını, olgunluğun mücerred güzellikler buuduna ulaşmasını günümüzün şu kadirnâşinâslarına da gösterebilseydik..!

Aslında, günümüzün takdir bilmezleri gibi bizler de muhteşem medeniyeti, üstüste zelzelelerle, enkaz yığını haline geldikten sonra idrak edebildik. Bizler ve onlar, bu hârika dünyâyı; onun, sihirli nizamları ve baş döndüren intizamları hüküm sürerken.. yani bağları henüz bozulmadan, çiçekleri solmadan, ormanları yanıp kül olmadan, toprakları erozyonla akıp akıp gitmeden; küheylanları çatlamadan, süvarileri mehlikâ sultana tutulmadan, gazâ bâğîlik sayılmadan, gâziler sarhoş edilip mehter müzeye kaldırılmadan, kösler susmadan, gözler hakikata kapanmadan, güneşler batıp heryanı karanlıklar basmadan, akan çaylar kesilmeden, çeşmelere civa akıtılmadan; ilâhîler susmadan, ilâhîlik söndürülmeden; her yer mezar haline getirilmeden, mezarlar mezbeleliğe döndürülmeden... Hasılı, her şey kıvamında iken görüp seyredemedik.

Dün milleti arkasına alıp zirvelerin zirvesinde gezdirenler, torunlarının başlarına gelecek şu üstüste felaketlerin en küçüğüne dahi ihtimal vermiyorlardı. İhtimal vermek şöyle dursun, onu rüyâlarında görmeye dahi tahammülleri yoktu. Bunda da haklıydılar, zira; dünyâya hükmedecek güçleri, cihanla hesaplaşacak inanç ve imkânları buna yetecek mahiyetteydi. Ama işte onlar ve işte acı-tatlı hâtıraları..! Günü gelince herkes de gidecek! Koca dağların yerinden oynadığı bir dünyâda, küçük tepelere ebedî saltanat vehmetmek aldanmışlıktır. Evet gelen herkes gidecek; ama, kimileri şanlı soyumuz gibi gönüllerimizde en tatlı hâtıralar bırakıp öyle gidecek; kimileri de milletin zihninde bir mülevves yâd olarak...

Sızıntı, Aralık 1989, Cilt 11, Sayı 131