Tahrip Edilen Tabiat

Tabiat baştan başa bir hârikalar meşheridir ama, biz ona "meşher" demektense, bir "kitap" demeyi daha uygun buluruz. Zira, onu bir kitap gibi duyar, bir kitap gibi okur ve bir kitabın rengârenk canlı, yaldızlı nakışlarını temâşâ ediyor gibi hayran hayran seyrederiz. Onu, her sabah yeniden boyanmış, süslenmiş o göz kamaştırıcı endamıyla, bir ruh, bir hayat kaynağı olarak karşımıza dikilmiş görür ve kendimizden geçeriz.

Ve hele bir zamanlar bu meşher ve bu kitap, rüyâlara sığmayacak kadar baş döndürücü, hülyâları avlamak için kurulmuş tıpkı bir tuzak... Yelkenlerini aşk ve muhabbet iklimine açmış muhteşem bir gemi ve ışıktan parmaklarıyla öteleri gösteren binbir kandilli bir âvize gibiydi. Zümrütten tepeleri, üfül üfül vâdileri, içinde binler-yüzbinler canlının oynaştığı, kaynaştığı ormanları, Cennet bahçelerini hatırlatan bağları, bostanları; cıvıl cıvıl kuşları, çığlık çığlık böcekleri, gökten akıp gelen rahmet ve bereketi, bu rahmet ve berekete karşı, yeryüzünde, temiz sînelerden fışkırıp semâlara doğru yükselen hamd ü senâlarıyla uhrevî âlemin bir kıyısını teşkil ediyordu...

Evet, tabiatı bu şekilde duyan, hisseden gönüller, Kudret Eli'nin onun bağrından fışkırttığı ses, nağme, tad, koku ve güzelliklerin tiryâkisi gibi, onları görmeden, tatmadan, onlarla söyleşip konuşmadan edemezlerdi. Edemezlerdi, zirâ onlarla öyle hemhâl olmuşlardı ki; nasıl nefîs bir yiyecek ve içecek karşısında tükrük bezlerimiz harekete geçer; nasıl neyi görünce, gayr-i ihtiyari bir şeyler mırıldanırız... Öyle de, onun mütâlaasıyla sermest bu temiz ruhlar, ona her bakışta, ötelere ait farklı şeyler hisseder, farklı şeyler duyar ve hep ürperirlerdi.

Nasıl ki, bir köşk, bir yalının mimârîsi, mimârîsindeki incelik ve zarafeti, köşkün ve yalının ötesinde, bizlere başka şeyler fısıldar; öyle de bu sanat hârikası tabiat meşheri de, varlığının ötesinde, bir varedip gün yüzüne çıkaran, bir tanzim edip ortaya koyan; ortaya koyduğu her eseriyle kendisini hissettiren, fakat azametiyle bir türlü sezilmeyen, insan idrak ve ihâtasının üstünde bütün nizam ve güzelliklerin hakiki kaynağını onların vicdanlarına duyurur ve mesteder.

Tabiatta mimârî, semâlarla içiçe gibidir. Dağlar, o mehîb edâlarıyla başlarını semânın eteklerine dayamış gibi görünmeleri, göklerin, bu şiddetli vuslat arzusuna karşı kendilerini salıvermeleri, evet bu mimârî, bütünüyle ne tatlı bir remzdir! İnsan hayâli, çiçeklere konup-kalkan arılar gibi, onun güzelliğinin akislerine kona-kalka ufka kadar ilerler... Oraya ulaşınca da, yeniden başlayacak bir seferle, yolların gökler ötesi sonsuza doğru uzayıp gittiğini sanır. Sanır da, ruhunun derinliklerinde ötelere ait nağmeler duymaya başlar. Hülyâlarıyla bu âlemde, uzun süre kalmayı başaranlar; sevdâsıyla yanıp tutuştukları, hasretini vicdanlarında duydukları hakiki sevgilinin vuslatına erer ve bu tatlı rüyâdan uyanmak istemezler...

Kalb, ruh ve vicdanlara binbir haz ve lezzetin akıp-durduğu bu irfan kuşağında seyahate azmetmişler için tabiat, gönüllere inşirâh salan manzaraları; rengârenk tepeleri, hülyâlı dağları; baygın bahçeleri, ürperten koruları; çağıltılarla akıp giden çayları "vahdet vahdet!" diye denizlerle bütünleşen ırmakları... Evet, bütün bunlarla bilhassa, bahar ve yaz mevsiminde tabiat meşheri, bir keyif, bir neş'e, bir huzûr, bir hayâl diyârıdır âdeta.

Bu kitap ve meşherin, her yanının ayrı bir ihtişamı, ayrı bir şiiri, ayrı bir füsûnu vardır. Onun bu ayrı ayrı güzellikleri; güzelliklere birer buud teşkil eden renkleri, şekilleri, biçimleri ve "olandan daha muhteşemini bulmak mümkün değil" dedirtecek kadar tasavvurlar üstü endamlarıyla, güzellik müsabakasına arz edilmiş gibidirler. Bu güzellikler galerisine uyanan ruhlar, varlığı daha bir derin görmeye başlar ve her şeyde tasavvur üstü bir güzellik mûsikîsi dinlerler... Bu sermest gönüller nazarında ağaçlar "hû" der semaa kalkar; güller, çiçekler, kendilerine mahsus dillerle Yüce Yaratıcı'yı ilân eder ve müşahedesine doyum olmayan renkleriyle zambaklar, menekşeler, leylaklar; bayıltan râyihalarıyla güller, karanfiller, yaseminler; büyüleyici edâlarıyla kamelyalar, orkideler, manolyalar bizlere hep o gizli güzellikten bir şeyler fısıldarlar. Burada zaman öyle derince duyulur ki, insan âdeta soyunun yaşadığı bütün devirlerdeki güzellikleri birden görür, duyar ve yaşar...

Hele, bazı yerler, hiç değişmeyen mevsimleri ve hazan bilmeyen iklimleriyle o kadar derin, o kadar göz kamaştırıcıdır ki, insanlar, buralarda güzelliklerin son kıyılarına yaklaşır gibi olur; yaklaşınca da burayla öteleri içiçe ve birarada görmeye başlar: Buranın yamaçlarında cennetleri heceler; buradaki nehirlerde Cennet ırmaklarının çağıltılarını duyar; buradaki ağaçların salınmasında Firdevs bahçelerinin esintisini hisseder... Hasılı, buradaki bütün güzelliklerin çehresinde sonsuz güzellikleri duyar, müşâhede eder ve insan ömrünün bu zevkleri bütünüyle yaşamaya yetmeyeceğini düşünerek ebediyet arzusuyla gerilir, sonra da bu hayâtî arzuyu yerine getirebilecek Kudret-i Sonsuz'a yönelir.

Rahmet-i Sonsuz tarafından yaratılıp insanoğlunun tenezzüh, müşâhede ve mütâlaasına sunulan bu muhteşem kitap, bu büyüleyen meşher, ne acıdır ki bugün, bir çöp yığını kadar dahi önemsenmemekte ve ihtimam görmemektedir. Önemsenme ve ihtimam görme şöyle dursun, dört yandan çölleştirme, mezbeleliğe çevirme taarruzları karşısında sarsık, perişan ve lime limedir.

Bugün artık emir ve irâdenin muhteşem bir arşı olan hava, ifritten bir duman ve kahırla dalgalanan bir girdap... Hakk'ın, hayat ve lütûf kaynağı olan sular, tehlike ile çağlayan birer seylâp ve hayata kapalı birer zift kanalı; Rahmet-i Sonsuz'un ihsan ve keremini, hazinedârlık plânında temsil eden toprak, bini-bereketi akıp gitmiş bir çorak, kuvve-i inbâtiyesi kaybolmuş bir çöl ve ekolojik dengesi bozulmuş bir ölüm ülkesi gibi...

Bize emanet edilen her şey gibi, bu mücessem kitap, bu muhteşem meşhere de yazık ettik. Yazık ettik çölleştirdiğimiz ovaya-obaya.. yazık ettik kirlettiğimiz denize-çaya.. yazık ettik toprağa-havaya.. ve yazık ettik içinde yaşanılmaz hâle getirdiğimiz ormana, bağa, bahçeye... Daha doğrusu Cennet'e benzeyen bu güzel dünyâyı cehenneme çevirmekle yazık ettik kendi kendimize..!

Şayet insanlar, nizamını bozup kirlettikleri bu dünyâyı, yeniden imâr edip eski güzellik ve ihtişamına ulaştırmazlarsa, Nuh Tufanı gibi hâdiselerle bu güzel dünyâ, enkaz yığınları halinde başımızdan aşağı dökülmesi kaçınılmaz olacaktır.

Sızıntı, Ocak 1990, Cilt 11, Sayı 132