Helâke Götüren Sorular

"Sizden önceki ümmetler, kesret-i sualle (gereksiz yere çok soru sormakla) helâk oldular." hadisinden murat nedir?

Efendimiz'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) pek çok soru soruluyordu. Bu sorulardan bazıları nübüvvet makamına yaraşmayan ve işin nezaketini ihlal edici mahiyette olduğundan Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) çok rahatsız oluyordu. Özellikle zenginler, fısıltı hâlinde (necvâ) bazı özel isteklerde bulunuyorlardı. Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) de buna canı sıkılıyordu; canı sıkılıyor olmasına rağmen nezaketi icabı onları reddedemiyordu.

Bunun üzerine, "Ey iman edenler! Şayet Resûlullah ile baş başa görüşmek isterseniz, bu özel görüşmeden önce bir sadaka verin." (Mücâdele sûresi, 58/12) âyet-i kerimesi nâzil oldu ve Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile görüşme teşebbüsünde bulunmadan önce sadaka vermek mesnun (sünnet) kılındı.

Vâkıa daha sonra bu âyet, –pek çok ulemaya göre– nesh edilmiştir. Esasen bu sadaka emrinde, fısıltı hâlinde gelen sorular karşısında rahatsız olan Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu rahatsızlığını giderme ve böylesi görüşme taleplerinde aşırılığı önleme gibi hikmetler de söz konusudur.

Dini öğrenmek için Allah Resûlü'ne (sallallâhu aleyhi ve sellem), toplumun hemen her kesiminden değişik insanlar geliyor ve sorular soruyorlardı. Bu gelen kişilerin bazen çok münasebetsiz halleri de olabiliyordu. Fakat O, insanları ihya etme konumunda olduğu için, bütün bunlara katlanıyordu. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir gün mescitte iken kendisine sorulan lüzumsuz sorulardan bir ölçüde bunaldı, celâllendi ve ayağa kalkıp, "Bugün burada durduğum müddetçe bana ne sorarsanız cevabını vereceğim!" buyurdu. Arkasından da birisi kalkıp, "Ben nereye gideceğim?" diye sordu. Allah Resûlü de "Cehennem'e gideceksin!" karşılığını verdi. Daha sonra Abdullah b. Hüzafe de şöyle bir soru sordu: "Benim babam kim yâ Resûlallah?"; ona da, "Senin baban Hüzafe'dir." buyurdu.

İşte böyle, herkesin bir şeyler sorduğu esnada Allah Resûlü'nün o andaki ruh hâletini çok iyi kavrayan Hz. Ömer (radıyallâhu anh) ayağa kalktı ve "Biz, Rab olarak Allah'tan, din olarak İslâm'dan, peygamber olarak da Muhammed'den razıyız." deyiverdi. Onun bu ince, mânidar tavrı, Allah Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) her zaman sinesinde esen o itminan esintilerinin tezahür menfezlerini aralıyor ve o esnada celâlî tecellîler yerlerini üns esintilerine bırakıyor.

"Ziyarete gücü yeten herkese, Beytullah'ı ziyaret etmek, Allah'ın onun üzerindeki hakkıdır." (Âl-i İmrân sûresi, 3/97) âyeti indiğinde, birisi: "Yâ Resûlallah! Her yıl mı hacca gideceğiz?" diye bir soru sormuştu. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), haccın bir kere farz olduğunu Kur'ân'ın ifadelerinden anlamıştı. Ancak O, belki gücü yeten herkesin nafile de olsa hacca gitmesini, orada diğer mü'min kardeşleriyle beraber kaynaşmasını ve böylece bir vifak ve ittifak havasının oluşmasını istiyordu. Bu sebeple Allah Resûlü susmayı tercih etmişti. Ancak "Her yıl mı?" şeklinde ısrarla sorulan sorular karşısında sert bir üslûpla: "Hac, ömürde bir keredir." buyurmuştu. Bu olay üzerine de şu âyet inmişti: "Ey iman edenler! Netice itibarıyla açıklandığı takdirde hoşunuza gitmeyecek şeyleri sormayın!" (Mâide sûresi, 5/101)

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendisine sorulan bu soru karşısında ihtimal, hac, ömürde bir kere farz olmakla beraber, isteyen ve gücü yeten daha fazla da hac yapabilir şeklinde düşünüyordu. Israrlı sorular karşısında ise, "Eğer ben 'Evet!' deseydim her yıl hacca gitmeniz zorunlu olurdu ve siz, bunun altından kalkamazdınız." buyurdular. Ardından, lüzumsuz soru sormanın mahzurlarına dikkat çeken şu sözler dudaklarından döküldü: "Ben size bir şey demedikçe siz de beni bırakınız. Zira sizden öncekileri, suallerinin çokluğu ve peygamberleri karşısında ihtilafları helâk etmiştir. Öyle ise ben, sizi bir şeyden nehiy mi ettim (niçin ve neden diye sormaya kalkmadan) ondan kaçının. Bir şey emrettiğimde de onu elinizden geldiğince yapmaya çalışın (hâsılı, sizi zora koşan sorular sormayın)."

İkinci olarak, bazen de Allah Resûlü'ne, insanlar için hayatî önem taşıyan sorular yerine bir astronomi bilginine soru sorar gibi, "Ay, niçin inceliyor ve sonra kalınlaşıyor?" şeklinde sorular soruluyordu. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak da şöyle buyurdu: "Sana hilâlleri sorarlar. De ki: Onlar insanlar için; özellikle hac için vakit ölçüleridir." (Bakara sûresi, 2/189)

Hâlbuki bu ifadeler, onların sordukları sorunun tam cevabı değildi. Zira ayın incelip kalınlaşması onları ilgilendirmeyen ve onlara pek fazla faydası olmayan bir husustu. (Böylece âyette, onların sordukları soru vesilesiyle asıl verilmek istenen şey anlatılıyordu ki, bu da ayrıca üzerinde durulmaya değer.) Evet, Allah Resûlü, kendisine bu türlü soruların sorulmasını istemiyordu.

Bazıları Efendimiz'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) gelip "Bir kadın ile bir erkek bir araya geldiklerinde çocukları nasıl erkek veya kız oluyor?" şeklinde hatta bazen bunun da ötesinde uygunsuz sorular soruyorlardı ki, bu tür soruları bir peygambere sormak suiedepti. Men edilen de işte bu kabîl sorulardı.

Son olarak meselenin bir de gulüv (haddi aşan) yönü vardı ki, Peygamber Efendimiz'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) bazen şu tür sorular bile sorulabiliyordu; vâkıa benzer sorular günümüzde de sorulmaktadır: "Niye insanda iki tane göz var? Bir tane olsaydı ne olurdu? Niye burunda iki tane delik var? Nasıl olsa ikisi de ilerde birleşiyor ve bir delik oluyor. İki tane olmasının ne faydası var?.. Ve neden insanda otuz iki diş var?" gibi dahası bazı kesimler tarafından haddi aşan ve belli bir mantıkî düzeye oturmayan, "Allah her şeyi yarattı, –hâşâ– O'nu kim yarattı?; Allah kâinatı yaratmadan önce ne yapıyordu?" şeklinde sorular sorulmaktadır. (Bu tür sorulara bilgi sahibi olmadan cevap vermeye çalışmak hata olduğu gibi bilgili olunduğu takdirde doyurucu cevaplar verememek de hatadır.)

Evet, bu tür münasebetsiz sorular, çoğu defa bir dalâleti kapatırken, yeni bir dalâletin de kapısını aralayabilir. Bu sebeple, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem): "...Sizden önceki ümmetler, kesret-i sualle (gereksiz yere çok soru sormakla) helâk oldular." buyurarak doğru yerde, doğru zamanda ve doğru soruların sorulmasının önemini ifade etmiş oluyordu.