Hikmetin Mânâsı

"Allah hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet nasip edilmişse, doğrusu, büyük bir hayra mazhar olmuştur. Ancak tam akıllı olanlar gerçekleri anlar ve düşünürler." (Bakara sûresi, 2/269) buyruluyor. Âyette geçen hikmetten ne anlamalıyız?

Evvelâ, âyet-i kerimede geçen hikmet kelimesinin mânâsı mevzuunda selef âlimlerimizin mütalâasını bilmede fayda var:

Bazı selef âlimleri, hikmeti, "Vahyin gayr-i metlüv olanı, Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) beyan ve sözleridir." şeklinde tarif etmişlerdir. Nitekim Kur'ân-ı Kerim, "Allah sana kitap ve hikmeti indirmekte ve sana bilmediklerini öğretmektedir."(Nisâ sûresi, 4/113); "Ben sana (Hz. İsa'ya) kitabı, hikmeti, Tevrat ve İncil'i öğretmiştim." (Mâide sûresi, 5/110) gibi âyetleriyle hikmeti, kitaptan ayrı bir husus olarak ele almaktadır.

Kur'ân'ın bu ayrımından mülhem muhaddisîn-i kiram umumiyet itibarıyla Kitab'ın Kur'ân-ı Kerim, hikmetin de Peygamber Efendimiz'in nurlu beyanları, hikmetli sözleri, fevkalâdeden düşünceleri ve hikmet gamzeden beyanları olduğunu söylemişlerdir.

Bazıları da daha hususî mânâda, "Hikmet, kâinatın esrarına vukuftur ki, onu bir kitap gibi mütalâaya alan insanın, onda görüp sezeceği maslahat, hikmet, fayda, tenasüp, illet-mâlul münasebeti ve sebep-müsebbep arasındaki alâkaların kavranmasıdır." demişler. Böylesi bir kitabın mütalâasına muvaffak olan bir insan, onu mütalâa ettikçe zevki artacak, zevki arttıkça yeni mütalâalara koyulacak ve bu sayede hikmete muttali olacaktır. Bu mânâda da hikmeti, kısmen felsefeci ve kelâmcıların çokça üzerinde durdukları kâinat (makro âlem) ve insanın (normo âlem) mütalâası şeklinde ele almak mümkündür.

Hikmetin bir diğer mânâsı da, İslâm'ın maslahat ve hikmetlerini kavramaktır. Bunlar, haşr ü neşrin insanın hayatındaki tesirleri, namazın maddî-mânevî hayatımızı düzenlemedeki fonksiyonu; orucun nefis tezkiyesindeki rolü; zekâtın içtimaî denge ve düzenin "kantarası" olması… gibi yeri; haccın, dünya çapındaki Müslümanların bir araya gelmesindeki fonksiyonu ve vazifesi türünden olan şeylerdir ki, hikmetin birer yanı sayılabilirler.

Âyetteki ifadesiyle "Allah, hikmeti kime vermişse ona çok hayır vermiş." (Bakara sûresi, 2/269) demenin mânâsı, onu kim kavramışsa, Cenâb-ı Hakk'ın lütuflarına mazhar olmuştur, anlamına gelir ki, bu da ondan anladığımız hususlardan biri sayılır.

Bazıları da hikmeti, "Esmâ-i ilâhiyenin esrarını kavramak." şeklinde anlamışlardır ki, bu da önemli bir tevcihtir; evet, kim baktığı her yerde cilve cilve esmâ-i ilâhiyenin dalgalandığını görüyorsa, o, hikmeti de kavramış demektir. Esmâya bakıp onun cilvelenmesini sezen bir hak dostu bu duygu ve düşüncesini şöyle ifade etmektedir:

"Esmâyı Müsemmâ'dan gayrı göremez ârif,
Esrara olur vâkıf derviş-i pîr-i geylân."

Yani esmânın cilvelerine bakan, Müsemmâ-yı Akdes'i görür ve Allah'ı müşâhede ediyor gibi olur. Kâinatta, eşya ve hâdiseler içinde her hâdise böyle birini dize getirir, O'na secde ettirir ve başını yere koyup gözlerini kapayarak derunî hislerine daldığı zaman, –O, şekilden keyfiyetten, kemmiyetten münezzehtir ama– başını O'nun Arş'ının kavâimine koymuş gibi bir enginliğe erer. Artık, her ses ona Allah'tan gelen bir nağme gibi, her renk Allah'ın isimlerinin istihalelerinden ibaret bir atlas gibi görünür. Bu da hikmetin ayrı bir buudu olsa gerek…

Bir diğer mânâsıyla hikmet, kulun nâmütenâhî seyahati esnasında esmâ, sıfât ve şuun atlasında farklı duyuş ve sezişlere ermesidir ki, böyle biri eşyanın hakikatini anlamış ve Zât‑ı Ulûhiyet hakkında da tepeden tırnağa merak içindedir. Yer yer sıfât-ı ilâhiye cilvelenir. Hâlbuki sıfatlar da Zât-ı Ulûhiyet gibi –her ne kadar mahiyetleri hakkında bir şeyler söylense de yine de– bizim için meçhuldür. Başka bir ifadeyle, mevcuttur fakat meçhuldür. Bu makama yükselen kişi, "Kavradım, sezdim, tam anladım!" deme makamındadır ki, daima koşma, hamle yapma, atılma ve yeni bir şeyler kavrama zannı ve zehabı içindedir; ama çok defa hayrettedir. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi seyr u sülûkta bu makama "hayret makamı" denilir.

Sâlik, bu makama gelince şaşkınlaşır, bakışları yer yer bulanıp değişir, size bakarken sizi görmez, bakışı buudludur, daima değişik şeyler görür; simanızda başka simayı, gözünüzde başka gözü görür; konuşmanızda başka konuşmayı hisseder ve yer yer bunları vicdanında da duyar. İşte bu makam, hayret ve hayranlık makamıdır. Bu makamda olan insanlar kolay aldanmaz; aldansa da nadiren aldanır. Çünkü daima O'na doğru koşma ve ulaşma azmi içindedirler.

Evet, bütün bunlardan sonra diyebiliriz ki, kime hikmet verilmişse, hakikaten, ona hayr-ı kesir verilmiştir. Allah, hikmeti dilediğine verir. Ancak hikmetin verilmesi için de bir istidat, kâinatı keşfedecek bir kabiliyet, bütün esmâ-i ilâhiyenin cilvelerini birden duyup görebilecek bir kalb ve inkişaf ettirilmiş letâif lâzımdır. Bunların hepsini Allah verir ve daha sonra da müheyya bu mahiyete, arz ettiğimiz mânâlarda hikmeti bahşeder. Artık bu ufku tutan bir insana hayr-ı kesir verilmiştir.

Nasıl verilmesin ki, bu insan, kâinatın mânâsını anlıyor, kâinatta mütecellî olan her şeyin, Allah'ın isimlerinin cilvesi olduğunu görüyor, sıfatlar ufkuna yürüyor ve Zât-ı Ulûhiyeti tam bilme, anlama ve idrak etme sevdasına tutuluyor. Kendisine "Kapılar sürmelidir, beyhude yorulma!" denilse de o, hayret içinde kapının açılacağı ânı intizar ediyor.

Onun için, bu makama gelen kimse, "Bana ölümü ver de Sana kavuşayım!" duygu ve düşüncesi içinde şevkle ölümü bekler. Hz. Yusuf'un, "Yâ Rabbi! Sen bana iktidar ve hâkimiyet verdin. Kutsal metinleri ve rüyaları yorumlama ilmini öğrettin. Ey gökleri ve yeri yaratan! Dünyada da, ahirette de Mevlâm, yardımcım Sensin. Sana tam itaat içinde bir kul olarak canımı al ve beni hayırlı ve dürüst insanlar arasına dahil eyle!" (Yusuf sûresi, 12/101) demesi bu makama ait bir dilek olsa gerek. Evet, bütün maddî makam ve şöhrete rağmen Hz. Yusuf Gerçek Sevgili'ye vuslatı arzuluyordu.

Son olarak hikmetin mânâsını şöyle anlamak da mümkündür:

Hikmet, insan, kâinat ve Kur'ân üçlüsü arasındaki münasebetin kavranmasıdır. Kâinat, Allah'ın kudret ve iradesiyle meydana gelmiş bir kitaptır. İnsan, bu kitabın mücmel hulâsası ve bir fihristidir. Kur'ân ise kâinat ve insanın mânâsını ilâhî ifade içinde anlatan bir kitaptır. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ise bunu en iyi kavrayan insandır. Bu sebeple O, en büyük insan-ı kâmildir. Kim bu hakikati kavramışsa, kendisine hikmet verilmiş demektir. Kâinatı ayrı, insanı ayrı, Kur'ân'ı ayrı mütalâa edenler, hikmetten ve hikmet neşvesinden mahrum nâdânlardır.

Rabbim, gönüllerimize inşirah versin ve bizi o yüce hakikati anlamaya muvaffak kılsın!