İdeal Dâvâ Adamı

İdeal bir fikir ve dâvâ adamı nasıl olmalıdır? Fikir ve dâvâ adamlarının özellikleri nelerdir? Asrımızda dâvâ adamı var mıdır?

İdeal bir fikir ve dâvâ adamının anlatılması –hem bizim ufkumuzu aşkın bulunması, hem de kavrayamadığımız bir durum olması itibarıyla– ve özellikle günümüzde bütün detayları ile vicdanlara intikal ettirilmesi zor olsa gerek. Dolayısıyla da bize nazarî planda küçük bir iki şeyi anlatmak kalıyor.

Dâvâ adamı her şeyden önce bir "idrak insanı"dır. O, yaptığı yapacağı her işin önünü sonunu çok iyi düşünür; hiçbir zaman karambola adım atmaz ve aslında onun plansız hiçbir işi olmaz.

Dâvâ adamı gönül verdiği dâvâ uğruna, kendi öz nefsine kadar her şeyi feda etmeye hazırdır ve bu hususta o, çoktan aklını, nefsini ve ruhunu ikna etmiştir bile.

Dâvâ adamı kendisini, başkalarını yaşatma zevkine adamış, nefsî haz ve zevklerinden sıyrılmış bir insandır. O, günde elli defa seve seve dâvâsı uğrunda ölüme katlanmaya hazırdır ama körü körüne, hemen ölüme koşmak ve kendini ölüme atmak gibi düşüncesizce şeylerden de uzak bir basiret insanıdır. Zira dâvâ adamı, sadece bir fedaî değildir. Hele bir gösteriş budalası asla.. o her gün dâvâsı uğruna gördüğü, müşâhede ettiği acı manzaralar ve gelecek adına milletini tehdit eden şeyler karşısında bin defa ölür, bin defa dirilir ve bir kere ölmekle kurtulmayı asla düşünmez. Bazen kendisini feda edip bir kere ölen insanlar arasında çok defa hayattan bıkmış kimseler de bulunabilir.

Dâvâ adamı tepeden tırnağa hayat doludur. Yaşamanın önemli olduğunun da farkındadır; ama o, diriliş eridir ve hayatı gibi diğer değerli şeylerini de, öldürmeye değil yaşatmaya bağlamıştır.

Her fedakâr insan dâvâ adamı olamadığı gibi, her ideal insan da dâvâ adamı olamaz. Belki o bir idealist olabilir; zira dâvâ adamı olmak, ayrı bir kısım vasıflar ister.

Dâvâ adamı ne yaptığını ve yapacağını çok iyi bilen biridir. O, "Hele şöyle bir yapalım da ne oluyor görelim." mülâhazasıyla hareket etmez. Düşünür, istişare eder, planlar, sonra yapar ve ömrünü yap-sök'le tüketmez.

Bu vasıflarla kâmil mânâda muttasıf olan en büyük dâvâ adamı şüphesiz ki, Hz. Muhammed'dir (sallallâhu aleyhi ve sellem). Şimdi O'nun örnek hayatından bir kısım kesitler sunarak yukarıda icmalen bahsettiğimiz dâvâ adamı portresini çizmeye çalışalım:

Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayat-ı seniyyelerine baktığımız zaman, O'nun çok kritik dönemlerde dahi ani ve isabetli kararlar verdiğini görürüz. Meselâ, Allah Resûlü, ashab-ı kiramın bir kısmının işkence altında bulundukları Mekke'den, Habeşistan'a hicret etmelerine müsaade etmişti. Başkaları belki bunu ilk bakışta anlayamayabilirdi. Hatta yanlış yorumlara bile girebilirdi; ama Efendimiz'in anlayışına göre onlar Habeşistan'a gitmekle, hem Mekke'deki baskıdan kurtulacaklar, hem de orada Müslümanlığı duyuracaklardı. Nitekim öyle de oldu ve Habeş kralı Necaşi bile Müslüman oldu.

Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayatında, ilk anda anlaşılamayan, ama anlaşıldığında da O'nun ne kadar büyük bir dâvâ adamı olduğunu gösteren bir başka büyük olay da Hudeybiye sulhüdür. İzzet, şeref ve haysiyetiyle oynandığı Hudeybiye'de O (sallallâhu aleyhi ve sellem), tam bir dâvâ adamı olarak hareket etmiştir. Şayet O, orada ashab-ı kiramın önünü açsaydı, onlar İrem barajı gibi bütün müşrikleri sele vereceklerdi; belki o selin önünde kendileri de sürükleneceklerdi. Ama Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) böyle bir şeye meydan vermedi. Hemen Allah'ın emriyle ve O'nun muradı istikametinde bir karar verdi ve bir anlaşma yaptı. Belki bu anlaşmada Müslümanların onur ve şerefi kırılacaktı ama kat'iyen kan dökülmeyecekti ve Uhud'da, Hendek'te müşriklerle açılan ara biraz daha açılmayacak, problem, olduğu yerde dondurulacaktı. Müşrikler gelecek sene Müslümanlara Mekke'ye girme imkânı verecekler ve böylece sahabe de Müslümanlığı anlatma fırsatı bulmuş olacaktı. Dahası bu insanlar akrabalarının yanına gidecek ve aile yakınlığı içinde dinlerine ait meseleleri çok rahatlıkla anlatabileceklerdi. Hem Mekkelilerle böyle bir anlaşma yaptıklarından dolayı çok rahatlıkla Arap yarımadasında çeşitli kabilelere Müslümanlığı anlatma fırsatı da bulmuş olacaklardı. Çünkü Mekkelilerden artık herhangi bir tehlike gelmesi söz konusu değildi. Ayrıca, bu esnada Allah Resûlü çeşitli meliklere, hükümdarlara mektuplar yazacak, adamlar gönderip onlarla meşgul olma imkânı bulacaktı.. ve bu arada kendi sistemini kuracak ve her şeyi sağlama bağlayacaktı.

Bu sergüzeştinin tafsilâtı şöyledir: Allah Resûlü Mekke-i Mükerreme'nin önüne kadar gitmiş, ashabıyla Hudeybiye'de konaklamış; O, umre yapmak niyetindeyken birdenbire karşısına düşman çıkınca, bütün bunları düşünerek bir anda o duruma göre bir karar vermişti ki, bu O'nun ne büyük bir dâvâ adamı olduğunu göstermeye yeter zannederim. Zira bu öyle bir karardı ki ilk anda pek çok kimseye ters geliyordu ve tereddüt yaşayanlar oluyordu; kendisine can u gönülden bağlı olan Hz. Ömer bile ilk anda bunu tam idrak edememişti. Bu arada, konuyu anlamayan başkaları da vardı. Hatta belki Hz. Ebû Bekir de ilk anda idrak edememişti. Ne var ki, onun farklı bir idrak seviyesi vardı; O, Efendimiz'e bilâ kayd u şart teslimiyet içindeydi. Hz. Ömer, Hz. Ebû Bekir'in yanına gelmiş ve, "Efendimiz, Allah'ın peygamberi değil mi?" diye sormuştu. O da "Evet, Allah'ın peygamberidir." diye cevap vermişti. Sorular devam etmiş: "Pekâlâ karşımızdakiler kâfir değil mi? Allah bize zafer ve fütuhat vaad etmiyor mu?" O, bu sorulara da "Evet!" cevabını verdikten sonra eklemişti: "Fakat ey Ömer unutma! O, Allah'ın peygamberidir; ne yapıyorsa O, yaptığının farkındadır."

Evet, ilk planda bu işe Hz. Ömer'in de aklı ermemişti ama aklı erdiği andan itibaren de bu cüz'î muhalefetini her hatırlayışta büyük bir nedamet duymuştu. Kim bilir o, bu yolda, ne sadakalar vermiş, ne oruçlar tutmuş ve ne istiğfarlarda bulunmuştu!

Hudeybiye'de sadece Hz. Ömer değil, ashab-ı kiramın pek çoğu maddî mücadeleden yanaydı ama Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), doğru bildiği yolda ısrar ediyordu. Ashabın bütünü, kılıçlarını kınlarından yarısına kadar çıkarmış hücum emri beklerken, O (sallallâhu aleyhi ve sellem) hep ısrar ediyordu. Çünkü Efendimiz, Allah'ın izni ve içini aydınlatmasıyla verdiği kararın kesinlikle isabetli olduğuna inanıyordu. Nitekim tarih şahittir ki, O kararında yerden göğe kadar haklıydı.

O yüksek fetanetten değişik birkaç kare daha: Uhud'da ve Huneyn'de çok şiddetli bir düşmanla karşılaşılmıştı ama Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) hiç mi hiç sarsılmamıştı. Uhud'da en güzide ashabıyla birlikte yaralanmış ancak düşmanları yeniden takip meselesi söz konusu olunca hiç duraklamamıştı: O esnada hiç kimse tek başına yürüyecek güce ve iktidara sahip değildi. Bazıları ancak birbirlerini destekleyerek yürüyebiliyordu. Neredeyse hepsi yaralı idi. Fakat Efendimiz hiç sarsılmamıştı; Bedir'e çıkıyor gibi yine düşmanı takibe koyuldu ve çok yerinde bu hareketiyle müşriklerin kuvve-i mâneviyelerini kırdı. Huneyn'de de benzer şeyler vuku bulmuş ve muvakkat bir geri çekilme söz konusu olmuştu. Aslında Huneyn'deki ok yağmuruna herkes gibi O da maruzdu. Ancak O hiç fütur getirmeden atını ileriye sürüyor ve "Ben, Allah peygamberiyim, bunda yalan yok, Ben, Abdulmuttalib'in torunuyum." diyordu. Hz. Ali gibi bir "Haydar-ı Kerrar" şöyle anlatır O'nun bu durumunu: "Biz muharebe meydanlarında sıkıştığımız zaman, O'nun himayesine sığınırdık."

O'nun ayrı bir derin yanı da şudur: O, dünya mâmelekine sahip olduğunda da hiç tavrını değiştirmedi. Nasıl fakir olduğu zaman fakirdi, aynı şekilde yığın yığın hazineler karşısında da hep bir fakir gibi davranmasını bilmişti. Hz. Ömer (radıyallâhu anh), bir gün Allah Resûlü'nün huzuruna girdiğinde, Efendimiz yattığı hasırın üzerinde doğrulmuştu ve bir tarafında hasır izi görünüyordu. Hz. Ömer (radıyallâhu anh), bu manzara karşısında rikkate gelmiş ve ağlamıştı. Allah Resûlü niçin ağladığını sorunca da o, "Yâ Resûlallah! Şu anda kisralar, krallar saraylarında kuş tüyünden yataklarında yatarken, Sen, sadece kuru bir hasır üstünde yatıyorsun. İşte buna ağladım." cevabını vermişti.

Bunun üzerine Allah Resûlü, Ömer'e şu karşılıkta bulunmuştu: "İstemez misin, yâ Ömer! Dünya onların, ahiret de bizim olsun." Başka bir rivayette ise şöyle buyurduğu nakledilmektedir: "Dünya ile benim ne alâkam var! Ben bir yolcu gibiyim. Bir ağaç altında gölgelenen, sonra da orayı terk edip yoluna devam eden bir yolcu." Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayatının sonuna kadar da hep aynı şekilde yaşamıştı. Dahası vefat ederken de üzerinde sadece yamalı bir hırka vardı.

Hakikî dâvâ adamı olan Efendimiz ne işin başında ne de muvaffak olduğu zaman tavrını hiç mi hiç değiştirmemişti. Bir Batılı, büyük insanları sıraya koyarken mealen şöyle der: "Dünyada birçok kimse başlangıçtaki durumlarını, muzaffer ve muvaffak olduktan sonra koruyamamışlardır. Bunun tek bir istisnası vardır; o da Hz. Muhammed'dir. O, işe nasıl başlamışsa ulaştığı en son noktada da aynı seviyeyi korumuştur." O, nasıl ilk devirlerde yumruklanırken, Mekke'den işkenceyle kovulurken insanca davranmış, şefik, refik bir habib gibi hareket etmişti, aynen öyle de Mekke'ye muzaffer bir fatih olarak girdiğinde de hiç değişmemişti.

Zira O, nefsi için yaşamıyordu; hep başkaları için yaşıyordu. Başkalarına karşı vazifesi bittiği andan itibaren de artık dünyadan gitmeyi mukadder görüyordu. Yani O, vazifesi bittikten sonra dünyada bulunmasının mânâsız olduğu kanaatindeydi. Öyle ki henüz Mekke döneminde, cinler de kendisine inandıktan sonra O, İbn Mesud'a şöyle demişti: "Galiba bundan sonra ömrüm vefa etmez, ey Abdullah; ben herhâlde öleceğim..." İbn Mesud, "Neden yâ Resûlallah?" diye sorunca da, şöyle cevap vermişti: "Allah, insanlar ve cinler sana inanacaklar diye vaad etmişti. Görüyorsun ki, şimdilerde Mekke'de çok insan var. Şimdi cinler de inandılar. Demek ki artık benim vazifem bitti."

Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) halkasında da Allah Resûlü'yle aynı duygu ve düşünce içinde yaşayan nice insan yetişmişti ki, bunlar hep yaşatmışlar; yanmış ve ateşleri söndürmüşlerdir. Maddî-mânevî füyûzat hislerinden fedakârlıkta bulunarak hep başkaları için soluklamış, başkaları için koşmuş, başkaları için var olmuşlardı...

Efendimiz'den sonra günümüze kadar da aynı hava ve atmosfer içinde ve aynı iklimde yetişmiş birçok kamet-i bâlâ görmek mümkündür. Zaten onlar olmasaydı, din o güzel şekliyle ve kendine has orijiniyle temsil edilemeyeceğinden dolayı şimdiye kadar çoktan –hafizanallah– enkaz hâline gelecekti. Ama bu dini gönderen, sonra da koruma işini kendi üzerine alan Allah, Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile teyit ettiği bu dini, kıyamete kadar, Muhammedî büyük zatlarla desteklemiş ve günümüze getirmiştir. Bundan sonra da bunu yine dâvâ adamı ruh ve şuuru içinde, çok büyük ve yüce kametler, dinin ruhuna uygun bir şekilde temsil edecek ve bizden sonraki nesillere intikal ettireceklerdir.

Buraya kadar söylenenler, büyük bir insan ve en büyük dâvâ adamının, dâvâ adamlığı vasfına dair içimizde inşirah hâsıl edecek tablolardı. Herhâlde esas anlatılması gerekli olan husus şuydu:

Efendimiz ile başlayan bir dönem, çeşitli kimselerin elinde hakkıyla korundu ve günümüze kadar bütün canlılığıyla intikal etti. Eğer günümüzde de aynı ruh, aynı azim ve inançla; aynı şuur, aynı hasbîlik ve diğergâmlıkla bu işe sahip çıkmazsak, günümüze kadar elden ele emanet olarak intikal eden bu dâvânın –Allah muhafaza buyursun!– enkaz hâline gelmesi mukadderdir. Tabiî buna sebebiyet veren de bizler olmuş olacağız. Bence asıl üzerinde ısrarla durulması gerekli olan husus da işte budur:

Maddî-mânevî her şeyin üstünde ona olağanüstü bir ehem­miyet atfetme ve dünyevî işlerin çok çok üstünde değer verme, hatta o olmadıktan sonra yaşamanın mânâsız olduğuna inanma, dahası genç nesillere bu ufku gösterme, inandırma Rabbimiz'in bize lütfettiği her fırsatı bu istikamette yani nesillerimizin irfan hayatı adına, imana ermeleri adına değerlendirme ve bunu en büyük vazife sayma... Evet, bunun dışındaki bütün pâye, makam ve mansıplar bir hiç hükmünde olmalıdır.

Asrımızda dâvâ adamının bulunup bulunmadığı meselesi izafî bir konudur. Belli bir ölçüde dâvâ adamları vardır, ancak kâmil-i mükemmel mânâda dâvâ adamının bulunacağını iddia etmek oldukça zordur. Hususiyle asrımız, bir kolektif şuur asrıdır. Fertler "ferd-i ferîd" dahi olsalar, "gavsiyet" ve "kutbiyet"i dahi temsil etseler, küfür cereyanının çıkardığı şahs‑ı mânevî karşısında mukavemet edemeyeceklerinden dolayı bugün, dâvâ adamı keyfiyet ve evsafını, dâvâ adamına ait hususiyetleri, daha ziyade şahs-ı mânevîde aramak gerekir. Dâvâ adamı hususiyetleri içinde kendini gösteren böylebir heyet, bir şahs-ı mânevî varsa, ideal bir dâvâ adamına ait evsafı onlar gösteriyorlar demektir.