Elif gibi dosdoğru
Fethullah Gülen Hocaefendi, küçüklüğünden beri tahakkümü, zilleti asla kabul etmemişti. İzzet-i nefsini muhafaza etmişti daima. Haksızlığa katlanmamış, zulümden nefret etmişti. Yaşı ilerledikçe bu ahlâkı kendisinde iyice kökleşmiş ve hayatının sonraki yıllarına tamamen hâkim olmuştu. Kimseye minnet borcu olmadığı içindir ki sonraki yıllarda arkasında yürüyen milyonlarca insanın yüzünü asla yere baktırmayacaktı. Elif gibi dosdoğru olarak hep yoluna devam edecekti.
Fethullah Gülen Hocaefendi, hem medrese eğitimi hem de tekke terbiyesi ile yetişmiş birisi olmasının yanı sıra; Bacon’ın Mantık’ından, Russell’ın Nazari Mantık’ına... Pascal’dan, Kant’ın Saf Aklın Kritiğine... Hegel Diyalektiği’nden, Rousseau’nun Pedagoji anlayışına... Dante’nin İlahi Komedya’sından, Picasso’da Obje-suje ilişkisine... çok değişik referanslara atıf yapacak kadar iyi okumuştu. Bu okuma merakını şöyle anlatıyor:
“Çocukluğumdan itibaren babamdan, annemden kaynaklanan, bir okuma merakım olduğunu söyleyebilirim. Okumaya meraklı olunca seçme düşünceniz olmuyor pek. Elime geçen her şeyi okumaya çalışırdım. Rabbim muaheze buyurmasın.
Bu, hizmetlerin içerisinde meşgul olup, bazılarının dertlerine deva, problemlerine çare bulmak gibi mülahazalar içine gireceğimiz ana kadar devam etti... Yine de çok okumaya devam ediyordum. Roman okumayı çok severdim. Ben bunları açmadan utanırım ama, roman okumanın pek yaygın olmadığı o dönemde, medresede Arapça eserler okurken, roman okuyan bir ikinci insan hatırlamıyorum. Dersimi yaptıktan sonra, hocalar geldiğinde roman okuduğumu görmesinler diye, Arapça kitabımı dizlerimin üstüne alıp, romanı da o kitabın arasına koyar ve öyle okurdum. Derslerimi çalışırken zamana çok ihtiyaç olmadığından dolayı, işimi yapınca, romanı kitabın üstüne koyup okurdum. Kapı tıklayınca kitapların yerini değiştirirdim. Çünkü bir sertlikle karşılaşabilirdim. Daha sonraki yıllarda, 18 - 20 yaşlarına gelince, biraz daha fikrî, felsefî kitaplara eğilmeye başladım. Darwinizm’in, Evülüsyon’un, Transformizm’in o günlerde yaygın olması, talebelerin ifsad edilmesi söz konusu olunca, bu meseleleri araştırmaya koyuldum. Bazı kitaplar, başka kitaplarla da tanışmamı sağladı ve böylece devam etti.”
Türkiye 20 Mart 1954’te Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne imza attığı dönemde Hocaefendi, Kurşunlu Camii Medresesindeki Sadi Efendi'nin yanından ayrıldı ve Kemhan Camii yanındaki medresede 6 ay kadar okudu.
“Sadi Efendi'nin yanından ayrılınca Kemhan Caminin yanındaki medreseye gittim. Zaten eşya olarak sadece bir sandığım vardı. Bu medresede isimleri aklımda kalan bir Halis'le Muhyiddin var. Halis bize çok iyiliği dokunan Alvar ağalarından birinin oğluydu. Yine beş-altı arkadaş kalıyorduk. Eğer birinin misafiri gelirse, yatacak yerimiz kalmazdı. Çok dar bir yerdi. Burada unutamadığım bir hatıram da şudur:
Yatmak istediğimde baktım ayağımı arkadaşlardan birine doğru uzatmam gerekiyor; saygısızlık olur düşüncesiyle ona doğru ayağımı uzatmadım. Diğer tarafta kitaplarımız duruyordu. Kitaplara doğru da ayaklarımı uzatmam mümkün değildi. Beri taraf kıbleye denk geliyordu. Ayağımı uzatabileceğim tek yön vardı; orası da Korucuk istikametini gösteriyordu. Ve ben babam Korucuk'ta olabilir ve ona karşı saygısızlık etmiş olurum düşüncesiyle o tarafa da ayağımı uzatamadım. Birkaç gece böylece hiç uyumadan oturdum.
O daracık yerde altı ay kadar kaldık. İçimizde en büyük Muhyiddin adındaki arkadaştı. Bunlar caminin müezziniyle anlaşmışlar, o gitmeye karar vermiş, müezzin de bu odayı kendi evine katmaya. Tabii ki bize de oradan ayrılmak düştü.
Taş mescide gittim. Oranın imamı da Cemal Efendi. Bu zat aynı zamanda Seyfeddin Efendi'nin ikinci bacanağı. Benim medreseye girip çıktığımı görünce, orada kalanlara "Bu Ramiz'in oğlu buraya niçin girip çıkıyor, sakın onu medreseye almayın" demiş.
Oradan da ayrılmak zorundaydım. Çaresizlik içinde kendime bir yer aramaya başladım. Erzurum'da bekara ev vermeleri mümkün değildi. Herkes bunu ar ve namus meselesi olarak görürdü. Bir ayakkabı tamircisi vardı. Onun askere gideceğini duymuştum. Küçük bir barakası vardı. Ayakkabı tamiri yapıyordu. Ancak oturarak durulabilecek bir yerdi. Bu kadarcık dahi olsa bir yerim olsun diye orayı kiralamak istedim. Aylığı beş liradan anlaştık.
Sevinerek medreseye gittim. Sandığımı alıp döndüm. Fakat adam fikir değiştirdiğini, kiraya veremeyeceğini söyledi. Elimde sandık, yolun ortasında donup kaldım. Gidecek yerim de yoktu.”
Camideki Odacık
Murat Paşa Camii’nin yanında yıkılmak üzere olan Ahmediye Camii vardı. İçeride biraz hızlı bağırılsa, kubbeden taşlar dökülüyordu. Mihrap kısmı biraz fazlaca girintiliydi. Birisi orayı kontraplakla bölmüş ve kendine yer yapmış; sonra da orayı öylece bırakıp gitmişti. Hocaefendi, burayı görünce sevincinden uçacak hale geldi. Hemen Zinnur adında o esnada hafızlık yapan kendisinden bir iki yaş küçük arkadaşını çağırdı.
“Amcamdan gördüğüm nazari duvar örme bilgimle oraya bir duvar ördüm. Tek yardımcım Zinnur'du. Altı metre yüksekliğinde ördüğümüz bu duvarı kalın tellerle ayrıca tavana da rabtettik. Bir de kapı uydurduk. Sobayı da bulup yakınca dünyalar bizim oldu. Artık kimsenin karışamayacağı, kendi el emeğimizle yaptığımız başımızı sokacak bir yerimiz vardı. Herkes, burası yıkılır diye bizi ikaz ediyordu; ancak biz aldırış etmedik. Bütün talebelik müddetimin geri kalanını burada geçirdim. Hatta bizden sonra senelerce orada kalan talebeler oldu.. Sonradan antik eser diye bizim yaptığımız duvarı yıkmışlar; fakat yeri belli oluyor.”
Hocaefendi, böylece kalacak yer problemini çözerek dönemin tanınmış isimlerinden Osman Bektaş Hoca'dan iki yıl boyunca ders aldı. Bektaş Hoca, İslam hukuku anlamına gelen fıkıh konusunda otorite olarak kabul ediliyordu. Hocaefendi, Edirne'ye gidinceye kadar hep burada kaldı.
“Osman Hoca fıkıhta hakikaten üstattı. Zaten müftülüğe bir müstefti (fetva sormak isteyen) gelirse, o sırada müftü olan Sadık Efendi kapıcıyı gönderir ve Osman Hoca'yı müftülüğe çağırırdı. Meşguliyeti fazla olan bir insandı. İmkanları da iyiydi. Osman Hoca beni izhardan başlattı. Bir iki ders okuduktan sonra "Molla Fethullah! Seni bu derslerle meşgul etmeyelim. Sen de Cami oku!" dedi. O sırada bizimle beraber derse devam edenlerden hatırımda kalan isimler: Mehmed Kırkıncı, Cemaleddin Kaplan, Cevdet Bilican… Cevdet Bey, İvrindi müftüsüydü. Bir trafik kazasında vefat etti. Çok sevdiğim bir insandı..
Mehmed Kırkıncı Hoca, bizden evvel de başka yerlerde okumuştu; ancak Osman Hoca'dan aynı dersi takip ederdik.. Cemaleddin Hoca da yaşça benden büyüktü. Ciddi şekilde bizi Osman Hoca okuttu diyebilirim. Bütünüyle iki sene kadar okudum. Fakat çok istifadeli oldu. Bu arada Camiyi ve Telhis'i metin olarak ezberledik. Kendimizden sonra gelenlere ders mütalaa ettirmemiz çok faydalı oluyordu. Bitirdiğimiz kitabı okutacak haldeydik. Fıkıh ve Usul-ü Fıkıhı da yine aynı hocadan okuduk.”
Hocaefendi, bu dönemde Erzurum’da “Ve İnsan Aldandı” adını verdiği bir roman yazmaya başladı. Yazdığı kısımları Erzurum’daki yakın arkadaşlarından Cevdet Bilican’a okutan Hocaefendi, ondan teşvik edici sözler gelmeyince bu romanı yarıda bıraktı. Daha sonra Amerika’da yaşadığı evin duvarlarına asılan levhalardan birinde “Ve İnsan Aldandı” sözü yer alacaktı.
Hocaefendi'nin medreseden arkadaşı Molla Kaya, Hocaefendi'ye ait bir hatırasını şöyle anlatıyor:
“Fethullah Efendi medreseden benim talebe arkadaşımdır. Osman Bektaş Hoca bize ders veriyordu. Rahle üzerinde çalışırdık. Hoca kitaptan ders yapıyor biz de halka şeklinde olmuş dinliyoruz. Fethullah Efendi ise Hocanın arkasında kalmıştı. Orada dersten ayrı başka bir kitap karıştırıyor. Hoca bunu görünce 'Hey Fethullah Efendi ben burada gırtlağımı patlatıyorum, sen orada oturmuş başka şeylerle uğraşıyorsun' diye çıkıştı. Fethullah Efendi de: 'Hayır hocam, benim kulağım sizde, ben sizi dinliyorum' dedi. Hoca, 'nasıl olur kulağın bizde? Madem kulağın bizdeydi anlat bakalım verdiğimiz dersi' dedi. 'Neresinden anlatayım hocam?' dedi. Osman Hoca da 'başından geldiğimiz yere kadar anlat' dedi. Bunun üzerine Fethullah Efendi dersi başından sonuna kadar bir güzel anlattı. Bu arada Osman Hoca hayret eder bir vaziyette başını salladı 'Bu çocukta başka bir zeka var' dedi.”
Hocaefendi’nin çileli günler yaşadığı o yıllarda dünyada çok hızlı ve üzücü hadiseler meydana geliyordu:
Varşova Paktı kuruldu. 1955’te Sovyet Rusya’nın öncülüğünde Arnavutluk, Bulgaristan, Macaristan, Polonya, Romanya, Çekoslovakya ve Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nin katılımıyla NATO’ya karşı Varşova Paktı kuruldu. (1991’de dağıldı.)
Yine, 1955’de Türkiye ile Irak arasında imzalanan daha sonra İngiltere, Pakistan ve İran’ın da üye oldukları Türkiye-Irak iş birliği Antlaşması (CENTO) yapıldı. Bediüzzaman, İslam kardeşliğini güçlendirecek olan bu antlaşmanın yapılmasından dolayı memnun oldu, devrin yöneticilerini tebrik etti.
6-7 Eylül Olayları (6-7 Eylül 1955) Selanik’te Atatürk’ün evine bomba atıldığı söylentileri üzerine başta Rumlar olmak üzere, Ermeni ve Musevi azınlığa yönelik çok ciddi saldırılar oldu. Birçok bina ve işyeri tahrip edildi, yağmalandı. İstanbul savaş alanına döndü. Ali Katırcıoğlu (Hocaefendi kendisine Ali Kervancı der ve böyle tanınmaktadır) yokluklar içinde sıfırdan başladığı hayatında ticaretle uğraşma çabası içerisindendir ve o sırada Sirkeci'deki Büyük Eskişehir Oteli'nde kalmaktadır. 6-7 Eylül'ün en yakın şahidi olarak şöyle anlatıyor: 'Saat 9-10 gibi büyük bir gürültü ile uyandık. Kıyamet kopuyor. Hemen indim, otelciye 'Ne oldu?' dedim, o da bilmiyor. Çıktık Sirkeci Meydanı’na. Baktık tanklar gelmiş. Ve her taraf yağmalanıyor. O olayları görünce bende şafak attı. Acaba benim makine aldığım dükkan ne âlemde? Koştum köprüye, o arada köprü açıldığı için karşıya geçemedim. O akşam uyuyamadım. Büyük Postane binası o zaman adliye binası idi. Merdivenlerine çıktım, kumaşın bir ucunu dükkanın kepengine, diğer ucunu da tramvaya bağlayıp çektiklerini gördüm. Kapalıçarşı ve Bahçekapı'daki Rumlar'ın iş yerlerini böyle yağmaladılar. Polis de asker de müdahale etmedi.'
Olaylardan sonra sıkıyönetim ilan edildi. 27 Mayıs İhtilali sonrası, olayların DP tarafından tertiplendiği iddiasıyla Yassıada Mahkemesi tarafından yargılanan yöneticiler çeşitli cezalara çarptırılacaktı.
Hocaefendi’nin Manevi Hocası Alvar İmamı'nın Vefatı
12 Mart 1956’da Muhammed Lütfi Efendi (Alvar İmamı) vefat etti. Hocaefendi şöyle diyor:
“Hayatımın en sarsıcı hadiselerinden biri de Alvar İmamı'nın vefatıdır. O gün ben de Alvar'da bulunuyordum. Hatırladığıma göre kuşluk vaktiydi. Salondaki sedirin üzerinde uzanmış, istirahat ediyordum. Birden hafiften bir ses duydum. Buna ses değil çığlık demek daha doğru olurdu. Kulağımı uğuldatan bu çığlık 'Efe öldü' diye bağırıyordu. Hemen yerimden fırladım. Ceketimi elime alıp koştum. Efe Hazretlerinin evine doğru yaklaştıkça, acı gerçeği anladım; Efe hakikaten ölmüştü. Çünkü çevre komşular hep evin etrafına toplanmışlar ve insanlar mendil tutmaca ağlıyorlardı. Dünya, yeri doldurulamayacak bir boşluk daha görecek ve Efe’nin ölümüyle bu yaşlı ana bir defa daha inleyecekti. İnleme ve ağlamalar günlerce aylarca sürdü. Sessiz ağlayışımız ise hala devam etmektedir.
Alvar İmamı'nın vefatından sonra Rasim Baba adında bir Kadiri şeyhine devam ettim.”
Bu sırada Süveyş Krizi patlak veriyordu (1956).
Mısır Başkanı Nasır'ın 26 Temmuz 1956'da, Süveyş Kanalı'nı kamulaştırması üzerine İngiltere, Fransa ve İsrail'in gizli bir ittifakı sonucunda gelişen olaylar “Süveyş Krizi”ne ve İkinci Arap-İsrail Savaşı’na neden oldu. Kanal, İngilizler’in ve Fransızlar’ın denetimine geçti. Fakat, Abd ve Rusya’nın itiraz etmesiyle iş değişti. Birleşmiş Milletler Barış Gücü 1967’ye kadar bu bölgeye hakim oldu. Çekilmesinin hemen ardından da Altı Gün Savaşı çıktı.
Tasavvuf Dersleri
Hocaefendi, 1957'de de Rasim Baba'nın tasavvuf derslerine devam etti. Rasim Baba genç bir insandı. Hocaefendi’yi daima sağına oturtur, çok fazla ilgi gösterirdi. Bir müddet sonra talebeler arasında 'Rasim Baba Fethullah'ı kendisine damat yapmak istiyor' şeklinde laflar dolaşmaya başladı. Bu tür söylentiler, onun Rasim Baba'dan soğumasına ve ayrılmasına sebep oldu.
“Rasim Baba, yaşım çok genç olmasına rağmen beni hemen sağında oturturdu. İlgi ve alakası son derece fazlaydı. Fakat müritler arasında bir laf dolaşmaya başladı; Şeyhin beni kendisine damat yapmak istediğinden bahsediliyordu. Bu söylenti soğumama sebep oldu. Bir daha o tekkeye gitmedim.”
Bu devrede, Sovyetler Birliği Ekim 1957’de dünyanın ilk uzay aracı olan Sputnik'i uzaya fırlattı.
Hocaefendi’nin Öğrencilik Yıllarından Hatıraları
Erzurum’daki öğrencilik yıllarına ait hatıralarını şöyle anlatıyor Hocaefendi:
“Çok enerjik bir insandım. Hareketliydim. Kültürfizik yapmayı ihmal etmezdim. Ancak bu potansiyeli hep müsbet yöne kanalize etmeye gayret ettim. Allah'a çok şükür gençliğin en tehlikeli anlarını salim atlattım.
Geceleri geç vakitlere kadar Erzurum'daki bütün türbeleri geziyor ve onlara Yasin okuyordum. Erzurum'dan ayrılacağım ana kadar da bu âdetimi sürdürdüm.
Gözüm karaydı. Buna aşırı cesaret de denebilirdi. Kurşunlu Camii'ne gelen su yolunda hiç fütur getirmeden gider gelirdim. Halbuki orada yürümek her an ölümle selamlaşmak demekti. Çünkü devamlı göçük olurdu.
Yine Kurşunlu Camii'nin önündeki yüksek kavak ağacına göz açıp kapayıncaya kadar tırmanır ve etrafı oradan seyretmeyi severdim. Minare şerefesinin üzerinde yürümek ise çok hoşuma giderdi. Halbuki o esnada beni seyredenlerin kalpleri sıkışır ve çok kere de bana bakamazlardı.
Giyimime de çok dikkat ederdim. Tertemiz ve biraz da o güne göre lüks giyinirdim. Günlerce aç kaldığım olurdu da ütüsüz pantolon, boyasız ayakkabı giydiğim hiç görülmemiştir. Ütü bulamadığım zaman, pantolonumu yatağın altına koyar ve pantolon bu ağırlık altında ütülü gibi olurdu.
Bazen arkadaşlarım benim bu hallerimi yadırgarlardı. Tekke ile bu kadar alakalı olmama rağmen, bu kadar cevval, hareketli dışa dönük ve giyimime bu kadar titiz davranmamı bir türlü birbiriyle bağdaştıramazlardı. Hatta ütülü pantolon giydiğime kızan bir tekke arkadaşım bir gün bana unutamayacağım şu sözü söylemişti:
-Arkadaş sen biraz takva (günahtan sakınma) sahibi olsana!”
Hocaefendi, giyimine itina gösterdiği için böyle bir tenkide muhatap olmuştu. Onu sadece giyimine itina gösterdiği için değil 'gözü kara' olduğu için de tenkit etmişler ve ediyorlardı.
Çocukluk ve gençlik yıllarında dik ve cesurdu Hocaefendi. Babası fakir ve kendisi yardıma çok muhtaç olmasına rağmen kimseye minnet etmez, himaye kabul etmezdi. Arkadaşları hatim okumaya gider bundan para alırdı. O asla böyle bir şey yapmazdı. Hatta, yapanlara da mani olmaya çalışırdı.
İstiğna konusunda da benzer yönleri olan Hocaefendi ve Bediüzzaman, diğer talebelere pek benzemiyorlardı. Hiçbir şekilde zekât ve sadaka almıyorlar, başkasının maddi yardımını asla kabul etmiyorlardı. Zaruret derecesinde ihtiyaçları da olsa minnet altında kalmak onların fıtratlarına tersti.
Hocaefendi, küçüklüğünden beri tahakkümü, zilleti asla kabul etmemişti. İzzet-i nefsini muhafaza etmişti daima. Haksızlığa katlanmamış, zulümden nefret etmişti. Yaşı ilerledikçe bu ahlâkı kendisinde iyice kökleşmiş ve hayatının sonraki yıllarına tamamen hâkim olmuştu. Kimseye minnet borcu olmadığı içindir ki sonraki yıllarda arkasında yürüyen milyonlarca insanın yüzünü asla yere baktırmayacaktı. Elif gibi dosdoğru olarak hep yoluna devam edecekti.
Tek yanlı eğitimin dört duvarı arasına sıkışıp kalmadı Hocaefendi. Dışa açık bir yapısı vardı. O genç yaşında bile feraset sahibi olduğu belliydi. İnsan sarrafı denilen cinsten bir algılama kabiliyeti vardı. Bir insanı ilk gördüğünde, o kişinin nasıl biri olduğunu hemen anlardı.
O dönemde talebeler temizliğe pek dikkat etmezdi. O'nun kaldığı yerler kısa zamanda değişir, düzen ve temizlik hakim olurdu. Elinde hortum ve süpürge tuvaletleri yıkar, taşları ovardı. Okul arkadaşı Hatem Hoca, bir hatırasında onu şöyle anlatıyor:
“Hocaefendi çocukluğunda da dikti, cesurdu. Kimseye minnet etmezdi. Kimsenin himayesini kabul etmezdi. O devrede, biz, bütünüyle talebe arkadaşlar, cenazeye gider, hatim okur, devir-iskata katılır ve bunlardan para alırdık. Halbuki Hocaefendi hiçbir zaman böyle durumlarda bize iştirak etmedi.
Hocaefendi'yi bana babam tanıtmıştı. Daha medreseye ilk geldiğim gün, işte Ramiz Hocaefendi'nin oğlu, o sana destek olur demiş ve adeta beni Hocaefendi'ye emanet edip gitmişti. Onun için de bütün derslere onunla beraber gidiyordum. Osman Hocaya gidişimiz de böyle oldu. Zaten bir namaz dahi ondan ayrı kaldığımı hatırlamıyorum. Hocaefendi nereye gitse muhakkak bir gölge gibi ben de onu takip ediyordum.
Fakat Hocaefendi'nin bir medresede bütün bir sene kaldığı görülmüş şey değildi. Birinci sene değiştirdiği medreseleri saydım tam sekiz medrese değiştirmişti.
Bir gün baktım Mumcu Medresesine gitmiş. Orada on veya on beş gün ya geçti ya geçmedi gidip geriye getirdik. Bir hafta kadar yanımızda kaldı. Yine durmadı. Esad Paşa Medresesine gitti. Orada Korucuklu Hocanın köylüsü bir Muhsin Efendi vardı. Bir iki ay kadar da onunla orada kaldılar.
Ancak Hocaefendi bu arada bizler gibi medresenin dört duvarı arasına sıkışmış ve dünyadan habersiz bir hale gelmiş derviş kılıklı bir molla değildi. Erzurum'da olup bitenler onun dikkatinden hiç kaçmazdı.
Daha o devrede Hocaefendi'nin ayrı bir hususiyeti daha vardı. Birisine bir kere baktı mı adam hakkında verdiği not hayat boyu onu yanıltmazdı. Feraset sahibiydi. Sonra çevresine karşı çok duyarlıydı. Hatta bazen hiç çekinmeden -zaten korkusuzdu- bazı şahıslar hakkındaki kanaatını açıktan söylerdi. Ve hep dediği de çıkardı.
Talebeliğine ait benim bir unutamadığım özelliği de Hocaefendi'nin temizliğe olan dikkatiydi. Giydikleri her zaman temiz olurdu. Bunun yanında kaldığı yerin temizliğine de çok dikkat ederdi. O sıralarda medreselerin temizlik anlayışı çok kıttı. Fakat kaç kere görmüşümdür Hocaefendi paçalarını sıvamış eline bir hortum almış ve medresenin tuvaletlerini temizliyordur. Medresenin içini dışını gül gibi temizlerdi. Halbuki kendisi küçük bir şeyden tiksinecek kadar hassas yapılıydı. Bu hassasiyeti dahi onun tuvaletleri temizlemesine mani olmazdı.
Ancak, talebelik yıllarımda ve Edirne'ye gelinceye kadar onu hiç yalnız bırakmadım. Bazen o bulunduğumuz medreseyi terk edip gider, ben yalvara yakara onu geri getirirdim. Bazen da ondan habersiz yatağını yüklenir gelirdim. Bunların hiç birisini yapmaya gücüm yetmezse, kendi yatağımı alır ve onun gittiği yere taşınırdım. O çeşitli yerlerde vaaz ederdi. Ben de onun başında bekler ve vaazdan sonra tekrar beraber dönerdik. Günlerimiz hep böyle tatlı hatıralarla dolu olarak geçti. Şunu ifade edebilirim ki, hayatımın en zevkli anları onunla beraber geçirdiğim dakikalarımdır.
Bir gün ikimiz de yataklarımızda ders mütalaa ediyoruz. Elimizde kitaplarımız, ara sıra da sohbete dalıyoruz. Bir ara Hocaefendi yapmam için bana bir şey söyledi. Şimdi ne dediğini hatırlamıyorum. Ama yapılması zaruri bir işti, tahmin ediyorum. Ben oralı olmadım, duymazlıktan geldim. O yine şu işi yap, dedi. Ben de şakadan, yapmıyorum, dedim. Benim böyle dememle onun sırtıma bir rahle geçirmesi bir oldu. Kaburga kemiğim kırıldı zannettim. Nefes alamıyordum. Sanki birisi gırtlağımı sıkıyordu. Ölecek hale geldim. Benim kıpırdamadığımı görünce, "Yahu kalksana ne oldu" dedi. O böyle söyleyince bana bir gülme geldi. Hem gülüyor, hem de elimle kaburga kemiğimin kırıldığını işaret ederek anlatmaya çalışıyordum. Bana, "gelirsem, sahiden kıracağım" dedi. Tabii bütün bunlar olurken kalbimizde zerre kadar bir kırılma veya darılma yok. Sadece dilimizle şakalaşıyoruz. Kendi kendime, sahiden gelir bir daha vurursa işim bitti, diye de endişe ediyorum. Geldi, beni belimden tutup kaldırdı. Nasıl bir usulle kaldırdıysa, rahatlayıverdim. Bana, "bir de yalandan numara yapıyorsun" dedi. Halbuki yaptığım numara falan değildi. Nefesim hakikaten kesilmişti.
Hocaefendi'nin hafızası çok kuvvetliydi. Ben onun ders çalıştığını görmedim. Hocanın anlattığı dersi yirmi dört saat sonra ona aynen tekrar ederdi. Başkasına vereceği dersi de çok rahat verirdi.”
- tarihinde hazırlandı.