Fethullah Gülen Hocaefendi’nin Yetiştiği Ortam
Fethullah Gülen Hocaefendi’nin çocukluk yılları İkinci Dünya Savaşı’na denk geldi.
Refia Hanım, çocuklarını doğumdan itibaren hem maddi hem de manevi yönden beslerken çok hassas davranıyordu. Sema ehlinin değer verdiği, büyük buluşma gününde geçerli olan, hesapta mizanın sağ kefesine konunca kıymet ifade eden nakışlarla örüyordu ruh dünyalarını. Allah’ın hoşnutluğu istikametinde ve peygamber çizgisinde nakışlar.. Zira, yuvanın çocuk karşısındaki tavrı çok önemliydi. Aile, ona neyi gösterir ve neyi anlatırsa, çocuk onunla kendi şahsiyetini örmeye çalışacaktı. İçinde doğup büyüdüğü yuvanın çocuğu olarak gelişecek ve şekillenecekti.
Hocaefendi’nin bir yaşına basma eşiğinde olduğu 1939 yılında, Avrupa ülkelerinin çıkar çatışmaları sebebiyle dünyanın en kanlı savaşı çıktı. Savaş Almanya’nın 1 Eylül 1939’da Polonya’yı işgal etmesiyle alevlendi. Hemen ardından Fransa ve İngiltere’nin Almanya’ya savaş ilan etmesiyle 3 Eylül 1939’da İkinci Dünya Savaşı başladı.
Dünya bu felaketle sarsılırken ülkemizde 27 Aralık 1939’da Erzincan depremi meydana geldi. Erzincan ve çevresinde meydana gelen 8 şiddetindeki depremde binlerce ev yıkılırken, 33.000 kişi hayatını kaybetti, 100 binlerce kişi de yaralandı.
Erzincan depremi olduğu zaman Kastamonu’da sürgün olan Bediüzzaman, depremle ilgili Risale Nur’da şöyle buyuruyordu:“Bu hâdise, hem şiddetli kışta, hem karanlıklı gecede, hem dehşetli soğukta, hem Ramazanın hürmetini tutmayan bu memlekete mahsus olması; hem tahribatından uyanışa gelmediklerinden, hafifçe gafilleri uyandırmak için, o zelzelenin devam etmesi gibi çok emarelerin delaletiyle bu hâdise Müslümanları hedef edip, onlara bakıp namaza ve niyaza uyandırmak için sarsıyor ve kendisi de titriyor. Bîçare Erzincan gibi yerlerde daha ziyade sarsmasının iki vechi var:
Biri: Hataları az olmak cihetiyle temizlemek için acele edildi.
İkincisi: O gibi yerlerde kuvvetli ve hakikatlı iman muhafızları ve İslâmiyet hâmileri az veya tam mağlub olmak fırsatıyla, dinsizlerin orada tesirli bir faaliyet merkezi tesisleri cihetiyle en evvel oraları tokatladı, ihtimali var. (Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, 14. Söz)
Fethullah Gülen Hocaefendi’nin iki yaşında olduğu 1940’lı yıllarda ülkemizde Köy Enstitüleri vasıtasıyla ateist bir neslin hülyası kuruluyordu.
Köy enstitüleri kanunu, 1940 yılının Nisan ayında 248 milletvekilinin oylarıyla kabul edildi. Devrin Millî Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel, bunun bir ‘Türk İnkılabı’ olduğunu ve köylere kadar bu inkılabın esaslarının götürüleceğini, söylüyordu. Ve öyle de oldu. Ülkenin birçok masum köyüne kadar bu enstitülerin ahlaki çöküntüsü ulaştı. Köy enstitülerinde tamamen dinden uzak bir neslin yetiştirilmesi arzulandı. Aile kutsiyetinin saçmadan başka bir şey olmadığı şeklinde komünizm propagandası yapıldı ve bu şekilde öğrenciler zehirlendi. Ahlâkî değerlerimize aykırı her türlü hareket mazur görüldü hattâ teşvik edildi.
O gün ateist bir neslin hülyası nasıl kurulduysa bugün de içi tamamen boş, ahlaksız, menfaatçi, nefsin düşkünü radikal siyasal İslamcı bir neslin hülyası kuruluyor ülkede. Hatta bunların dine verdiği zararı tarihte pek kimse verememiştir denilebilir.
Varlık vergisi
İkinci Dünya Savaşı’nın ateş yumağı halinde her tarafı yakıp yıktığı 11 Kasım 1941’de özellikle ticaretle uğraşan gayr-i Müslimleri hedef alan "Varlık vergisi" kanunu çıkarıldı. İsimleri tek tek belirlenen gayrimüslim mükelleflere tüm mal varlıklarını satmaları halinde bile ödeyemeyecekleri vergiler çıkartıldı. Varlık Vergisi’ni ödeyebilmek için, hedef kitledeki vatandaşlar evlerini, işyerlerini satmak zorunda kaldı ve çoğunun iş hayatı sona erdi. Uygulama 1,5 yıl sürdü. Çıkarılan vergileri ödeyemeyenler çalışma kamplarına gönderildi. Çok büyük trajediler yaşandı.
Hocaefendi’nin Yetiştiği Ortam
'Çocuk içinde doğup büyüdüğü yuvanın çocuğu olarak gelişir ve şekillenir. Biz farkına varalım varmayalım, o, telkinlerimizden daha çok, yuvada gördüğü ve duyduğu şeylerin tesirinde kalarak benlik ve şahsiyete erer… Evet, hiçbir ders, yuvada alınan bu samimi öğütler kadar tesirli olamaz.'
Hocaefendi, bu sözleriyle adeta yetiştiği aile ortamını resmediyordu. Zira, hayatın Kur’an ve namaz gibi ibadetler etrafında örgülendiği; sahabe ve Osmanlı dönemine ait kahramanlık hikayelerinin anlatıldığı o yuvada, Hocaefendi, babaannesi Munise Hanım’ın gözyaşlarıyla süslediği dualarla büyüyordu. Annesi ona bellettiği ilk kelimelerle birlikte küçük ezberler de yaptırıyordu. Namaza karşı duyulan bu ciddi duruş onun da seccadesini serip namaza durmasına vesile oluyordu. Refia Hanım, iki yaşından sonra sabah namazlarına onu da kaldırmaya başlamıştı. Dört yaşından itibaren beş vakit düzenli namaz kılan ve hiç aksatmayan Hocaefendi, bu dönemdeki namazlarını ‘belki bir kısmını yanlış kılmışımdır’ diye düşünerek gençlik yıllarında kaza edecekti.
İçinde neşet ettiği hanenin, iyi bir Müslüman’ın yetişmesi için gerekli olan maddi, manevi malzemeyle donatılmış olduğunu söyler Hocaefendi. Mesela, dedesi Şamil Ağa’nın çok geç yıllarda namaza başlamış olmasına rağmen, her gece yüz rekat namaz kıldığını anlatır. Kendisinin de üç-dört yaşındayken dedesinin yanına durup namaz kıldığını hatırlıyor. Fakat dedesinin kıldığı namazlar bir türlü bitmediğinden, yorulunca kenara çekilip yatarmış. Sahabe efendilerimize cinnet derecesinde bir bağlılığı olan Ramiz Efendi de her fırsatta onları anlatır, bu bahis sırasında gözleri hep bir meçhule doğru kayar ve anlattığı sahabenin hayaline dalar giderdi. Çocuklarına sahabe sevgisini aşılamış, onlar da küçüklüğünden beri sahabeleri kendi aile fertlerinden birer parça gibi kabullenip sevmişlerdi.
Sahabeleri, tarih sahnesinden öğrenmek çok rahat şeylerdir. “Asıl mesele, onlar hakkında anlatılan o güzellikleri içinde yaşamaktır.” diyor Hocaefendi ve şöyle devam ediyor:“Yolumuzu aydınlatan o yıldızların ifade ettiği manaları nefsimizde yaşayabilme şevki, aşkı, vecdi ve bu husustaki cehdimizdir. Eğer bu sözler içimizde gerçekten onlar gibi olma aşkını, ateşini uyandırıyorsa çok güzeldir. Yok sadece bir anlık bir duygu, iki üç damla gözyaşından sonra mesele olduğu yerde kalıyorsa çok fenadır. Biz batıyoruz demektir. Çünkü bu yıldızlarla ilgili anlatılan meseleler çocukları uyku saatinde uyutmak için söylenen ninni mahiyetinde olmadığı gibi basit hayalet nevinden hikayeler de değildir. Allah’ın beğendiği ve Kutsal kitabında bize örnek olsun diye tablolaştırdığı, hakikati yaşamış bir cemaatin hayatından kristallerdir. Resulullah Aleyhissalat u vesselam, bu ashabı gökteki yıldızlara benzetmiştir. Anlatılan konular karşısında kalbimizde teessür ve bir parça da hasret uyanıp biz ne zaman onların mahiyetinde olacağız şevki, iyi olmak iştiyakı uyanıyorsa inşallah iyi yoldayız demektir. Herkes vicdanına sorsun…”
“Sene 1941. Üç yaşlarındaydım. Damın üzerine oturmuş gelip gidenleri seyrediyordum. Bu arada askerler de gelip gidiyorlardı. Aralarında konuşuyor ve bazen de şakalaşıyorlardı. O devirde askerlerin başlarına taktıkları kep siperliydi. Fakat yeni yeni sipersiz, Amerikanvari kepler de vardı. Ben sebebini bilemediğim bir çağrışımla bu sipersiz keplere daha bir sempati duyuyordum.
İlk gördüğüm sipersiz kepin bendeki hatırasını ve derin izini ise hiç unutamam. İşte ben böyle damın üzerinde oturup seyre koyulmuşken, birisinin başında dediğim gibi sipersiz bir kep gördüm. Bu diğerlerinden onu ayıran en belirgin özellikti. Birden sipersiz kep giyen asker gözümde başkalaşıverdi. Bütün tecessüsümü insiyaki bir cebrilikle üzerine topladı. Sanki o anda ondan başka kimseyi gözüm görmüyordu. Neden ve niçin bu asker dikkatimi bu kadar çekmişti? Fizyonomisinde bir seçkinlik mi söz konusuydu? Yoksa o asker kıyafeti tümünde diğerlerinden ayrı mıydı? Hayır. Sadece başındaki kep sipersizdi. Ve benim dikkatimi çeken de sadece bu hususiyeti olsa gerekti.. Ama bir kepteki siper meselesi niçin bu üç yaşındaki çocuğu bu kadar meşgul ediyordu. Veya siperli kepe onun bu kadar tepkisi nedendi? Bütün bunları o yaşımda çözebilmem elbette mümkün değildi. Bir ara bu ere hitaben birisi Ebu Talib, diye seslendi. İşte o zaman bu er benim gözümde birden büyük bir kahraman oluverdi. Tepeden tırnağa değişmiş ve seçkinleşmişti..
Babam evde Ebu Talib'den bahsediyordu. Ondan bahsederken hep saygılıydı. Babamın dilinde dolaşıp duran bu isim elbette büyük bir insan ve büyük bir kahraman olmalıydı. Gerçi Ebu Talib hakkında adından başka hiçbir şey bilmiyordum. Fakat babama olan saygım, Ebu Talib'e de saygımı besliyordu.
Evet, demek ki babamın bahsettiği o büyük insan Ebu Talib işte benim karşımda duran bu adam, diye düşündüm. Elbette Ebu Talib'in on dört asır evvel yaşamış olduğunu o yaşta bilmem imkansızdı. Zaten söylediğim gibi Ebu Talib'in kimliği de benim için o anda mühim değildi. Sadece hayalime yerleşmiş bir kahramandı o kadar. Meğer o kahraman yaşıyormuş hem de bizim köye gelmiş.. Ebu Talib'i görmüş olmanın mutluluğunu yaşıyorum. Ve hiçbir şeyden habersiz arkadaşlarının arasında gideceği yere doğru gevşek adımlarla ilerleyen bu askere hayran hayran bakıyorum. Ve onu gözümde kahramanlaştırıyorum. Çünkü onun başındaki kep ki ben onu bere olarak düşünüyorum bütün diğer siperli kep giyenlere karşı bir başkaldırışın ifadesiydi. Ve bu kahraman bunun kavgasını veriyordu. O anda dedem Şamil Ağa'nın başından hiç çıkarmadığı sarığı ile bu bere birbirine karışıyor. Jandarma korkusundan dolayı başına siperli şapka giyen köylülerle, dedem arasındaki farkı bu askerlere tatbik ediyorum. Babamın da daima sarıkla dolaşması bu çağrışıma ayrı bir buud kazandırıyor ve ben sarıklı ve sipersiz kep giyenlerin safında yer alıyorum.. Ve bunun liderliğine de Ebu Talib'i oturtuyorum.”
Hocaefendi, 4 yaşında iken annesinden Kur'an öğrenmeye başladı. O günün şartlarında Refia Hanım, onu geceleyin kaldırıp gizlice Kur’an öğretiyordu. Çünkü camilerde veya evlerde Kur’an eğitimi yapılamıyordu. Hatta bazı camilerde kendi tercihleriyle Kur’an öğreten hocalar jandarma ve polis baskınına uğruyordu.
“Kur’ân-ı Kerim’in muarızları hiçbir dönemde eksik olmamıştır. Dünden bugüne Kur’ân’a hasım kimseler, onu ortadan kaldıramasalar ve tahrif edemeseler bile, insanları ondan uzaklaştırmak için var güçleriyle çalışmışlardır. Hatta bazı dönemlerde Kur’ân talimini bile yasaklamış; bir köy hanında ya da hayvan ahırında (Korucuk’ta) gizlice Kur’ân öğretildiği haberini alınca hemen orayı basmış ve küçücük çocukları tüfeklerin uçlarına takıp duvarlara, taşlara çarpmışlardır. Kaba kuvvete başvuramadıkları dönemlerde de değişik şüphe ve tereddütlerle Müslümanlarda fikir kaymalarına sebebiyet vermişler ve müminleri Kur’ân’a yabancılaştırmışlardır.” (Fethullah Gülen, Herkül.org, Bamteli, 07.02.2011)
Bugün de samimi hizmet insanlarına uygulanan baskı ve zulüm aynı hatta Müslüman gibi gözüken insanların eliyle dine, Kur’an’a savaş açıldığı için çok daha tehlikelidir. Bediüzzaman’ın da en çok ızdırap duyduğu husus budur:
"Bana ızdırap veren, yalnız İslâmın mâruz kaldığı tehlikelerdir. Eskiden tehlikeler hariçten gelirdi; onun için karşı koymak kolaydı. Şimdi tehlike içeriden geliyor. Kurt, gövdenin içine girdi. Şimdi, karşı koymak güçleşti. Korkarım ki, cemiyetin bünyesi buna dayanamaz. Çünkü düşmanı sezmez. Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder. Cemiyetin basiret gözü böyle körleşirse, iman kalesi tehlikededir. İşte benim ızdırabım, yegâne ızdırabım budur. Yoksa şahsımın mâruz kaldığı zahmet ve meşakkatleri düşünmeye bile vaktim yoktur. Keşke bunun bin misli meşakkate mâruz kalsam da iman kalesinin istikbali selâmette olsa!" (Tarihçe-i Hayat - Isparta Hayatı)
Hocaefendi, annesi Refia Hanım’dan aldığı dersle Kur’an-ı Kerim okumayı öğrendi ve bir ay içinde baştan sona okudu (hatmetti).
Küçük yaştan itibaren daima büyüklerle beraber oturmayı ve onların anlattıklarını dikkatle dinlemeyi âdet edinmişti Hocaefendi. Evlerine sık sık hocalar gelir sohbet ederlerdi.
Bediüzzaman Hazretleri de diğer çocuklardan farklı olarak, büyüklerin meclislerine katılmayı arzu ederdi. Özellikle kış gecelerinde evlerinde toplanan köyün âlimlerinin yaptığı ilmî sohbetleri dikkat ve merakla dinlerdi.
Hocaefendi’nin hafızası çok kuvvetliydi. Keskin zekâsı, harikulade hâfızası ve üstün kabiliyetleriyle etrafındaki çocuklardan çok farklıydı. Sohbetleri, konuşulan mevzuları sanki kelime kelime hafızasına kaydederdi. Sohbet meclisi dağıldıktan sonra Munise Hanım ve Refia Hanım içerde neler anlatıldığını sorunca birebir aktarırdı. Belki aynı üslupla, aynı duygularla ifade eder, içerideki havayı onlara yansıtırdı. Munise Hanım onu ağlayarak dinler, adeta kendinden geçerdi.
Küçük yaşlardan itibaren anne baba hakkına riayet ediyordu Hocaefendi. Onlara saygısızlık etmemek için azami gayret gösteriyordu. Özellikle annesinin sözünü dinliyor, ne söylerse mutlaka yapmaya çalışıyordu. Ailesine, kardeşlerine ve akraba çocuklarına çok bağlıydı. Kimseyi incitmez, kavgalara, tartışmalara karışmaz, oyunları uzaktan seyrederdi. İşe gönderilmediği zaman evde oturup kitap okumayı tercih ederdi. Dışardan çocukların kavgasına dair sesler geldiğinde çıkar, herkesi sustururdu. Munise Hanım “Komutan çıktı, susturur şimdi bunları.” derdi. Hocaefendi’nin yaşına göre olgun tavırları çevresindeki büyüklerde de bir saygı uyandırırdı. Mesela amcası Enver Bey, daha çocuk yaşlarında onunla büyük adam gibi muhatap olur, ilgilenir, yolda önüne geçmez, hep arkasından yürürdü.
Hocaefendi’nin babası Ramiz Efendi, üç yıl özellikle kış aylarında aldığı medrese eğitimden sonra otuz dört yaşında, İkinci Dünya savaşı sürerken köyündeki camide hocalık yapmaya başladı. Köy halkı kendisine ‘başka yere gitme, bizim imamımız ol’ demişti.
Yeryüzünü kasıp kavuran İkinci Dünya Savaşı, 1939 yılından 1945 yılına kadar bütün dünyaya yayıldı. Almanya, İtalya ve Japonya Mihver Devletleri; Fransa, İngiltere, ABD ve SSCB ise Müttefik Devletleri çatısı altında dünyanın hemen her bölgesinde savaştı. II. Dünya Savaşı’na katılan ülkeler bütün maddi kaynaklarıyla beraber insan gücünü de en acımasız şekilde kullandılar. Savaşan askerlerin dışında milyonlarca sivil insanı da katlettiler.
Türkiye savaşa girmemişti, ama savaşın olumsuz şartlarını yaşıyordu.
Ülkemizde ve dünyada bu hadiselerin yaşandığı süreçte, Ramiz Efendi, 1941’de doğan oğluna Sıbgatullah ismini verdi. Fakat, bu ismi de nüfus memurunun kaydetmeyeceğini düşünerek nüfus cüzdanı çıkarmak için gitmedi. Zira, 1938 yılında Hocaefendi’yi nüfusa kaydetmek için gittiğinde nüfus memuru, Muhammed Fethullah ismini beğenmeyip kaydetmemişti.
Ramiz Efendi 1942 yılında köyde ihtiyar heyetine seçildi. Köy muhtarı kendisine çok güvendiği için hemen hemen bütün işleri ona devretti. O da bu sıralarda yakınlaştığı köy karakolunun başçavuşuna nüfus kaydındaki problemi anlattı. Ertesi gün birlikte Hasankale’ye nüfus idaresine gittiler. Bu sefer iki oğlunu kayıt edecekti. Sıbgatullah, ağabeyi Fethullah Gülen’den 2,5 yıl sonra (1941’de) dünyaya gelmişti.
Başçavuş, “Bu isimleri bu şekilde kaydedeceksin” diye sert çıkıp oradan ayrıldıktan sonra nüfus memuru ikisini de kaydetmeye başladı. Ancak her iki kayıtta da yanlışlıklar yaptı. Daha doğrusu isimleri olduğu gibi kaydetme yoluna gitmedi. Ramiz Efendi’nin, “Muhammed Fethullah” olarak koyduğu Fethullah Gülen Hocaefendi’nin ismini “Muhammed” olmadan, doğum tarihini de 1938 yerine 1942 olarak; kardeşi Sıbgatullah’ı ise 1942 doğumlu ve Seyfullah ismiyle kaydetti.
Böylece Fethullah Gülen Hocaefendi, 1938 doğumlu olmasına rağmen nüfus kaydında 1942 olarak yer aldı. Edirne'de memuriyete girişi sırasında ise mahkeme kararıyla yaşı 1 yıl büyütülünce resmi olarak doğum yılı 27 Nisan 1941 olarak kayda geçti.
- tarihinde hazırlandı.