Bir Nefis Terbiyecisi Olarak Fethullah Gülen

Sahâbe Yolu

Önce şu hususu hemen belirtmemiz gerekiyor ki, Fethullah Gülen, hiçbir zaman, Tasavvufî manâda veya Tasavvuf'a ait bir kavram ve makam olarak mürşidlik, şeyhlik iddiasında bulunmamış, bunun da ötesinde, onun, Tasavvuf mesleğinin tahsil merkezi olan tarikatla herhangi bir alâkası olmamıştır. Ne var ki, İslâm'da nefis terbiyesinin esas olduğunu, fakat bunun için mutlaka, tarihte anıldığı manâ ve muhteva içinde bir tasavvuf yoluna veya tarikata bağlanmanın gerekmediğini kavrayamayanlar, özellikle tarikatların Türkiye'de yasak olmasından hareketle, onu yasalar karşısında mahkûm etmek isteyenler, Gülen'in 'tarikatçı' olduğu iddiasında bulunmuşlardır. Gülen, tarikatın kendine has kuralları, takip edilmesi gereken hususî bir ruhî tekâmül çizgisi ve bu çizgiyi takip etmenin gereği olarak hususî evrad ve ezkârı, bir mürşidin vefatından önce kendi yerine tayinde bulunma yoluyla yürüyen mürşidler silsilesi gibi esasları bulunduğunu, kendisinde ise bunların hiç birinin olmadığını defalarca ifade etmek zorunda kalmıştır (Aksiyon, 6-12 Haziran 1998)

Gülen, bunu söylerken, tasavvufu veya tarikatı şüphesiz mahkûm etmemekte, mahkûm etmek şöyle dursun, reddetmemektedir de. Fakat, gerek onu 'tarikatçı' olmakla Türkiye Cumhuriyeti yasaları karşısında suçlu duruma düşürmek isteyenlerin, gerekse bir tarikata intisapla nefislerini terbiye etmeye çalışanların kavrayamadıkları nokta, İslâm'da nefis terbiyesi esas olmakla birlikte, bunun gerçekleşmesi için mutlaka bir tarikata intisabın gerekmediği gerçeğidir. Konuyu daha iyi anlamak için, önceki bölümde, peygamberlerin ve özellikle Peygamber Efendimiz'in fonksiyonları üzerinde dururken mealini aktardığımız âyet-i kerimeyi burada yeniden hatırlamak yerinde olacaktır:

"Nitekim, size bizzat içinizden çıkmış bir rasûl gönderdik: size (kendisine vahyettiğim âyetlerimi ve kâinatta Beni gösteren apaçık delilleri) okuyup açıklıyor; (zihinlerinizi yanlış düşünce ve kabullerden, kalblerinizi batıl inanç ve günahlardan, hayatlarınızı her türlü kirden arındırarak,) sizi temizliyor; size (kendisine indirmekte olduğum) Kitabı ve Hikmet'i (o Kitabı anlama ve tatbik etme yoluyla, eşya ve hadiselerin manâsını, onların Bana nasıl delil olduğunu) öğretiyor ve size bilmediğiniz ne varsa, hepsini öğretiyor." (Bakara/2: 151)

Âyet-i kerimede açıkça ifade edildiği ve önceki bölümde de üzerinde kısmen durulduğu gibi, Peygamberliğin en önemli fonksiyonlarından biri, bir yandan insanların zihinlerini yanlış düşünce ve kabûllerden, hurafelerden arındırırken, bir yandan da, kalplerini günahlardan ve hayatlarını her türlü kirden temizleyip, onları her bakımdan tertemiz hale getirmektir. Söz konusu âyet-i kerimede anılan iki veya üç ana fonksiyon, tarihte her zaman tek bir kişi tarafından temsil edilememiş, bunun yerine fonksiyon ayrışması yaşanmış ve insanların zihinlerini inşa etme fonksiyonunu âlimler, onlara hikmeti, eşya ve hadiselerin perde arkasını ve kaderî sebebini öğretme fonksiyonunu hikmet ehli üstlenirken, onların kalplerini temizleme ve nefislerini terbiye etme vazifesini ise manevî mürşidler yüklenmiştir. Gerçi, tarihte bu üç fonksiyonu birden yerine getirebilen çok büyük ilim ve eğitim üstadları, rehberleri yetişmişse de, artık komple insan yetiştirme işi, bu şekilde, özellikle 16'ncı yüzyıldan itibaren, bazen birbirlerinin zararına da olarak, farklı ekollere kalmış ve bu ekoller, medrese ve tekye çatısı altında görevlerini yerine getirmeye çalışmışlardır. Ne var ki Fethulah Gülen, temelde bu ayrışmaya taraf olmamakla ve medreseyi nefis terbiyesini, bunun yanısıra 'tabiî' ilimleri, tekyeyi de ilmi bir tarafa bırakmakla eleştirmekle beraber, tarihte, fonksiyonlarını gereğince yerine getirdikleri sürece medreseye de, tekyeye de olumlu yaklaşmakta, fakat, bu çalışmada yeri geldiğince belirtildiği üzere, günümüzde, tekyenin aşk, heyecan ve nefis terbiyesini, medresenin en yüksek seviyede ilmini, 'okul'un fenlerini varlığında toplayan komple insan yetiştirmenin ve komple insan olmanın önemi üzerinde titizlikle durmaktadır. Dolayısıyla o, dar manâda tarihte aldığı kavram çerçevesinde değil, asıl manâ ve muhtevası içinde tasavvufa, nefis terbiyesine İslâm anlayışı içinde en önemli yeri verir. Ne var ki onun bu yanı, İslâm'la alâkasını ön plana çıkarmayan ve onu, özellikle hoşgörü ve diyalog çağrılarını açığa vurduğu 1995 yılından itibaren tanımaya başlayanlar kadar, İslâm'la alâkasını her zaman önde tutmayı tercih eden Müslümanlar tarafından da gerektiğince bilinmemektedir.

Medrese-tekye-okul veya akıl-kalp-ruh ayrışmasına taraftar olmayan ve üçünü bir arada, bütünlük içinde ele alan âlim ve düşünürler, bu meseleyi 'Sahâbe yolu' ve 'büyük evliyanın yolu' olarak iki kategoriye icra ederler. Onlara göre, Sahâbe yolunda akıl, kalp ve ruh birlikte değerlendirilir; hattâ denebilir ki, böyle bir ayırım yapılmaz ve insan komple bir varlık olarak ele alınır. Bu çizgide, riyazet gibi, nafile ibadetler gibi yollarla nefsin 'emmâre', yani insanı sürekli kötülüğe, tutkulara çağıran boyutu öldürülmez; fakat bu boyuta karşı, ölünceye kadar mücadele verilir ve bu mücadeleyle insan, sürekli terakki eder. O, bu mücadelede terakkisinin farkında olmayabilir; 'keramet' denilen bir takım olağanüstülükler göstermeyebilir. Zaten bunlar esas değildir; önemli olan, İslâm'ın hükümlerini bütün dış kabûl şartlarıyla ve kalp huzuru, tam dikkat, haşyet ve hudû denilen zihin, kalp ve bütün duygularla Allah'a yönelmişlik ve konsantrasyon içinde yerine getirmek ve bu çizgide istikameti korumaktır. Sözgelimi, namaz için 12 şart vardır: hadesten taharet, necasetten taharet, setr-i avret, istikbal-i kıble, vakit, niyet, iftitah tekbiri, kıyam, kıraet, rükû, sücûd, ikinci oturuşta teşehhüd miktarı kalma. Bunların hepsi yerine gelmeden namaz kılınmış olmaz. Bu şartların yanısıra, bir de, ondan gereken feyzi alma adına onun iç şartları diyebileceğimiz huşû, hudû ve bir hadis-i şerifte 'ihsan' olarak adlandırılan, Allah'ı görüyormuşçasına ve biz O'nu görmesek de, O'nun bizi gördüğünün şuuru içinde ve onu, insanı bütün kötülüklerden vazgeçirecek bir şekilde ve şuurla kılma vardır. Aynı husus, bütün diğer ibadetler için de geçerlidir.

Aynı şekilde, bütün ibadetlerin başı ihlâstır; yani her ibadeti, sadece Allah için ve karşılığında hiçbir menfaat beklentisine girmeden, O emrettiği için yapmaktır. Ayrıca takva, zühd, her söz, her davranış, her düşüncede Allah'ın rızasını hedefleme ve O'ndan gelen her şeye razı olma; imanda yakîne, yani tahkikî iman denilen, araştırmaya, aklın, kalbin ve vicdanın kesin kanaat ve bağlanmasına ulaşma, bütün ahlâkî güzellikler ve faziletlerle bezenme gibi, yine dinin temelinde ve hedefinde yer alan hususlar da vardır. İşte bütün bunlar, çok ciddî bir ruh eğitimini veya nefis terbiyesini gerektirir. Fakat bunun için, mutlaka bir tarikatı izlemek şart değildir. Şu kadar ki, en basit bir eğitim ve öğretim nasıl öğretmensiz veya eğitimcisiz gerçekleşmiyorsa, böylesine zor ve insanı gerçek insan yapacak eğitim de, rehbersiz kolay kolay gerçekleşmez. Bundandır ki Kur'ân-ı Kerim, günlük namazlarda - sünnetler dahil - 40 defa okunan Fatiha Sûresi'nde bize, "Bizi Dosdoğru Yol'a ilet" diye dua etmemizi emreder ve ardından bu yolu tarif etmez. Çünkü, onu herkesin anlaması, dinin tamamı diyebileceğimiz bu yolu herkesin kavraması mümkün olmadığından, "Kendilerine nimet verdiklerinin yolu" diyerek, önümüze bir takım rehberler koyar. Bir başka yerde de (Nisâ/4: 69), bu 'nimet verilenler'in kimler olduklarını açıklar: "peygamberler, sıddîklar", "şehidler" ve/veya "sâlihler". Dolayısıyla, insanları potansiyel insan olmaktan, gerçek, kâmil insan olmaya çıkarmayı hedefleyen din yolunda, nefis terbiyesi adına rehbersiz yol almak çok zordur. Fakat bu demek değildir ki, bunun için mutlaka 'tarikat' veya bir başka ad altında ayrı bir ekol, ayrı bir disiplin gerekir. Hayır! İslâm'ın en iyi yaşandığı Peygamberimiz, sonraki Dört Halife ve daha sonraki Tabiûn ve Tebe-i Tabiîn döneminde, ruhu ve manâsı ile bulunsa da, ayrı bir disiplin halinde bugünkü şekliyle tasavvuf olmadığı gibi, tarikat da yoktu. Sahâbe yolu, bir tarikat halinde bir araya gelmeyi değil, insanı komple ele alıp, hayatın ve hadiselerin içinde eğitmeyi benimseyen yoldur. İşte Fethullah Gülen de, böyle bir yola taraftardır ve onun şahsiyet ve aksiyonunun en önemli yanını, bu konudaki yol göstermeleri, ışık tutmaları oluşturur.

Ontolojik Karakteriyle İnsan ve Nefis Terbiyesi veya Ruhta Kemale Erme Aksiyonu

Fethullah Gülen, eğitim gibi, onun bir yanı veya boyutu olan nefis terbiyesine de, önce insan açısından yaklaşır. Ona göre insan, yüksek duygularla donatılmış, fazilete istidatlı, ebediyete tutkun bir varlıktır. En sefil görünen bir insan ruhunda dahi ebediyet düşüncesi, güzellik aşkı ve fazilet hissinden meydana gelen gökkuşağı gibi bir iklim mevcuttur ki, onun yükselip ölümsüzlüğe ermesi de, mahiyetindeki bu istidatların geliştirilip ortaya çıkarılmasına bağlıdır (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 97).

Gülen'e göre insan, her şeyiyle anlaşılması güç bir varlıktır. Farklılığı, daha dünya gelişiyle kendini gösterir. Onun dışında her canlı dünyaya ayak basarken, başka bir âlemde yetiştirilmiş gibi, hayat kanunlarına âşina ve en mükemmel insiyaklarla gelir. O ise, en muhteşem ve mükemmel bir varlık olmasına rağmen, bütün bu insiyaklardan ve hayat için gerekli fonksiyonlardan mahrum olarak karşımıza çıkar. Onun hayvanî varlığının mekanik nizamını aşan her şey, akıl, zihin, irade, hürriyet, his ve iç müşahede sayesinde burada oluşur. İnsan, iç ve dış bütünlüğüne bu suretle kavuşur ve benliğine de ancak bu yolla erer. Yani insan, ancak öğrenme ve inanıp yaşama ile tekâmül eder, mükemmelleşir ve gerçek insan olur (Sızıntı, Temmuz 1979).

Gülen, insan ve manevî eğitimi veya nefis terbiyesi konusunda çeşitli yazı ve sohbetlerinde serdettiği görüşlerine şöyle devam eder: Gerçek insan olma yolunda, insana farklı mekanizmalar verilmiştir. Bunlardan biri, onun dünyevî yanına bakan nefis mekanizması, diğeri ise, manevî boyutunu oluşturan ve nefis mekanizmasını idare edip, yönlendirmesi gereken vicdan mekanizmasıdır. Nefis mekanizmasını, onun şehvet gibi, öfke gibi duygular veya insiyaklar oluşturur. Esasen bunlar ona, hem dünya hayatını devam ettirmesi, hem de, sadece ruhuyla değil, nefsiyle de gerçek ve Cennet'e ehil insan olma yolunda kullanması için verilmiştir. Varlıklar içinde meleklerde böyle bir nefis mekanizması yoktur. Onlara verilen irade, Allah'ın razı olduğu hâl ve davranışların en güzellerini seçme şeklinde tecelli eder ve dolayısıyla onların makamları sabittir; terakki etmezler ve terakki için gerekli mücadelenin, aynı zamanda terakki basamaklarını tırmanmanın zevkini tatmazlar. Buna karşılık insan, nefis mekanizmasını, vicdan mekanizmasının yönlendiriciliğinde hayırlara ve manevî terakkî veya tekâmülüne hizmet edecek hale getirebilir. Eğer o, iradesini başıboş salar ve nefis mekanizmasını oluşturan şehvet, öfke gibi tutkularının emrine verirse, şeytanları da utandıracak bir derekeye, varlıklar hiyerarşisinin en altına düşer. Ferdî ve içtimaî hayatta ortaya çıkan bütün problemlerin asıl sebebi budur. Buna karşılık, eğer o nefis mekanizmasını, onu getiren duygu veya fakülteleri iradesiyle disipline eder, meselâ yeme, içme ve karşı cinse alâka gibi duygularını, öfke gibi, başıboş bırakıldığında insanı firavunlaştıracak, bir kâtil, bir cani haline getirecek bir kuvveyi vicdan mekanizmasının yönlendiriciliğinde ve helâl dairede kullanırsa, bu takdirde, nefsi de onun kâmil ve Cennet'e ehil insan olma yolculuğunda kendisi için bir binek haline gelir. Artık o nefis, bu yolculukta sürekli mertebeler kateder. Tasavvufçuların tasnifiyle, emmârelikten kurtularak, basamak basamak levvâme, mülheme, râdiye, mardiyye ve sâfiye gibi mertebelere sıçrayarak, bütünüyle insana yararlı hale gelebilir.

İlk bakışta insan için şer ve zararlı gibi görünen nefis mekanizması, bu şekilde onun terakkisine hizmet ettiği gibi, Cennet nimetlerinden istifadesinde de ayrı bir vasıta olur. İnsan, dünyada nefsinin başıboş arzularına karşı koyup onu sınırladığı, baskı altına aldığı ve terbiye ile gerçek insan olma yolunda terakki basamaklarını tırmandırdığı için, bunun karşılığını Cennet'te Cennet'e ait ve nefsin lezzetleri olan yeme, içme ve karşı cinsle münasebet şeklinde görür. Dünyada bu tür lezzetler, zahmet ve bir takım acılarla, dertlerle, ızdıraplarla karıştırılmış olduğu halde, Cennet'te tamamen safîdir; sürekli yenilenir ve her defasında başka boyutlarda duyulur. İşte, insanın Âhiret'te hem ruh hem bedenle diriltilecek ve Cennet'e de yine hem ruh hem bedenle birlikte girecek olmasının sırrı buradadır. Aksi halde Cennet, sadece ruhî-manevî lezzetler yeri olur ve dolayısıyla hem nimetler açısından eksik kalırdı, hem de, onu hak etmede dünyada belli bir disiplin altına alınan ve zevklerini dilediği gibi yaşamaktan men edilen zevke zulmedilmiş ve onu terbiye etmek de manâsız olurdu.

Bu şekilde, 'toprak', yani dünyevî yönüyle ve onu oluşturan nefis mekanizmasıyla dahi her zaman melekler seviyesine ulaşabilme istidadı taşıyan insanda bir de vicdan mekanizması devreye girince, o, meleklerden daha üstün hale gelir. Zira, yukarıda ifade edildiği gibi, meleklerde zorlanma yoktur. Onların iradesi, Allah'ın razı olduğu hâl ve davranışların en güzellerini seçme şeklinde tecelli eder. Halbuki insan iradesi, iyiyle kötü arasında mutlaka tercih yapmak ve buna göre davranmak, dolayısıyla, sürekli kendisiyle, kendisini kötülüklere ve tutkuları her halükârda tatmine çağıran nefsiyle mücadele etmek konumundadır. "Sorumluluk ölçüsünde nimet, nimet ölçüsünde külfet" kaidesine göre, insanın bu mücadelede sürekli galibiyeti yaşaması, onun meleklerden üstün hale gelmesinin yolu ve sebebidir. Vicdan, kelime olarak "bulmak" manâsına gelir. İnsan, onunla hem kendini, hem de Rabbisini bulur. Onun içindir ki, İmam-ı Rabbanî, İmam-ı Gazzalî, Mevlâna ve Bediüzzaman gibi İslâm büyüklerinden, birçok Batılı düşünürlere kadar yüzlerce insan, keşif ve sezişleriyle vicdanı ele almış ve onun bu hususiyeti üzerinde ısrarla durmuşlardır. Vicdan, yalan söylemez. Onda bir yardım isteme, bir de dayanak noktası vardır. İnsan, bunlarla aslî acziyetini, hiçliğini idrak eder ve bu idrakle, Cenab-ı Hakk'a dayanır ve ne isteyecekse O'ndan ister. Madem ki insanda bir "medet isteme" hissi vardır bu his, kendini en fazla insanın bütün bütün çaresiz kaldığı anlarda ortaya koyar; öyleyse, ona medet edecek bir Zat da vardır. Böyle olmasaydı, bu hissin insana verilişi boşuna ve anlamsız olurdu. Halbuki kâinatta boşuna ve anlamsız hiçbir şey yoktur; bilakis, bizdeki her duygunun mutlaka bir karşılığı vardır. Öyleyse vicdandaki dayanma ve yardım isteme noktalarının da hiç şüphesiz birer karşılığı olacaktır. Ne var ki, hayatında bir kere olsun vicdanını dinlememiş bir insanın bunu duyup sezmesi mümkün değildir. Gerçi şuur da vicdan mekanizmasına ait bir bölümdür ama, zatî değerinin yanında, o da sadece kendi başına bir kıymet demek değildir. İrade, his ve kalple birleşince, o da âdeta tek başına bir vicdan olur.

Hakk varlığının hiçbir zaman susmayan bütün şahitleri gibi, vicdan da tek başına hakkı ve hakikati haykıran İlâhî ve semavî bir sadadır. Ama, bu, vicdanın aslî kimliğini koruması şartına bağlıdır. Yoksa, nefis mekanizmasının altında kalıp ezilmiş bir vicdandan aynı neticeleri beklemek elbette ki mümkün değildir. Burada önemli olan bir başka husus ise şudur: Kant, Saf Aklın Kritiği'nde, Allah'ın nazarî akılla değil, amelî akılla bilineceğini söyler. Demek ki, güzel davranışlar, güzel ameller, bir süre sonra insanın tabiatı haline gelerek insanı, mücerret bilgiyle ulaşılmayan noktaya ulaştırır. Evet, mücerret bilgi ve malûmat, insanı hiçbir zaman, amelin, yaşamanın, tecrübe etmenin yükselttiği seviyeye yükseltmez. Tecrübe ve uygulamadan yoksun, amelden mahrum insanlar, yükler dolusu kitap devirseler de, vicdanlarında duyulması gerekenleri katiyen duyamazlar. Tatbik görmesi gereken ameller ise, bizim için bellidir: O, dinin güzel gördüğü ve "salih amel" diye vasıflandırdığı amellerdir. Vicdan mekanizmasının işlettirilmesi ve ondan semere alınması, "salih amel" kavramının hayata geçirilmesiyle çok yakından irtibatlıdır. (Prizma 1, 74-8)

İşte, Fethullah Gülen, bu çerçevede ele aldığı nefis terbiyeciliğini, her şeyden önce örnek yaşayışı, ortaya koyduğu hayat modeli, şahsiyeti, karakteri; bütün bunları şekillendiren ve onun bakışlarından yüzündeki manâlara, tebessümünden el hareketlerine, yürüyüşüne ve konuşma tarzına kadar, vücut dilinin diğer bütün unsurlarını yönlendiren ve kendisini görenlerin, dinleyenlerin, tanıyanların kalplerine, tasavvuf dilinde 'feyiz' denilen bir ışık, bir duygu, bir tesir şeklinde akan Allah'la derin münasebeti; sonra sohbetleri ve yazılarıyla yerine getirir. Onun bu sohbet ve yazıları, Allah'ı gerektiği gibi tanımaktan O'nu sevmeğe; namaz, oruç, zekât, hac gibi İslâm'ın şartlarını oluşturan ibadetlerden, takva, ihlâs, ihsan gibi, hem birer fazilet, hâl, hem de ibadetlerin özü olan vasıflara; günahlara ve manevî pörsümelere karşı korunma yollarından, riya, süm'a kendini beğenme gibi kötü sıfatlardan kurtulma çarelerine ve güzel ahlâkı kazanma yollarına kadar, İslâm'ın tamamını içine alacak bir yelpazede cereyan eder.

O'nu Gör, O'nu Bil, O'nu Tanı

Fethullah Gülen, gerçek insaniyetin birinci şartı olarak, "O'nu gör, O'nu bil, O'nu tanı" der ve şöyle devam eder:

Ben şahsen, Allah'a karşı vefa hissi, samimiyet ve ihlâsla yapılmayan bir işin semereli olacağına inanmıyorum. Aksine, vefa, samimiyet ve ihlâsla gerçekleştirilebilecek hayırlı amellerin, dünyadaki ordularla elde edilemeyeceğine bütün ruh u canımla katiyen iman ediyorum. Aslında ben, bu ve buna benzer sözleri 15-20 seneden beri bu işin hakikatını bütün derinliği ile vicdanımda tam duyamamış da olsam, hep söylüyor ve bu hakikata, her geçen gün çok daha fazla inanıyorum.

Vicdanlar kontrol edilmeli, Allah ile olan ahd ü peymanlar gözden geçirilmeli, Ulûhiyet, Ma'budiyet ve abdiyet konuları tekrar tekrar ele alınmalıdır. Eğer biz kul isek - ki kuluz - lütfedilen bütün bu ihsanları, boynumuza geçirilen bir tasma veya ayağımıza geçirilen bir pranga gibi görmeliyiz. Bu ve buna benzer mülâhazalarla biz gerçek ubudiyeti sergileyebilirsek, bunun karşılığında Rabbim de rahmetini sağnak sağnak üzerimize yağdırmaya devam edecektir.

"Yalnız Bir'i bil, yalnız Bir'i gör, yalnız Bir'i tanı" düşüncesi, bütün davranışlarımızın esası, insanlarla oturup kalkma, onları sevme veya nefret etme... sadece O'ndan ötürü olmalıdır. Ataullah İskenderânî, "O'nu bulan neyi kaybetmiş ve O'nu kaybeden neyi bulmuştur ki?" demiyor mu? O halde, her şeyde sadece O'nun rızası gözetilerek hareket edilmeli ve Allah'a talip olmanın ötesinde bütün düşüncelere elden geldiğince kapalı kalınmalıdır.

Her zaman çevremizde açılıp kapanan çiçeklere bakıp bayılıyorum ben. Çünkü onlar, sürekli güneşi takip ediyorlar. Açılıp kapanmalarını ona göre ayarlıyorlar. İşte onların bu halleri, kulluk dersi adına bana çok önemli geliyor. O'nun rızasının olduğu yerlerde var, aksi takdirde yok. Ne kadar güzel! İşte bizim varlığımızın en anlamlı buudu da bu; Rabbimizle olan irtibatımızı kavî tutup gerisine karışmama.

Öte yandan, Rabbimizin şu icraatına bakın ki, boyumuza-posumuza bakmadan, gerçek kadr ü kıymetimizi nazara almadan tenezzülen konuşmalarını bizim anlayabileceğimiz seviyede yapmış ve yapıyor.. ve yine tenezzülen,

"Sığmam dedi Hak arz u semaya,
Kenzen bilindi dil madeninden."

beytinin ifade ettiği gibi, insan kalbine tecelli dalga boyunda inmiş ve "Beni burada gör" demiş. Dolayısıyla insan, hüşyar bir anlayış ve idrakle azıcık kendi kalbine dönüverse, tasvir, tasavvur ve tahayyüllerin çok çok üstünde, keyfiyetsiz, kemmiyetsiz veraların veraların veraların.... verasında O'nu ter ü taze bulabilir. Zaten böyle bir bulma da, her zaman insanın gayesi olmalıdır. (Fasıldan Fasıla 3, 33-5)

Gülen'e göre, insan Rabbisiyle münasebeti adına "ne kaybettiği şeyler karşısında mahzun, ne de kazandığı şeyler karşısında sevinçli" olmalıdır. Zira, kazanmak da, kaybetmek de insan için bir imtihan vesilesidir. Ayrıca hangisinin öteler ötesinde bizim lehimize, ya da aleyhimize olacağını kestiremeyiz. Kim bilir, belki de hüzün ve kederli anlarımız, inşirah zamanlarımıza nisbeten, Âhiret'te daha çok mükâfat almamıza sebep olacaktır. Onun için yaptığımız her şeyin Allah'ın rızasına uygun olup olmadığına bakmak lâzımdır. Bu açıdan bizi, Fatih Sultan Mehmet gibi İstanbul'u fethetmemiz bile değil, Rabbin rızasına ermemiz, O'nun hoşnutluğunu kazanabilecek ameller yapmamız sevindirmelidir. (Fasıldan Fasıla 3, 32-3)

Fethullah Gülen'in İslâm anlayışını izah etmeye çalışırken de parmak bastığımız üzere, bütün başarıların Allah'a verilmesi konusunda son derece hassastır. Bu konuda o, şöyle der:

Neden hassas olmayayım ki, her türlü muvaffakiyet ve müsbet netice Allah'a aittir. Hiçbir kul, gücü, bilgisi ve imkânları ne ölçüde olursa olsun, Allah muvaffakiyet vermezse, müsbet hiçbir şey yapamaz. İnsanın yapısı hayra değil, günaha ve tahribe yöneliktir. Müsbet netice ve muvaffakiyetlere gelince, bir defa, bunların tahsili için gerekli mekanizmayı kuran Allah'tır. İnsanın yaptığı, bu mekanizmada bir düğmeye dokunmaktan daha fazla değildir. Ona o imkân ve gücü bahşeden, dokunmasına müsaade eden, o dokunmaya sevk eden de Allah'tır. Eğer Allah izin vermemiş, onu öyle bir donanımla dünyaya getirmemiş, o işi yapmaya sevk etmemiş olsa idi, bir düğmeye dokunmak bile olsa, insanın elinden ne gelirdi? Kaldı ki, insanın yeme-içme gibi en basit ve iradesine taallûk eden işlerde bile rolü binde bir bile değildir?

Hiçbir peygamber, "ben yaptım, ben başardım, ben hidayet ettim" dememiştir. "Ben" firavunların ağzından çıkan sözdür.

Kanatlarını açtığı zaman bütün semayı kaplayan Hz. Cebrail (as) bile asla "ben" demez ve her şeyi Cenab-ı Allah'a verirken, bize ne oluyor da, "ben" deme küstahlığında bulunuyoruz!? (Ünal, 2001, 183-84)

İnsanın Allah'la bu ölçüde münasebetini İslâm'ın özü olarak gören Fethullah Gülen'in, belki de üzerinde en çok ve titizlikle durduğu birinci mesele budur dersek, mübalâğa yapmış olmayız. Pek çok yazısı gibi, pek çok sohbetinde sözü sürekli bu noktaya getiren Gülen, bu noktanın kavranıp, insanın tabiatı haline gelmesini, Müslümanlığın, Müslümanca inanıp, duymanın ve yaşamanın olmazsa olmaz şartı sayar. Ona kulak veren biri, ondan şu sözleri sıklıkla duyacaktır:

Bir kulluk deryasına yelken açtık ki, dalgalar amansız çıktı karşımıza, kenara varmaya koymuyor bizi. İstihdam eden Allah'a binlerce hamd ve sena olsun; olsun da, nâil kılındığımız lütufların zerresini kendimizden bilmeyelim; bilmeyelim ki, O, lütuflarını sonuna kadar devam ettirsin. Bu lütufların bir tanesini, hattâ bir zerresini bile kendimizden bilsek, bilgimize, tedbirimize versek, O, vâridat-ı Sübhaniyesini keser ve "haydi yürüyün bakalım, yürüyebilirseniz," der. Allah korusun, âhir ömrümüzde kendi kendimize bırakıldığımız için hizlana uğrarız. O'dan diler ve dileniriz, bizi göz açıp kapayacak kadar bile olsa, Allah Rasûlü'nün o mübarek dualarından ayırmasın: "Göz açıp kapayıncaya kadar bile olsa, bizi nefsimizle baş başa bırakma!" Her şey O'ndan; ne veriyorsa, aczimize, fakrımıza, zaafımıza merhameten veriyor.

Vasiyetim olsun, elinizden geldiğince çevrenizi kendi benliğinden, egosundan uzaklaştırmaya çalışın. İnsan, bir başkasıyla rekabete girebilir, fakat Allah'a karşı rekabet hissi düpedüz saygısızlıktır. O bakımdan, her muvaffakiyet, her güzel iş, Allah'a verilmeli ve, "bunu O yaptı" denmelidir. Yememize, içmemize, hemcinsimize duyduğumuz alâkaya bakınca, hayvandan farklı bir yanımızın olduğunu görüyor muyuz? Hattâ, haram-helâl demeden, açlığımıza-tokluğumuza bakmadan, başkalarının haklarını da üzerimize geçirerek, öyle yiyip içiyor ve hayvanlar, hemcinslerine karşı üreme adına senede bir alâka duyarken, biz, tamamen nefsanî arzuların pençesinde doymak bilmez bir hırsla yaşıyoruz.

Allah karşısında insanın kendisini zelil, hakir, hor görmesi lâzım. Evliyaullahtan bazıları var ki, münacaatlarında şöyle derler: "Şu hâlimle, kalbimin şu durumu itibarıyla, iman, İslâm gibi hususiyetler müstesna, kâfirler benden çok iyidir; falan hayvan, filan hayvan benden iyidir." Evet, insan bir yandan budur; diğer yandan da Allah'ın insanlığımıza terettüp eden bir kısım lûtufları, ihsanları var. Öyle ise, kimse, bu lûtuf ve ihsanlara sahip çıkmamalı. Mü'min, her halinde mütevazi olmalı, mahviyet ve hacalet içinde bulunmalı.

Kendisine zerre kadar bile itimat eden insan, İlâhî teveccühleri kaybetmiş demektir. Kimse, nefsine güvenmemeli, âkıbet ve âhireti hususunda emniyette olduğunu sanmamalıdır. Bu manâda mutlak emniyet küfürse, onun en küçüğü de küfre yakınlıktır. Yani, nasıl yeis küfürse, bir insanın âkıbeti ve Âhireti hususunda ameline güvenmesi, Cennet'e gireceğinden emin olması da küfürdür. Böyle bir emniyetin en küçüğünün bulunması da, küfür istikametinde bir adım demektir.

Hataya düşmemek, nefse pirim vermemek, Şeytan'ın sağdan gelmesi karşısında mağlûp olmamak için İslâmî kıstasları bilmek çok önemlidir. Bunlar, herkese göre değişen meseleler değildir; Kur'ân ve Sünnet'in hükümleridir. Bunlar dışında kalan hususlarda, nefse pirim vermeme, onun boynunu kırma adına ne gerekiyorsa yapılabilir. Meselâ, nafile ibadette bulunma; evvâbin kılma, teheccüd kılma, Pazartesi ve Perşembe günleri oruç tutma.. nefse zor gele gele bunlar eda edilmelidir. Yine meselâ, bir yerde dinî, millî bir mesele anlatılacak. İçinizden "ben anlatayım" duygusu geçiyorsa, hemen bırakıp başkasına anlattırma.. orada bu meseleyi daha iyi anlatıp, ruhlara daha iyi girecek biri varsa, yine onu tercih etme.. aynı şekilde, konuşurken, nefsin "ne güzel konuşuyorsun!" diye fısıldadığı anda, hemen bir kenara çekilme; çok güzel bir mektup, beliğ bir yazı veya şiir yazdınız, içinizden beğenme geldi, hemen onu yırtıp atma; başkalarının hidayetine vesile olan bir hizmet veriyor, konuşmalar yapıyorsunuz, ama içinize "ucub" geldi, baktınız, çalımlarınıza takılıp gidiyorsunuz, muvakkaten de olsa o hizmete ara verme... İşte, Kur'ân ve Sünnet'in, ruhsat sınıfına da girse, bir hükmüne kimsenin müdahale hakkı olmamasına mukabil, nefsi terbiye adına bunlar yapılabilir ve yapılmalıdır. (a.g.e. 184-88)

Tevhide Ulaşmada İbadetlerin Yeri

Allah'la münasebete ve her söz, düşünce ve davranışı O'nun hoşnutluğuna bağlamaya, her başarıyı O'na vermeye, kısaca Rabb-kul münasebetini çok iyi kavrayıp, benliğe mal etmeye bu derece önem veren ve onu İslâm'ın birinci meselesi olarak gören Fethullah Gülen, bu seviyeye ulaşmada, iman ve ilimle birlikte, ibadeti olmazsa olmaz şart kabul eder. Ona göre, Allah'ı bilme, bir yanıyla ibadete bağlı bir seviye işidir. Zat-ı Ulûhiyetin gerektiği şekilde bilinmesi, ancak ibadetle olabilir. O, bu hususla ilgili olarak şu noktalara dikkat çeker:

Kalp aynasını sadece bir defa Rabb'e çevirip, O'nun, o andaki tecellisiyle almış olduğumuz zevk-i ruhanî ve imdad-ı Rabbanî ile bir ömür boyu yaşayamayız. O halde, sürekli O'nun tecellilerine açık olmak gerekmektedir.

İnsana nasıl çocukken kâfi gelen şeyler yetişkinlikte yeterli olmazsa, bunun gibi, fikrî ve ruhî seviyemize göre Rabb'e karşı sürekli açık olmazsak gelişemeyiz.

İbadeti çok geniş olarak ele almak icap eder. Namaz bir ibadet, oruç bir ibadet, hac bir ibadet; öyle ki, Allah'a itaat adına ve İslâm'ın doğru kabul ettiği çizgide yapılan her şey bir ibadettir. (Fasıldan Fasıla 1, 30)

Gülen, bir başka yerde de şu çok önemli hatırlatmada bulunur:

İnsan, kalbindeki imanıyla mü'mindir, kafasındaki malûmat yığınlarıyla değil. Bu sebepledir ki, insan afâkî veya enfüsî delillerle ulaşabildiği mesafeyi elde ettikten sonra, eğer bunlardan sıyrılamazsa, terakkî adına bir adım bile atamaz. İnsan, bir yerde bunları bütün bütün arkaya atmalı, doğrudan doğruya, Kur'ân'ın aydınlık tayfları altında; kalp ve vicdanının nurlu yolunda yürümelidir ki, aradığı aydınlığa ulaşabilsin. (Fasıldan Fasıla 2, 27)

Gülen, ibadetler içinde, onların başı ve dinin direği olması hasebiyle namaza ayrı bir önem verir. Namazın, yukarıda daha önce geçen şartlarından ayrı olarak, bilhassa onun kılınış şekil ve niteliğine sık sık temas eden Fethullah Gülen, "namazda olsun, namaz haricinde olsun, gönlün her teli tıpkı bam teli gibi ses vermeli. Bilhassa da namazda böyle olmalı. Sazların bir tane bam teli var, fakat gönlün her teli bam teli gibi olmalı" der ve şöyle devam eder:

"Öyle namaz kılmalı ki, herkesin namazı bir diğerine misal olsun ve secde, doyulmaz bir neşveye, duâlar, insana bıkkınlık vermeyen gıdaya; rükû ayrı bir edaya; kıraat de, dane dane canlı kelimeler armonisi halini alsın." (Fasıldan Fasıla 1, 92)

"Namazı dert edinmek lâzımdır. Kıyam, kıraat, rükû, sücûd vs. namazın şekillerinden ibarettir. Oysa asıl olan, muhteva ve ruhtur. Nasıl ki yeme-içme cismaniyetimiz için bir ihtiyaçtır, namaz da manevî hayatımız ve ruhumuz için bir gıdadır. Namaz, fıtratımızın bir gereği haline getirilmelidir. Ruh, gıdasını ancak bu şekilde kılınan bir namazdan alabilir" diyerek, yine aynı noktaya parmak basan Gülen, bu seviyede bir namaz kılabilmek için, şu hususlara dikkat çeker:

Namazları angarya kabilinden kılmamak gerekir. Muhbir-i Sadık, "Namazınızı veda namazı olarak kılın" buyuruyor. Size, "bir vakit namaz kılacak kadar ömrünüz kaldı" deseler, o namazı nasıl özene-bezene kılarsınız. İşte her namazı böyle özene-bezene kılmalısınız. Evet "bu benim son namazım olabilir" mülâhazasıyla kılınan namaz veda namazıdır."

Namazda dikkat edilecek bir diğer husus, nasıl vücut geliştirme çalışmalarında kalbi yormamak için fikir dünyasından uzaklaşmak gereklidir, öyle de, ruhu geliştirmek için dünyevî düşünceleri devreden çıkarmak, bütünüyle kalp ve ruh insanı haline gelmek şarttır. Tabii, namazın dış şekillerini özenle yerine getirmek ile bu muhteva arasında sıkı bir münasebet olduğu da bir gerçek.

Bir başka husus da, namaz kılarken şartları hesaba katmamalıyız. Aslında şartların insanın namazına tesir edeceği muhakkaktır. Fakat bunu bile bile irademizle bu şartları aşmalı ve kalbi kemal noktasına yönlendirmeliyiz. Feyze, berekete en açık olduğumuz zamanlarda bile sadece O'nu mülâhaza etmeliyiz. Meselâ, Allah'la, aramıza girecek bir cezbe, bizi o anda Arş-ı Rahman'a ulaştıracak bile olsa hemen "Hayır Rabbim, ben bunu istemem, şu namaz kılanlardan birisi gibi olayım, yeter" diyebilmeliyiz.

Son bir husus da, herkesin namazı, içinde bulunduğu mertebe ve dereceye göre farklılık arzeder. Biz kılmış olduğumuz namazı, İmam-ı Rabbani'ye anlatsak, belki bize güler. Burada önemli olan nokta, bizim gibi avam için hakikî namaz mülâhazasını düşünme yolunu açmaktır. Bir zerre iken, kendini deryaya salıverme ve damla iken derya olma... Bunun ötesinde de, Rabbim lûtfederse, şu anda mahiyetini, keyfiyetini dahi bilmediğimiz, ama dedikodusunu, nakilciliğini yaptığımız o mertebelere ulaştırılabileceğimizi yine O'nun rahmetinden bekleyebiliriz. (Fasıldan Fasıla 1, 99-101)

Namazla tevbe ve günahlardan kurtulma arasında içten bir bağ olduğunu belirten Fethullah Gülen, "Namaz, kamil manâda kılınırsa, günahları siler, temizler. Zira namazda tevbenin şuur haline gelmesi söz konusudur. Yani, insanın namazla bütünleşmesi ve bu bütünlük içinde Rabbin huzuruna gelmesi onda tevbe adına bir şuur mayalar. Yeter ki, namaz istenen ölçüler çerçevesinde eda edilmiş olsun" der. Ona göre namaz, aslında bizatihî ve yekpare tevbedir. Tevbe namazın bütün rükünlerine öyle sinmiştir ki, onu tevbeden ayrı mütalâa etmek âdeta imkânsızdır. Her tevbe elbet namaz değildir; fakat şuurla kılınmış her namaz, aynı zamanda bir tevbedir."

Namazın bizatihî tevbe olabilmesi için çok önemli bir noktaya dikkat çeken Fethullah Gülen, bu noktayı şöyle açıklar: "Cenâb-ı Hakk, dilerse her namazda günahları affedebilir. Ancak kul, günahının ızdırabını, 24 saat gönlünde duymalıdır ki, bu, o günahların affına ciddi bir davetiye olsun ve o gün işlenen günahlara mukabil, yine o gün dolu dolu tevbeyle geçsin ve kul, bu tevbenin kabulünü o günün bütün namazlarında arasın; arasın ve bulmaya çalışsın." (Fasıldan Fasıla 1, 162-63)

Gülen, "kalpler Allah'ın elindedir. O, istediği ve hikmeti gerektirdiği zaman, kalpleri, emrini yerine getirip zekâtını veren kimselere doğru yöneltir ve o insanın ticaretinde ciddi canlanmalar görülür. Bu Allah'ın, zekâtı verilen mala bahşettiği bereketten başka bir şey değildir" der ve bir âyeti delil olarak zikreder: "Allah, (cc) yüce beyanında meâlen: "İnsanların malları içinde, artması için verdiğiniz faiz, Allah katında artmaz. Fakat Allah'ın rızasını isteyerek verdiğiniz zekâta gelince, işte onu verenler, (sevap ve mallarını) kat kat artıranlardır" (Rûm/30: 39) buyurmak suretiyle, mallarını artırma düşüncesiyle faize yatıranların, gerçekte maksatlarının aksiyle tokat yediklerini; Allah'ın rızası istikametinde zekât ve sadaka verenlerin ise, daha fazlasıyla berekete nail olduklarını anlatmaktadır." (Fasıldan Fasıla 2, 286-87)

Zekâtın belli ölçülerde ve bir bakıma 'resmî' bir sadaka ve infak (kişinin, bilhassa malından Allah rızası için O'nun yolunda ve başkalarının yararına harcaması) olmasına mukabil, infakta herhangi bir sınır yoktur. Gülen, infakın önemine değinirken Peygamber Efendimiz'i bir "infak kahramanı" olarak misal verir. "Hayatı boyunca bir 'infak kahramanı' olarak yaşayan İnsanlığın İftihar Tablosu (sav), kendisine peygamberlik geldiği dönemde hanımının servetiyle Mekke'nin en zengin kişilerinden biri iken, birkaç sene sonra Mekke'nin en fakirlerinden biri olmuştu. O, bir 'infak kahramanı' olarak sahip olduğu her şeyi Allah yolunda harcayıvermişti" diyen Gülen, daha sonra şöyle devam eder:

Allah (cc) yolunda vermeye alışan bir insan için, dünyada vermek kadar zevkli bir şey yoktur. Kendisini infakın hazlarına kaptırmış bir insan, aç-susuz ve harçlıksız kalsa da, bu kevser kaynağından ayrılmak istemez ve daima etrafında infak edebilecek bir şeyler araştırır-durur.

Ben, aile ve çevre itibariyle hep cömertlik adına kahramanlıkların sergilendiği bir zeminde yetiştim. Öyle ki, hayatımda âdeta hiç cimri tanımadım. Bir şeyi alıp saklayan insan olmadığım için de, verme deyince tir tir titreyen kimseleri veya mal biriktirip de infak etmeme gibi ruh haletinin ne olduğunu hiç anlayamadım. Cömertlik öyle bir haslettir ki, insan fâsık dahi olsa, onun vesilesiyle Cennet'e girebilir. Cennet'e girmek için, Cennet yolunda olmak gerekir. İnsanı ona götürecek yollardan biri de cömertliktir. (Fasıldan Fasıla 3, 47-8)

Namaz ve zekât gibi, oruç üzerinde de hassasiyetle duran Fethullah Gülen, "İnsanlarda ruh cesedin, ceset de ruhun rağmına gelişir. Ruhanî yönleri itibarıyla gelişmek isteyenler, mutlaka oruç tutmalıdırlar. Bunu şöyle de ifade edebiliriz: Oruç tutmayanlar, cesetlerinin altında kalır ve hiçbir zaman tam olarak ruhanî olgunluğa ulaşamazlar" der. Orucun manevî tekâmül adına nefsi gemleyen çok önemli bir dinamik olduğuna parmak basan Gülen için oruç, vefa duygusunun tezahür ettiği en güzel bir ibadettir. Zira oruç, Allah ile kul arasında yapılmış bir sözleşmedir. Kul, belirli zaman dilimlerinde, belirli şeylerden vazgeçer ve bu hareketleriyle, sözünde vefalı olduğunu gösterir. Aynı zamanda insan, tuttuğu oruçlarla vefa duygusunu öyle geliştirir ki, vefa onun ayrılmaz bir parçası haline gelir. Bu durumu kazanan kimse, içtimaî, ailevî ve ferdî hayatında zamanla âdeta bir vefa âbidesi mertebesine yükselir.

Hemen her dinde riyazetin, yani az yeme, az içme, az konuşma ve ay uyumanın bulunduğunu hatırlatan Gülen, orucun böyle bir riyazet görevi yaptığını da belirtir. Ona göre, midede fani olan ve tamamen ceset kesilen ve her zaman, her yerde midesini düşünen bir insanda temiz bir ruh ve saf bir kalbin bulunmasına ihtimal verilemez. Dolayısıyla oruç, bir manâda ruhun riyazeti ve cesedin perhizi olarak, vicdanda insanî güzellikler ve faziletlere kaynaklık eder. O, insana hem nimetin değerini hatırlatır, hem onun içinde şükür duygularını geliştirir, hem de aynı ölçüde nimet sahibi olmayanlara karşı kalpte merhamet ve yardım duyguları uyarır. Kısaca oruç, insanı gerçek insan yapan en önemli dinamiklerden biridir. (Fasıldan Fasıla 2, 35-6)

Ona göre, insan, bütün düşünce ve davranışlarında olduğu gibi, ibadetlerinde de sürekli murakabe ve muhasebe içinde bulunmalı, kendini ve niyetini devamlı kontrol ve dolayısıyla yapması gerekip de yaptıkları gibi, terk etmesi gerekip de terk ettiklerini de aynı şekilde düşünerek terk etmelidir. Gülen, "O bakımdan" der ve devam eder: "en iyi, belki en kabule şayan gördüğümüz amellerimizde dahi bir bit yeniği olabileceğini nazara almalıyız. Kimsenin olmadığı, kimsenin sizi görmediği bir yerde tek başınıza yaşıyor, her gece kalkıp 100 rekat namaz kılıyor, başınız secdede, Rabbin huzurunda gözyaşı döküyorsunuz; evet bunda bile bir bit yeniği olabilir. Belki de, içinizde, 'bu yaptığım, geç de olsa bir gün duyulur' mülâhazası; şimdi ben yapayım da, bir gün bundan haberdar olup, bahsedenler çıkar düşüncesi olabilir. Eğer bu derece bir murakabe yoksa, insan her zaman için yanılabilir. Evet, en yanılmayacağınızı zannettiğiniz yerde bile yanılabilirsiniz. Kulluk, bir manâda sürekli iç münakaşa, insanın kendisiyle, nefsiyle olan kavgasıyla gerçek derinliğini bulur. Ubûdiyet, ubûdet, üzerinden sürekli geçilen işlek bir yolu ağır paletlerle bastırma ve düzeltme, sonra gelip yeniden bastırma ve düzeltme, sonra yeniden, sonra yeniden... hiç durmamacasına bastırma ve düzeltme demektir."

Gülen, bu noktada çok önemli bir konuya dikkat çeker ve herkesin, kendi yaptıkları, kendi ibadetleri hakkında böylesine titiz olmakla birlikte, başkalarıyla ilgili olarak aynı şekilde düşünüp, onlar hakkında kötü zanda bulunmasının doğru olmadığını özellikle vurgular ve şöyle der: "Eğer başkaları hakkında aynı şekilde düşünülür, onların ibadetlerinde nefsin payı olabileceği gibi bir sû-i zanna gidilirse, Allah korusun, bu da öldürücü bir zehir ve korkunç bir yanılma demektir. İhtimal başkaları, sizin yakalamaya, avlamaya çalıştığınızı çoktan yakalayıp, avlamışlardır da, sizin haberiniz yoktur." (Ünal, 2001, 188-89)

İhlâs, Söz-Davranış Bütünlüğü ve Selim Kalp

Fethullah Gülen'in en çok hatırlatma ve uyarıda bulunduğu husus, riya ve riyadan kurtulmadır. "Başlangıçta herkesin riyaya düşebileceği, kulluk kapısından riya ile girileceği söylenir. Fakat kulluk, riya ile devam etmez; kul, ihlas yolunda mesafe kat ettikçe riyayı bırakır ve tam ihlâsa erdiğinde, artık onda riyanın eseri kalmaz" diyen Gülen'in üzerinde, konu hakkında çok büyük ve derin hassasiyet gösteren Muhasibî ve İmam-ı Gazzalî'nin izlerini görmemek mümkün değildir.

Gülen, riya ve riyadan kurtulma adına şunları kaydeder:

Riyayı tanımadan, riyanın ne demek olduğunu anlamadan insanın içine ihlâsı elde etme gayreti doğmaz. Riya yapıyor da hiç farkında değilse, o zaman ihlâsa hiç ulaşamaz. Halbuki, riya ile ilgili yazılan ve söylenenlere baktığımızda, çoğu davranışlarımıza riyanın nasıl da sindiğini, ama biz farkına varamadığımızı anlarız. İnsan, ihlâsa ulaşmak için uğraşırken riyayı tanır. Nasıl nefsin bilinmesi Allah marifetine ve Allah'ı tanımaya açılan bir kapıdır; Sokrates'in "kendini tanı" tenbihi, ehl-i tasavvufun, "Nefsini bilen, Rabbini bilir" şeklinde hadis diye rivayet ettikleri söz bu gerçeği ifade etmektedir; bunun gibi, insan da, ihlâsı yakalamaya çalışırken riyayı tanır, o kapıdan girer ve adım adım, kademe kademe ihlâsa ulaşır. İnsan, yaptığı şeyleri belki de başta suni olarak yapar; manâsını, muhtevasını ve derinliğini kavramadan, sırf emrin gereği olduğu için yapar. Hattâ bu hususta emr-i Nebevî bile vardır. Meselâ, Efendimiz (sav), "Kur'ân okurken ağlayın; ağlayamazsanız, kendinizi ağlamaya zorlayın" buyurmaktadır. Çünkü bu ağlama, zamanla tabiat haline gelir ve artık o kimse, duyulup duygulanılması gerekli hususlar karşısında hissiz, duygusuz, alâkasız kalamaz. Demek oluyor ki, başlangıçta riya diye yorumlayabileceğimiz bazı tavırlar tabiî görülebilir, görülmelidir de. Fakat insan, bilâhare, ister Cenab-ı Hakk'ın (cc) Zât, sıfât ve esmâsı adına belli bir marifet ufkuna ulaştığından olsun, isterse başka sebep ve mülâhazalarla olsun, artık kendini kontrol altına alır ve kapıda vize gösterme bulunma sayılabilecek davranışları bütün bütün bırakır ve halisane tavırlara girer; girer ve artık o, bir ihlâs yolcusudur; hep arar, bulduğunu az görür yine arar; daha daha arar.. bu şekilde hayatının sonuna kadar belki 50 ihlâs mertebesinden geçer ama, yine de "ihlâs" der, kıvranır. Zaman olur, o hale gelir ki, artık onun bütün duası ihlâstır; "Allahım, ne olur ihlâs" der; "ihlâs" der yatar, "ihlâs" der kalkar; öyle ki, daha başka çok önemli şeyler ister; ama arada yine ihlâs demezse, döner, yine "ihlâs" der. Nasıl gökkuşağının altından geçeyim diye yürüdükçe, koştukça o sizden uzaklaşır, aynen onun gibi, ihlâslı kulluk da işte böyle vaslına erilmez bir sevdadır, insanı arkasından koşturur durur. Allah, bizi bu koşudan geri bırakmasın. (a.g.e. 189-90,)

İhlâs, insanın her yaptığını Allah için yapması demektir. Bunun ilk mertebesi, ibadetlerde, Allah için hizmet etmede, başkasının görüyor olmasını nazara almadan, sadece Allah'ın hoşnutluğunu düşünmek, yapılanı O emrettiği için yapmaktır. A'zamî mertebesi ise, insanların kendisi hakkında ne düşündüğünü hiç mi hiç hesaba katmamaktır. Meselâ, bir mertebede, insanların sizi teheccüdde veya Pazartesi-Perşembe orucunda görmesinden rahatsızlık duyabilirsiniz; ama nihaî mertebede, insanların sizi görüp görmemesi, ne yaptığınızı bilip bilmemesi sizi hiç alâkadar etmez ve bu türden mülâhazalar aklınıza bile gelmez. Bu, Allah'ın rızasında fâni olmanın ifadesidir. İnsan, her zaman bu mertebede bir ihlâsa muvaffak olamayabilir. Meselâ, iman hakikatlarının neşri için ölesiye çalışabilir; fakat bir yandan bunu yaparken, bir yandan da, "arkadaşlarım niye bu işte bana destek olmuyor?" gibi düşünceler de taşıyabilir. Halbuki önemli olan, insanın üzerine düşen vazifeyi hakkıyla yerine getirip, ötesinde hiçbir şeyle meşgul olmamaktır. (a.g.e. 160)

Gülen, asrımızın, bir açıdan âdeta riya asrı olduğuna dikkat çeker ve "dünya yaratıldığı günden bu yana, çağımızda görüldüğü ölçüde müraîlik olmamıştır. Çünkü, günümüzde riyaya sevk eden faktörler pek çok: gurur gibi, kendini beğenme gibi, kibir gibi hususlar bunlardandır. Bazısı kalemiyle, bazısı düşüncesiyle, bazısı çok kitap karıştırmasıyla, bazısı bibliyografyadan haberdar olmasıyla, bazısı çok kişi tanımakla vb., herkes, bir sebeple riyaya girebilir. Bunlardan ayrı olarak, ödüller, plaketler, alkışlar, övgüler, yarışlar, maratonlar; millî gururlar, şahsî gururlar, cemaat gururları... Bir başka sahada, ikramlar, kerametler, keşifler, intak-ı bilhaklar, hiss-i kablel-vukular... daha neler neler. O kadar ki, Allah'ı hiç hesaba katan yok gibi; her muvaffakiyet insana veriliyor ve insan, kendine ait olmayan bir sürü "mağsup (gasbedilmiş)" zaferle gurur duyuyor" der. Sonra da şu ikazı yapar: "Aslında, her riyakâr fiil, her riyakâr söz bir yalandır. Allah, ihsan yağdırıyor; insanlar ise, Allah'ın ihsanlarını Allah'a ulaşma adına kullanacaklarına, kendilerine mal ederek, onları Allah ile aralarında perde yapıyorlar.. Hayır, kabiliyet ve başarı adına neye sahipsek, hepsi Allah'tan. Fakat gel gör ki, nankör ve bencil insan, bütün bunları Allah'ı unutmaya vesile yapıyor. Oysa insan, en küçük bir nimette bile, başı dönmüş mevlevî gibi cezbeye kapılıp dönmeli, "Allah'ım Sen'den, Allah'ım Sen'den" demelidir."

Fethullah Gülen, gerçek manâda ihlâs adına ölçüler ortaya koyar ve şunları kaydeder:

Riyayı fark etmede bazı emarelerden söz edilebilir. Meselâ, bir insan vardır: diliyle, irfanıyla, konuşmasıyla, tavrıyla mütevazi görünür, fakat kendinden aşağıda gördüğü kimselerin yanında, bir de bakarsınız, hemen çalıma geçer. Demek ki o, gerçekten mütevazi değildir; sadece, kendinden yüksek birinin yanında yerlere kadar eğilmektedir. İhlâs, kalbin Allah ile irtibatıdır; bu da, kendini ancak gayb hali ile şehadet hali arasındaki muvafakatla gösterir. Gece, hattâ yatakta bile ne ölçüde Allah ile birlikte iseniz; yatakta iken bile aklınıza geldiğinde ayaklarınızı toplayabiliyorsanız; yani gündüzünüz ve geceniz aynı ise, ihlâslı sayılabilirsiniz.

İhlâs, insanın her yaptığını Allah için yapması demektir. Bunun ilk mertebesi, ibadetlerde, Allah için hizmet etmede, başkasının görüyor olmasını nazara almadan, sadece Allah'ın hoşnutluğunu düşünmek, yapılanı O emrettiği için yapmaktır. A'zamî mertebesi ise, insanların kendisi hakkında ne düşündüğünü hiç mi hiç hesaba katmamaktır.

İnsan, kendi içinde sürekli bir mücadele yaşamalıdır ki, canlı kalabilsin. Bu mücadele bittiği anda insan da bitmiştir. Şayet içinizde, nefisinizle şu veya bu şekilde olan mücadeleniz devam ediyorsa, bu, bir hayat emaresidir. Evet, tıpkı vücudun, hastalık yapan bakteri veya virüslere karşı hararetinin yükselmesi gibi bir şeydir bu. Hararet varsa, vücutta hareket ve dolayısıyla hayat var demektir. (a.g.e. 189-92)

Sağlam bir kalp hayatı adına Gülen'in önemle üzerinde durduğu bir diğer önemli husus, söz-hareket bütünlüğüdür. O, Peygamber Efendimiz'in (sav), ümmeti hakkında en çok korktuğu şeyin âlimin nifakı ve münafığın demagojisi" olduğunu hatırlatarak, şöyle der: "Müslüman, diyalektik yapmaz; o, hareket ve davranışlarıyla bir kitap olmaya çalışır, Allah Rasûlü (sav) ve O'nun raşid halifeleri, hiçbir zaman süslü sözler söyleme yolunda gitmemiş, bilakis davranışlarıyla etraflarına örnek olmaya çalışmışlardır. Söz-amel bütünlüğünün bir diğer boyutu, başlangıç-son birliğini sağlayabilmektir. Bundan kastım şudur. Efendimiz (sav), başlangıçtaki kudsî ve mütevazî tavrını hayatı boyunca hiç değiştirmemiştir. Efendimiz böyleydi de, ashabı farklı mıydı? Asla! Ömer, Sasani İmparatorluğu'nu yerle bir ettiğinde, halâ nefsî murakabe ve muhasebe adına mezarlıkta yatıyor, yamalı elbiseler giyiyordu. Ebû Ubeyde, onbinleri aşan dev bir ordunun kumandanıydı ama, askerleri ile beraber hep aynı çadırda geceliyordu. Evet, kudsî bir davaya gönül vermiş olanlar, bu dava sebebiyle mazhar oldukları teveccühü istismar etmemeli; davadan istifadeyle bahçelerine bir ağaç dikmeyi bile ihanet saymalıdırlar. Tıpkı Allah Rasulü ve O'nun şanlı ashabı gibi, mebde-münteha (başlangıç-son) bütünlüğü içinde, dünyaya geldikleri gibi gitmelidirler." (Fasıldan Fasıla 1, 59-60)

Fethullah Gülen, sağlıklı bir manevî hayat adına kalbin selim olması üzerinde de durur. Selim kalbi düdüklü tencere misali ile anlatan Gülen, "nasıl düdüklü tencere patlayıncaya kadar dışarıya hiçbir şey sızdırmaz, aynen öyle de, selim kalp de budur veya öyle olmalıdır. Zaten rahmetle içli-dışlı olma, herkes hakkında iyi düşünme, insanı ister istemez bu kalıba koyar. Yeter ki, biz o yolda olalım" der ve ardından da her zamanki hatırlatmalarından birini daha yapar: "İnsan, başkalarının kusurunu hiç görmemelidir. Çok defa ifade ettiğimiz gibi, kendi nefsi adına savcı, başkaları adına bir avukat gibi davranmalıdır. İlâhî ahlâka bakın ki, Kendisini inkâr edenlere bile, her şeylerine rağmen yaşamak hakkı veriyor ve rızıklarını da gönderiyor. Yine Âhiret'te adaletinin tecellî şekline bakın ki, sevapları ağır basan insanı günahlarına rağmen affediyor. İşte, 'İlahî ahlâk ile ahlâklanın' felsefesinden hareketle, etrafımızdakilerin hep böyle iyi yanlarını görmeli, kötü yanlarını - eğer varsa - görmemeye kararlı olmalıyız ki, ancak bu sayede selim kalbi kazanabiliriz. Unutmayalım, kalbin selim olması, hiç de hafife alınacak bir mesele değildir. Kur'ân, şu veciz âyetiyle bunu ne de güzel ifade eder: 'O gün, ne mal fayda verir, ne de evlad. Ancak Allah'a selim kalb ile gelenler (müstesna) (Şuarâ/26: 88-9.)'" (Fasıldan Fasıla 1, 64)

İrtidattan Korunma ve Âkıbet Endişesi

Fethullah Gülen, insanın daima âkıbet, yani son nefeste imanla gidip gidememe endişesi taşıması gerektiğini de sürekli hatırlatır. Bu hatırlatma, genel manâda herkesi içine aldığı gibi, özellikle Müslümanların irtidada karşı korunmasını hedef almaktadır. Bu bakımdan, meselâ şöyle der o: "Ulû'l-azm peygamberlerin hemen hepsinin ashâbından irtidat edenler çıkmıştır. Meselâ, Hz. Mûsâ'nın ashabından Samirî ve Hz. İsa'nın havârilerinden biri (Yahuda?); kâinatın iftihar tablosu Hz. Muhammed'i (sav) görmüş olanlar içinde de irtidat edenler çıkmıştır. Geçmişte peygamberlerle aynı atmosferi paylaşmış insanlar arasında dahi irtidat vaki olursa, huzurda bulunmanın tadına erememiş ve nebevî 'sıbga' (boya) ile boyanamamış bugünkü insanlarda irtidadın olmayacağı düşünülemez. Bu bakımdan, herkes âkıbetinden endişe etmeli. Hz. Ebû Hüreyre'nin akıbet endişesiyle nasıl iki büklüm olduğunu, onun şu sözlerinde müşahede etmek mümkündür. 'Bir gün üç kişi oturuyorduk. Allah Rasûlü yanımıza geldi ve 'Cehennemde içinizden birinin dişi bana Uhud Dağı kadar görünüyor' buyurdu. Derken birimiz şehid oldu ve iki kişi kaldık. Ben çok endişe ediyor ve Rasûlullah'ın haber verdiği kişi ben olurum diye korkuyordum. Nihayet, diğeri de Yemâme'de (yalancı peygamber) Müseyleme'nin saflarında can verince Rabbime çok hamdettim.' Evet, Allah Rasûlü için 'halîlim (dostum)' ifadesini kullanacak kadar O'na yakınlık hisseden Hz. Ebû Hureyre âkibetinden bu denli korkarsa, bizim nasıl davranmamız gerektiğini varın siz hesap edin!" (Fasıldan Fasıla 1, 105)

Gerçek Kulluk ve Sağlam Kalp Hayatı Adına Muhasebe-Murakabe Ölçüleri

Fethullah Gülen, gerçek kulluğa ve kalp hayatına ulaşma ve onu koruma adına bir takım muhasebe örnekleri ve şaşmaz-şaşırtmaz ölçüler de sunar ki, bunlardan bazıları şunlardır:

Hz. Ömer, iki katlı ev yaptıran birine, "Ölüm sana daha yakın" demişti.

Bu sözün bize anlattığı nedir? Çok da objektif olmayan değerlendirmelerde bulunacak olursak:

İnsan, (dünyada Allah için ve O'nun yolunda harcamak, bir de kendisinin ve sorumluluğu altında bulunan kimselerin nafakasını temin etmek için kazanmakla birlikte, dünyaya kalbini vermemeli ve) zarurî ihtiyaçlarından fazla herhangi bir şeyi elinde tutmamalı.

Zarurî ihtiyaçlarımızdan arta kalan mal, para, neyimiz varsa, sadaka olarak sadaka olarak harcanmalı.

Sıcak bir havada bulduğumuz gölgeye varıncaya kadar, her nimetin kadrini bilmeli ve getirdiği sorumluluğun şuurunda olmalı. Faydalandığımız her nimet, aynı zamanda bizi uyaran bir tokat gibi ensemize inmeli.

İnsan, dünyaya bir defa gelir ve yerine getirmesi gereken vazifeler için kendisine bir defa fırsat verilir. İşte bu biricik fırsatta o ya kazanacak, ya da kaybedecektir. Bir kere de bu fırsat elden gitti mi, artık ne 'keşke'lerin faydası olacaktır, ne de geri dönüş arzularının.. (a.g.e., 118-19)

Gülen, insanın kendisini kontrol manâsında bir başka muhasebe örneği olarak, şunları ifade eder:

İbadetleri samimi olarak yapmak.

Allah'a karşı yaptığımız ibadetlerin en şuurlusunu bile eksik bulmak.

İnsanlar karşısında kendimizi hor ve hakir görmek; hem o kadar hor ve hakir görmek ki, sadece kâfir olmadığımızdan dolayı oturup kalkıp, Allah'a şükretmek.

Güzel konuşan ve zâhiren iyi bir yaşantısı olanlar umumiyetle halk nazarında hüsn-ü zanna mazhar olurlar. Bu durumlarda insanın, kendini bir şey olmadığına inandırması çok önemlidir. Aksi takdirde insan, kendini bir şey oldum zannedebilir ki, bu da büyük bir tehlike demektir. Büyük veliler bile bu konuda hep korkmuş ve titremişlerdir. İnsan Hz. Şuayb gibi hutbe verse bile, kendi iç mülahazası şöyle olmalıdır: "Lâfızperestlik yaptım; insanları kelimelerle, cümlelerle aldattım." (a.g.e., 132)

Yine, muhasebe adına Gülen'in verdiği bir diğer ölçü de şudur:

İnsan her zaman gurur ve kibir esintilerine karşı duyarlı olmalı ve devamlı murakabe, muhasebe ile nefsini ezmesini bilmelidir. Zannediyorum bunun en kestirme yolu da, mazhar olunan bütün iyiliklerin Allah'tan geldiğini kabul, tasdik, itiraf ve ilan etmektir. Yoksa gurur, kibir ve kendini beğenme gibi hastalıklar bünyeye yerleşir ve bir daha da onları yerleştikleri yerden söküp atmak mümkün olmaz.

İnsan, kuru üzüm çubuğuna benzer. Nasıl ki o kuru çubuğun üzümler üzerinde bir hak iddiası söz konusu değildir, öyle de insan, kendindeki meziyetleri sahiplenemez ve bunların kendisinden kaynaklandığını iddia edemez.

Gurur, kendini bulamamış küçük insanlara âit bir boşluktur. Cemiyet hayatında herkesin görünmek istediği bir pencere vardır. Boyu kısalar görünmek için ayak parmaklarının ucuna doğrularak uzun görünmeye çalışırlar ki, bu durum, esasen onların kısalığını ele verir. Boyu uzunlara gelince, onlar da görünmemek için iki büklüm olurlar. Bu itibarla tevazu, bir büyüklük emaresi, büyüklenme de küçüklük emaresi sayılmıştır. Evet, büyüklerde büyüklüğün işareti küçük görünmek, küçüklerde küçüklüğün işareti de büyük görünmektir.

Basit insanlarda kompleks olur. Zaten büyüklenme de bunun bir tezahürüdür. Halbuki inanan insanlarda aşağılık duygusu olmamalı. Aslında, bunca İlâhî lütuflarla serfiraz mü'minde niçin aşağılık duygusu olsun ki?. Evet, bir kere o, kendini idrak seviyesinde bir insandır. İkincisi, iman gibi bir cevhere sahiptir. Üçüncüsü, eğer yapabiliyorsa, iman ve Kur'ân hizmetinde kendine düşen önemli misyonu vardır. Bütün bu meziyetlerle taltif edilmiş bir insanda aşağılık duygusu olamaz ve olmamalı. Öyleyse kibir, gurur ve kendini beğenmişlik gibi kötü duygular da onda olmamalı. (Fasıldan Fasıla 2, 65-6)

Geceler ve Gözyaşları

Sürekli istiğfar ve sürekli dua ile birlikte, belki tarihte az nefis terbiyecisinin durduğu ölçüde bilhassa gecelerde teheccüd ve gözyaşı üzerinde duran Fethullah Gülen, gözyaşlarından söz ederken, "heybet, korku, saygı ve sevgi gibi insanı duygulandıran, gönül tasını yakan ve kalpten sefil arzuları sıyırıp atan, ulvî hislerin çepeçevre ruhu sardığı ânın beyanıdır gözyaşları... Bulut bulut yükselip, Hakk rahmetinin eteklerinde dudak gezdiren, bu fâni âlemin bekaya mazhar pırlantalarıdır gözyaşları... Eserinde esrarını izlemek; buldukça aramaya istek kazanmak ve Yunus diliyle "Deryada mâhî (balık) ile, sahrada âhû (ceylan) ile" O'nu anmak, inlemek... Her yerde O'nun haberini sormak ve sonra çözülen her düğüm karşısında buzlar gibi erimek... Sel olup çağlamak, başını taştan taşa vurup ağlamak... Tıpkı Yunus gibi, Celâleddin-i Rumî gibi, devrin büyük dertlisi gibi yanmak, kavrulmak... Hangi saadet bundan daha tatlı, hangi haz bundan daha içten olabilir?" der. Sonra da, gözyaşının değerini ifade adına, Muhammed İkbal'in bir yüksek toplulukta, ruhların huzurunda, Nebîler Sultanı'na, "en muteber hediye" deyip, bir bardak şehid kanı, Trablusgarp'ta akan Müslüman-Türk askerinin kanını takdim etmesini anlatır ve ekler: "Ben, gökler ötesi o âlî meclise çağrılsaydım, günahına ağlamış kimselerin gözyaşlarını alır götürürdüm. 'Ağla ey gözlerim, gülmezem ayruk/Dost iline varup, gelmezem ayruk.' Kavuşmak için ağlamak ve kavuşmuş olmaktan ötürü ağlamak... Bu ağlayış, bir yetimin, bir ümitsizin ağlayışı da değil... Bu ağlayış, tam bilemeden, öze eremeden veya visalin neşesinden, huzurun heybetinden doğup gelen bir ağlayıştır. Sonunda rahmetin tebessümü olduğu için de, tatlıdır. Ve yine bu ağlayış, bulup bildiğini buldurma ve bildirme yolunda olduğu için de hüsransızdır. 'Sular gibi çağlasan/Eyyûb gibi ağlasan/Ciğergâhı dağlasan/Ahvalini sormaz mı?'" (Sızıntı, Eylül 1979)

Gözyaşları üzerinde, sadece birkaç makaleyle değil, pek çok sohbetinde ısrarla duran Fethullah Gülen, denebilir ki, aşk, ızdırap, hasret, ümit ve çilesini, bilhassa uyku bilmez gecelerinde Allah'ın huzurunda gözyaşlarıyla ifade eden ve kalabalıklar içinde kimsesizliğini "Kimsesizler Kimsesi"nin ünsiyetiyle gidermeye çalışan bir gariptir. O, mecaz, kinaye, cinas ve tevriye sanatlarıyla ancak yazılarında boşaltabildiği içinin kıvrımlarında geceyi şöyle tasvir eder:

Dört bir yanda mışıldayan suları, yer yer ışıldayan lambaları, gelip gelip ruhları saran hülyaları ve tohumlar gibi hülyaların bağrına saçılan inanç, azim, ümit ve güzellik duygularıyla, şiir ve sanatın bütün unsurlarını toplayarak hatıralarda silinmez birer edaya ulaşan geceler, göğün renklerinin, suların seslerinin, kuş çığlıklarının akıp akıp ruhlara dolduğu, hayat ve varlığın daha bir muammalaştığı, derinleştiği bir sır âlemidirler âdeta... Işık, Varlık, Hayat ve Kudret Eli'nin tabiatın çehresine saçtığı daha binlerce güzellik, birer tohum gibi gecenin bağrında uyanır, gecenin derinliklerinde mayalanır, gecenin memelerinden eme eme büyür, gelişir ve ortaya çıkar. Bence, hayatın asıl mûsikîsi hep gecelerde bestelenir, gecelerde söylenir, gecelerin hüzünlü saatlerinde tonunu bulur ve karanlığın ışığı sardığı anlardaki en mevhum manzaralardan, bu manzaraların meydana getirdiği hayalleşmiş şekillerden doğar.

Yıllar var ki, bu millet hep böyle bir gece yaşadı. Ruhlara üflediği kederi, tasasıyla; gönüllere ilham ettiği ümidi, azmi ve sevinciyle böyle bir gece... Bazıları onda, sadece karanlık gördü, kapkaranlık düşündü; geceye yenildi ve elendi. Bazıları, duyup dinleyeceği sesleri, görüp seyredeceği manzaraları bir tarafa bırakıp, dikenler arasında saksağan sesleriyle meşgul ola ola ömrünü tüketti. Bazıları da, gecenin o derin ve mahrem fısıltılarıyla ruhuna seslenmesini, bütün ruhlara hitap etmesini, bütün insanî hisleri Ezel'in o mehabetli mesajlarıyla uyarmasını bildi ve gecesini Cennet'in gündüzlerine çevirdi. Bu bahtiyar gönüller, bir taraftan ihtiyaçları, arzuları, hatta hayallere akseden istekleri görüp gözetirken, diğer yandan da, buna karşı koyan karanlık ruhları, içine düştükleri his dünyasında zapt u rapt altına almak, menfî akım ve direnmeleri tesirsiz hale getirmek.. hiç olmazsa, değişik buudlardaki düşmanlıkları yumuşatmakla ruhlarının gücü, imanlarının derinliği ölçüsünde herkese aydınlık gelecekten besteler sunmağa çalıştılar.

Evet, gece, muzdarip ve çilekeşlerin, ızdıraplarını, içinde besteleyip, gönül mizmarıyla seslendirdikleri, öylesine muhteşem, öylesine sırlı bir konservatuardır ki, içinden yükselen sesler, bir solukta gök kubbeyi deler, tâ ötelere geçer. Ama ne gariptir ki, gecenin örtüsüne bürünenlerin pek çoğu ne bu sesi duyar, ne de etrafında olup bitenlerden bir şey anlar... Duyup anlamaz; zira, onların nazarları vefasız, niyetleri ölü, düşünceleri eğri, kanaatleri de çarpıktır. Varlığı duyup hissetmek, ona ait güzel ses ve güzel manzaraların gözleri, gönülleri doldurup ruhlarına nüfuz etmesine, eşyayı tanıyıp onunla bütünleşmeye, kalbin kadirşinas ölçüleriyle her şeyi kurcalamaya, daima uyanık ve duyarlı olmaya bağlıdır. Bu âşina ve duyarlı ruhlar, akan çaydan esen yele, yağan yağmurdan hışırdayan ağaç yapraklarına, gözlerin içine giren minik ışık hüzmelerinden semanın derinliklerindeki dev ışık kaynaklarına kadar her şeyi derin bir tecessüsle takip eder; varlığın ifade ettiği manâları avlamaya çalışır; elde ettiği hakikatları vicdanın aydınlık ikliminde değerlendirir, derken bu aydınlık yolda yeni yeni düşünce buudlarıyla yeni yeni dünyalara uyanır ve Cennet zevklerine denk hazlara ulaşırlar. Bunların nazarında bütün varlık, manâlarla, hislerle taşkın, söyleyen, anlatan, coşturan bir lisan olduğundan, gece olmuş, gündüz olmuş, karanlık olmuş, aydınlık olmuş farketmez... (Sızıntı, Ekim 1988)

Günahlardan Korunma

İnsanın manevî hayatında günahlardan korunma ve kazanılan seviyeyi koruyup daha ileri basamaklara tırmanma çok önemlidir. Fethullah Gülen, bu konularda da sık sık hatırlatmalarda ve tavsiyelerde bulunur. Meselâ, günahlardan korunma konusunda, günümüzde iyi bir Müslüman olarak yaşamanın zorluğuna, bir hadis-i şeriften hareketle, hattâ avuçta kor taşımak, alevden bir zemin üzerinde yürümek veya kandan irinden deryaları geçmek ölçüsünde zor olduğuna dikkat çeker. Çünkü, ona göre, bir yandan mahiyetimizde bulunan gizli hevesler, nefsanîlik ve cismanîlik akrep gibi kuyruğunu kaldırmış bizi sokmaya çalışırken, bir yandan da mevcut ortam, bütün bu olumsuzlukları beslemektedir. Fakat, bu noktada bir müjde de veren Gülen, "mağrem ölçüsünde mağnem, yani külfet ölçüsünde nimet esasına göre, bunca zorlukların bize kazandıracağı avantajları düşünerek de tesellî oluyor, hattâ bir cihette seviniyoruz. Çünkü bu zorluğu atlatabildiğimiz zaman, kazancımız da o oranda büyük olacaktır" der. Sonra da, günahlardan korunma adına özetle şu tavsiyelerde bulunur:

Böyle her şeyiyle kaypak ve zararlı bir zeminde, mayınlı bir tarlada veya amansız bir düşman beldesinde nasıl hareket edilmesi gerekiyorsa, aynı dikkatle hareket etmek gerekir.

Günah dolu ortama çıkmadan önce, kalp ve hisler bir defa daha kontrol edilmeli, beslenmeli, iç muhasebe yapılmalı ve günaha karşı metafizik gerilime geçilmelidir.

Asla yalnız kalmamalı, bilhassa günah ortamlarında, bizi gözetecek ve nasihatlarıyla ruh dünyamızı ayakta tutacak bir arkadaş veya birkaç arkadaşla beraber olunmalıdır.

Yanımızda daima, - kitap, dergi, evrad-ezkâr mecmuası gibi - bizi günaha girmekten koruyacak bir sütre, bir malzeme bulunmalıdır.

İşlenen her günah ve hata karşısında hemen pişman olup tevbeye koşulmalı ve günahın bir saniye bile kalmasına imkân tanınmamalıdır. Tevbede gecikme, ruhun o nisbette kararmasına sebep olur ve o esnada daha başka günahlara girme yolları kolaylaşır. "Gündüzün iki tarafında (sabah, öğle ve ikindi), gecenin de yakın saatlerinde (akşam ve yatsı) namaz kıl. Çünkü iyilikler kötülükleri (günahları) giderir. Bu, öğüt almak isteyenlere (güzel bir) hatırlatmadır" (Hûd/11: 114) buyurulmaktadır.

Berzah âleminin ışığı durumundaki teheccüde kalkmak, uykunun en tatlı olduğu o anda Rabb'e münacata koşmak, işlenen hata ve günahları en kısa zamanda temizleyici birer faktör olarak değerlendirilmelidir. Korku ve reca ile dopdolu bir gönlün gecenin yarısında O'na samimi yalvarış ve yakarışları, Cenab-ı Hakk tarafından muhakkak hüsn-ü kabûl görecektir.

Her biri bir dönemeç başı gibi duran namaz vakitlerinde O'na kulluk ve O'nun karşısında bel kırıp boyun bükme, iki vakit arasındaki hata ve sürçmelerimizi affettirirken, nafile ibadetlerle de O'nun rızasını kazanmaya gayret etmeliyiz. Evet, bir taraftan etrafımız günahlarla sarılı hazin halimiz, diğer taraftan bu hazin hali bertaraf edebilecek çapta bir kısım avantajlarla donatılmış durumdayız. Sahâbînin haline çok benzeyen bu manzaramızla, onlara yaklaşma fırsatını da aynı zamanda elimizde tutuyoruz. Bu fırsatı iyi değerlendirmeliyiz. (Asrın Getirdiği Tereddütler 3, 75-80)

Ülfet Karşısında Metafizik Gerilimi Muhafaza Etme

Bu şekilde günahlardan korunma konusunda tavsiyelerde bulunan Fethullah Gülen, gerek manevî hayatı, gerek kalp diriliğini, gerekse hem bu hayat ve dirilik, hem de aksiyon adına metafizik gerilimi koruyabilmek ve her gün tekrarlanan ibadet, davranış ve yeknesak hayat biçimiyle ülfete, kanıksamaya düşmemek için de bir takım önemli tavsiyelerde bulunur. Önce, ülfet konusunda oldukça önemli bir açıklama yapan Gülen, şunları kaydeder: "Ülfet, insanın bir şeye karşı alışkanlık peyda etmesi, sağında, solunda, önünde ve arkasında gördüğü çok orijinal ve harika şeylere karşı lâkayt ve alâkasız kalması demektir. Bir mesele ilk duyulduğunda canlıdır ve alâka uyarıcıdır; fakat bir müddet geçtikten sonra, kafamızda sadece donuk hatları ve kalıplarıyla bir hikâye olarak kalıverir. Kalıverir de, ruhumuzdaki ilk dalgalanmalar, heyecan dalgaları, kalp yumuşamaları ve hattâ göz yaşarmaları artık birer hayal olur ve çok ciddî meseleler sadece birer formül olarak ifa edilmeye başlanır. Ruha bir kuruluk, bir hamlık ve kabukta dolaşma hakim olur; öyle ki artık kalpler, kaskatı hale gelir ve insan da vurdumduymaz olur."

Fethullah Gülen, bu açıklamanın ardından, sadece Allah rızası için din, ülke, millet ve insanlık adına hizmetlerin ülfete karşı önemli bir koruyucu olduğuna dikkati çekerek, insanın sürekli hizmetle beklenmedik İlâhî desteklere mazhar olup, canlılığını koruyacağı hatırlatmasında bulunur ve "bu manâda bir gayret ortaya koymayan kim olursa olsun, kalbinin katılaşması, gözlerinin kuruması ve ülfet ve ünsiyetle iç geriliminin ve canlılığının kaybolması, dolayısıyla da şeytanın vesvese ve hilelerine kapılıp, günahlarla sol taraftan vurulması her an muhtemel ve mukadderdir" der.

Gülen, bu önemli hatırlatma ve uyarıdan sonra, kalbî-ruhî veya manevî canlılığın ve metafizik gerilimin yitirilmeden korunması adına, özetle şu tavsiyeleri yapar:

Enaniyet, yani 'ben' düşüncesi ve egoizm öldürülmelidir.

İrade, insanda en büyük emanettir; o, nefis ve şeytandan gelen her türlü hile ve desiselere karşı bir siper olup, vahiyden düşünceye intikal eden şeyleri vicdanın destek ve beslemesi ile hayata mal etsin ve yaşanır hale getirsin diye yaratılmıştır. Dolayısıyla hakkı verilmeli ve yaratıldığı istikamette kullanılmalıdır.

Disipline edilmeyen nefsin istek ve alışkanlıkları, insan için öldürücü birer zehir ve insanı aşağılara çeken ağırlıklar gibidir. Buna mukabil, insanda ruh, nefsin rağmına gelişir; tersi yönde, nefis beslendikçe ruh küçülür, sıkışır, ağırlaşır. Bunun neticesinde de kalp, duygu ve lâtifelerde bir hantallaşma meydana gelir. Dolayısıyla, nefse düşkünlükten vazgeçilmeli; nefis, açlık, susuzluk ve isteklerinden mahrum etmekle sıkıştırmalıdır.

Marifetullahta derinleştikçe, Rabbimizi çok iyi tanıyıp, içimizde onu bulma ve tanıma huzuruna erdikçe, şeytan ve nefsin vadedeceği bütün yalancı zevkleri ve lezzetleri aşmış ve onların üstüne çıkmış olacağız. Allah marifetiyle tatmin olup huzura ermiş bir kalbe teklif edilen bütün yabancı tadlar ve zevkler, çok sönük ve çok silik gelir. Dolayısıyla, marifetullaha ulaşmalı ve onda derinleşmelidir.

Her insan, tefekkür ve düşüncede her gün biraz daha buudlaşarak, derinleşerek, önümüze serilen kâinat kitabından tıpkı bir arı gibi marifet hüzmeleri toplayıp, Cenab-ı Hakk'ın gönderdiği nebîler ve velîlerin açtığı geniş yolu takip etmelidir. Bu yol sayesinde o, ruha hayatiyet kazandıracak ve atılan her adım, ona yeni bir güç kaynağı olacaktır. Evet, vicdanımızın elinden düşmeyen Kitap ve Sünnet neşteri, bütün manevî yaralarımızı kesip atarken, asırlara göre değişen tedavi usulleriyle mürşid ve mücedditlerin eserleri, bu eserlerdeki ölümsüz hakikatlar da, manevî yaralarımızı en kısa zamanda iyileştireceğinden şüphe duyulmayan birer ilaç, birer merhem gibi daima elimizin altında bulunmalı; tarif edilen ölçü ve prensipler dahilinde öncelik sırası çok iyi ayarlanarak, bu eserler ısrarla mütalâa edilmelidir.

Tefekkürle kalp ve kafayı daima beslemek lâzımdır. Malûmatı olmayan insanın tefekkür etmesine imkân yoktur; tefekkür edebilmek için bazı şeyleri bilmek gerekir. İnsan, sahip olduğu bilgi ölçüsünde yeni terkiplere varır; bu terkipleri, yeni yeni hüküm ve komprimeler için mukaddime olarak kullanır; derken, onun tefekkür dünyasında devamlılık ve çok buutluluk husule gelir. Dolayısıyla, çok okumak ve bilgi sahibi olmak gerekmektedir.

Hayalde de istikamet kazanılmalıdır. Gözümüze çarpan herhangi bir görüntü, muhayyilemizde bir kısım resimler ve suretler meydana getirir. Kulağımıza gelen seslerde bir kısım sahneler, temessüller ve tablolar ortaya çıkar. Dilimizle tattıklarımız, hattâ vücudumuzda tesiri olan bir kısım faktörler, kendilerine has hayallere sebep olurlar. Bu sebeple, hem hayır hem şer istikametinde kullanılabilecek olan hayali hayır yönüne sevketmek için, ona giren manzaralara çok dikkat etmek lâzımdır.

Hadis-i şerifte, "Lezzetleri acılaştıran ölümü çok hatırlayın" buyurulur. Bu bakımdan, ölümü çok hatırlamalı, hattâ, akıldan çıkarmamalıdır. Ölüm düşüncesi, insanın manevî damarlarında meydana gelebilecek ülfet ve vesveseyle birlikte, şeytanın süslü gösterdiği günah virüsünün ve benzeri mikropların en azından tesirlerini ve zararlarını giderecek bir antikor gibidir. "Madem öleceğim ve öldükten sonra da hesaba çekileceğim; öyleyse, şu fani dünyanın elemli lezzetlerine kapılıp, günah işlemenin ne manâsı var?!" düşüncesi içinde ölüm, bir yönüyle güçlü bir vazgeçirici, bir yönüyle de coşturucu bir tesire sahiptir.

Gecenin siyah zülüfleri arasında gözyaşları ve teheccüd bulunmalıdır. Efendimiz (sav), "İki göz Cehennem'i görmez" buyurur ve devam eder: "Biri, Allah korkusundan ağlayan göz, diğeri de, memleketin içine düşebileceği tehlikeler karşısında yüreği atan ve nereden, hangi gedikten düşman içimize sızacak, hangi planda bizi tahrip edip çürütecek diye nöbet bekleyen göz." Kur'ân-ı Kerim de, yer yer bu işi tebcil ve takdir ederek, "Onlar, Allah'ın âyetlerini duydukları zaman çeneleri üstü yere kapanırlar" (İsrâ/17: 107) buyurur. Bir başka yerde ise, "Az gülsünler, çok ağlasınlar" (Tevbe/9: 82) ihtarında bulunur. Bu, bir nevi, "Düşünün ve bir sürü kazandığınız şeyler karşısında yürekleriniz hoplasın! Ölüm ve sonrasında başınıza gelecekleri ve hesap yerindeki durumunuzu tefekkür edin de, az gülün çok ağlayın" demektir. Bu yönü ile göz yaşı, Cennet kevserlerine müsavi tutulur ve Efendimiz, "Ürpermeyen kalpten, yaşarmayan gözden sana sığınırım Allah'ım" diye yalvarır. Ama, içten kaynamadan, sunî zorlamalarla ağlamamalıdır. Meselenin bir diğer yönü daha vardır ki, Efendimiz, "Her istediği zaman ağlayan bir insan, riyakârdır" buyururlar. İçten kaynamadan, hiç bir iç zorlama olmadan, kalp sıkışmadan, durup dururken ya da sunî zorlamalarla göz yaşı akıtmaya çalışan insandan da endişe edilir.

Teheccüd ise, karanlık gecelerin aydınlatıcı feneridir: Gecelerini teheccüd feneriyle gündüz gibi aydınlatmış olanlar, berzah hayatlarını da aydınlatmış sayılırlar. Kur'ân'da birkaç yerde teheccüde işaret edilmiştir (İsrâ/17: 79; Secde/32: 16; İnsan/76: 26).

Nefsin bazı isteklerini bastırmak için evlenmeli, evlenme imkânı olmayanlar, oruç tutulmalı, ibadet etmeli, imkânı olunca da, vakit geçirmeden evlenmelidirler.

Ashab-ı Kiram'ın ve daha sonraki büyüklerin hayatları çok iyi araştırılıp, çok iyi bilinmeli ve onlar gibi yaşamaya çalışmalıdır.

Vesveseye sebep olmayacak şekilde, nifak ve "günaha girdim" endişesi taşınmalıdır:

Yalnız kalmamalı, bizi daima doğruya yönlendirecek ve bizi kontrol edecek, bize hayırlı tavsiyelerde bulunacak arkadaş edinmeli ve bunlarla bir arada bulunmalıdır. Kur'ân-ı Kerim, özü-sözü, kısaca, her bakımdan doğru insanlarla bir arada olmayı emreder. Ayrıca, fert, dalâlet adına tahripkâr cereyanlar karşısında tek başına mukavemet edemez; asrımızın dalâletleri ve günah tufanları karşısında tek başına yaşayamaz. İkinci olarak, iyi insanlarla beraber bulunmakta, ibadetleri birlikte eda etmede rahmet ve toplu dualarda makbuliyet vardır. Bir kişinin duası, sadece bir ferdin duası olup, taşıdığı rahmet damlaları da o kadardır. Halbuki, samimi olarak bir araya gelmiş, ağız ve gönül birliği içindeki bir topluluğun duasının karşılığı, tek tek her ferde inen miktarın kat kat üstündedir ve sağanak sağanaktır. Bir arada bulunma, ayrıca, belâ ve musibetlerin define de önemli bir vesiledir. Sema, kendine açılan semavî simalıların elleri ve gönülleriyle çok alâkadardır.

Nasihat edenleri dinlemek de, ülfetimizin dağılması, kalbimizin yumuşaması ve şeytanın vesveselerine, günahların zorlamalarına karşı koyabilmemiz için koruyucu ve besleyici çarelerdendir.

Dışa açık bütün duyularımız günahtan korunmalıdır. Meselâ, haram karşısında gözünü yuman insan, hiç bir zaman maddî-manevî bir kayba uğramaz.. Bu hassasiyeti gösteren insandan da kimseye herhangi bir fenalık gelmez. Verimli, dürüst, samimî çalışan ve gerçekten hizmet veren böyle bir insan, hiç bir zaman şeytanca yaşayışın kurbanı da olmaz.

İnsan, meşguliyetsiz kalmamalıdır. Meşguliyetsiz insan, günahlara açık yaşar, dolayısıyla da şeytana fırsat vermiş olur. Bu sebeple, boş durmamalı ve bizi daima gerilim, coşkunluk, tazelik içinde tutup, günahlardan da koruyacağı için, hep Allah rızası istikametinde din, ülke, millet ve insanlık adına sürekli hizmet etmelidir. (Asrın Getirdiği Tereddütler 3, 91-5)

Hislerin İnkişafı

Günahlardan korunma ve kalbî-manevî hayatı, canlılığı, bu maksatla metafizik gerilimi koruma adına bu tavsiyelerde bulunan Fethullah Gülen, aynı maksatla ve ruhun derece-i hayatı adına hislerin nasıl inkişaf ettirilebileceği üzerinde de durur ve bu konuda da şunları tavsiye eder:

Âfâkî ve enfüsî tefekkür ile, yani Mebde' ve meadını düşünmekle veya rekaiki, yani Cennet, Cehennem, Sırat ve benzerlerini tefekkür etmekle hisler gelişip incelebilir.

Hislerin inkişafı, evvelâ, sıhhatli ve devamlı amel ister. İnanç, nazarî olarak nefse kabul ettirilmiş olabilir ama insan, imanın ağırlığını ancak amelle tam hissedebilir. Bu itibarla, geceler ihmal edilmemeli, Kur'ân-ı Kerim, evrad u ezkâr aksatılmamalı, namaz başta olmak üzere diğer ibadetler de halis bir niyetle yerine getirilmeli ki, duygular inkişaf etsin, kalp ve ruh da bedenin cenderesinden kurtulsun. Ayrıca, bunlara devam da şarttır. Bu, şuna benzer: Bazı ilaçlar vardır ki, birkaç yıl hiç ara vermeden alındığı takdirde tesirini gösterir. Bunun gibi, ameller ve onlardan elde edilecek netice, ancak devamla mümkün olacaktır.

İnsan bu arada yine sürçebilir ama, mühim olan Allah'la irtibatıdır. İrtibat artık mevcut olduğu için, sürçse de çabuk doğrulur ve kendine gelir.

Kant, Allah'ın amelî akılla bilineceğini söyler. Bunu, O'nun ancak ibadetlerle, amelle tanınabileceği şeklinde anlayabiliriz. Vicdanın sezdiğini akıl sezemez. Ruhen inkişaf etmiş velilerin yanında gözünüzle bir şey göremezsiniz ama, vicdanınız çok şey hisseder. Çoğu kere manâsını anlamadan Kur'ân-ı Kerim okursunuz, ama lâtifeleriniz ondan çok şey alır.

Menhiyattan mümkün mertebe kaçınmak lazım. İmam-ı Şaranî, "namazsız bir insanla düşüp kalksam, hattâ karşılaşsam, 40 gün namazımdan zevk alamam" der.

Esma-i İlâhî'yi çekmek çok önemlidir. "Ya Keşşaf" diye zikretmek, letaifteki perdenin aralanmasına vesile olabilir. Gaffar, Gafur ve Tevvâb isimlerine çok devam etme, rahmet kapılarının açılmasına önemli bir vesiledir. Adede gelince, o, talibe göre değişir. Bu işler, biraz da istidada bağlıdır. Aslında en önemlisi, kalp selâmetidir. Günahlardan kaçınma, emirleri yerine getirme ve Âhiret'e hazırlık içinde olma da, üzerinde durulacak hususlar arasında sayılmalıdır.

Gıdanın haram ve helâl olması da, hislerin inkişafında çok mühim bir faktördür. Efendimizin bazı hadisleri buna işaret eder.

Mezarlıkları ve hastaneleri gezmek de, hislerin inkişafında önemli birer tesir icra eder. (Fasıldan Fasıla 1, 21-3)

Cismaniyetle Gönül Arasında Denge

Bu konuyu bu çalışma çerçevesinde noktalamadan önce, Gülen'in cismaniyetle gönül arasında denge adına ortaya koyduğu ölçülere bakmakta da fayda vardır:

Gerçek hayat, gönül seviyesinde sürdürülen hayattır. Gönlüyle var olan insan, geçmişi ve geleceği fethederek zaman-üstü bir varlık haline gelmiştir. Böyle bir ruh, ne geçmişin elemleriyle dağidâr olur, ne de geleceğin korkularıyla. Gönlünde kendini bulamamışlara gelince, yaşadıkları sığ hayatla, daima bedbinlik ve karamsarlık içindedirler. Böylelerin nazarında mazi korkunç bir mezar, gelecek de dipsiz bir kuyudur; ölseler de azap, kalsalar da...

İnsanın upuzun bir geçmiş, bitip tükenme bilmeyen bir gelecekle münasebeti, ancak, kalp ve ruhun derece-i hayatını idrak etmesine bağlıdır. Bu seviyede bir hayat süren ve onu idrak eden talihli ruhlar, geçmişi, atalarımızın otağ ve tahtları halinde, geleceği de Cennet bahçelerine uzanan yollar şeklinde görür ve vicdanlarında fışkırttıkları kevserlerden içe içe bu dünya hanından geçer giderler.

Ferdin amel ve davranışlarıyla iç hayatı arasında birbirini destekleyici, düzenleyici ve olgunlaştırıcı bir münasebet vardır. Bunu, "fâsit daire" karşılığı "sâlih daire" diye de adlandırabiliriz. Buna göre, insanın azim, ısrar, kararlılık gibi davranışları aksedip onun iç dünyasını nurlandıracağı gibi, vicdanının aydınlığı da, azim ve iradesini kamçılayarak, ona daha yüksek ufuklar gösterecektir.

En ince teferruatına kadar, fevkalâde bir titizlikle bütün mükellefiyetlerini yerine getiren bu kutlular, dış dünyalarındaki nizam, âhenk ve vazife aşkının yanında, iç âlemleri itibariyle durmadan bir buhurdanlık gibi tüter ve günde birkaç defa kanatlanarak melekler bezmine ulaşırlar.

Bütün bunlardan sonra, bize göre hakikat erini şöyle çerçeveleyebiliriz: O, cismaniyeti itibarıyla her türlü dâhiyeyi göğüsleyebilecek kadar çelikleşmiş bir beden; düşüncesi itibarıyla asrının ulaştığı anlayışla, Hakk beyanını karıştırıp kaynatan ve mahir bir kimyacı gibi her an başka terkiplere ulaşan inşa edici bir kafa; ruhî melekeleri ve kalbi itibariyle, asırlardan beri, Mevlânaların, Yunusların şekillendiği potada kavrula kavrula pişmiş, olgunlaşmış bir ruh; nihayet "insanlar arasında insanlardan bir insan olma" felsefesine inanmış olgun bir gönül ve başkalarının saadeti uğruna kendi hazlarını unutmuş bir talihlidir (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 98-100).

Nefis Terbiyecisi Olarak Fethullah Gülen ve Kalbin Zümrüt Tepeleri

Fethullah Gülen'in nefis terbiyeciliği, en anlamlı ve kapsamlı biçimde, yıllardır Sızıntı Dergisi'nde yazdığı ve şu anda 2 cilt halinde toplanıp yayınlanmış bulunan Kalbin Zümrüt Tepeleri'nde görülebilir. Gülen, bu yazı dizisinde Tasavvuf'u, daha doğru bir ifadeyle, İslâm'ın manevî, ruhî, yani aslî cephesini kavramlar çerçevesinde anlatmaktadır. Makaleleri takip edenler hemen görecektir ki, bu anlatım veya konuyu işleyiş tarzı, yine kavramlar üzerinde duran Ebu'l-Kasım Abdülkerim el-Kuşeyrî'nin er-Risale'de, Ali ibn Osman el-Hucvirî'nin, 'Hakikat Bilgisi' olarak Türkçe'ye tercüme edilen Keşfü'l-Mahcûb'da ve İbn Kayyim el-Cevziye'nin Medâricü's-Sâlikîn'de takip ettiği yöntemden önemli ölçüde farklıdır.

Fethullah Gülen, kalbi şuur, idrak, hissetme, akletme ve irade gücünün merkezi, insanın asıl hakikatı, Allah'a muhatap olan, sorumluluklar yüklenen, ceza gören, mükâfat alan, hidayetle kanatlanan, dalâlete yuvarlanan, aziz kabul edilen, hor görülen ve İlâhî marifetin aynası olarak ele alır. Ona göre kalp, ruhun gözü, basiret, kendi dünyasına göre kalbin nazarı, akıl ruhu, irade de iç dinamiğidir. İman, Allah marifeti, Allah sevgisi ve bunun hasıl ettiği ruhanî zevk, kalbin varlık sebebi ve hedefidir.

Kalp, Allah'ın baktığı ve insanı ona göre değerlendirdiği merkezdir. Allah, insana onun kalbiyle bakar ve insanla muamelesi kalbe göre cereyan eder. Çünkü kalp akıl, marifet, ilim, niyet, iman, hikmet ve kurbet gibi insan için en hayatî unsurların kalesi mesabesindedir. Kalp ayakta ve diri ise, bunlar da ayakta ve diri; kalp sarsık veya yıkılmışsa, bu fakülteler de sarsık ve yıkık demektir. Nasıl bedenin canlılığı ve hayatiyetini sürdürmesi, göğsün sol tarafında yer alan cam kozalağı şeklindeki ve adına 'kalp' dediğimiz organa bağlı ise, insanın asıl varlığının, manevî hayatının niteliği de, o biyolojik kalbin melekûtî karşılığı olan kalbe bağlıdır ve bu iki kalp, birbiriyle münasebeti açısından bir gerçeğin iki yüzünü temsil eder.

Kalbin çok önemli bir diğer yanı da, ondaki istinat ve istimdat noktaları veya duyuları ile sürekli Cenab-ı Allah'ı göstermesi, varlık kitabıyla ayrıntılı olarak anlatılanları, en hayatî ihtiyaçlar ve ihtiyaçların karşılanması diliyle insan gönlüne sürekli hatırlatmasıdır ki, hadis diye rivayet edilen bir sözde bu husus nazara verilmektedir. İbrahim Hakkı, bunu bir beyitle şöyle ifade eder:

"Sığmam dedi Hak arz u semaya;
Kenzen bilindi din mâdeninden."

İman, kalbin canı; ibadet, onun damarlarında akıp duran kanı; tefekkür, murakabe, muhasebe, onun varlığının devamının esaslarıdır. İmansız birinde kalp ölü ve ötelere karşı bütün bütün kapalı, ibadetsiz ve günahkâr birinde ölüm ağında ve onulmaz hastalıklarla sürüm sürüm; tefekkürsüz, murakabesiz ve muhasebesiz birinde ise her türlü tehlikeye açık ve emniyetsizdir (Kalbin Zümrüt Tepeleri 1, 44-50) İşte, Kalbin Zümrüt Tepeleri, kalbin hayatı ve hayatiyeti için gerekli bütün unsurları, onun hayatiyetinin göstergelerini, bu hayatiyetle kazanılan hâl, makam ve faziletleri, bir başka ifadeyle, İslâm'ın manevî-ruhî hayatını kavramlar çerçevesinde anlatan bir çalışmadır. O, Tasavvuf'u kavramlar çerçevesinde mücerret bir ilim olarak değil, bir hâl, tecrübe ve yaşanan bir hayat olan İslâm'ın ruhî-manevî yanı veya manevî hayat olarak anlatan bir çalışmadır.

Kalbin Zümrüt Tepeleri, bir açıdan bir çerçeve çizmekte, bir diğer açıdan ise, bütün çerçeveleri kaldırmaktadır. Manevî-ruhî hayat daha çok bâtın boyutlu olduğu ve bu boyutta yol almak hem zor, hem de son derece riskli olduğu için, onun mutlak bir çerçeve içine alınması gerekmektedir. Sözler'de (s: 442), "Gördüm ki, (Tasavvuf yolunda) sapan bütün fırkaları imamları sapıtmış. Batına girmişler, bir müddet yol almışlar; Sünnet'e uymayarak, elde ettikleriyle sona ulaştık zannedip, dönmüşler, sapmışlar ve saptırmışlar" tesbiti yer alır. Bâtın veya manâ yolu, bu şekilde sapmaya, yanılmaya çok açık olduğu veya bu yolun pek çok hususiyetleri bulunduğu için, onu çevreleyen, projektörlerle aydınlatan ve o yolda sapmaları önleyen İslâm fıkhının kaideleridir. Tarihte bu kaideler bazen tam bilinemediği, bazen belli mülahazalarla nazardan uzak tutulduğu, bazen de ihmal edildiği için, Tasavvuf yolunda pek çok sapık batınî mezhepler ortaya çıkmış, bazen de çeşitli tesirlerle sapan meslek veya mezhepler, kendilerine güya dayanak olarak bu yolu seçmişlerdir. İşte, Kalbin Zümrüt Tepeleri, manevî-ruhî hayatın, herhangi bir sapmaya meydan vermeden İslâmî veya fıkhî kaideler üzerinde yürüyebilmesi için, bu hayatın veya maneviyat yolunun sınırlarını çizmekte, aynı zamanda, bu yolun her menziline yerleştirdiği projektörlerle, onu tamamen aydınlık bir yol haline getirmektedir.

Kalbin Zümrüt Tepeleri, bir yandan bu şekilde bir çerçeve veya sınır çizerken, bir diğer yandan da, yukarıda ifade edildiği gibi, sınır veya çerçeveleri kaldırmaktadır. Bâtın yolu, âdeta sınırsız bir yoldur; menzili çok, yaratılmışların en büyüğü Hz. Muhammed'den (sav) en âmî mü'mine kadar, inanmış insanlar sayısınca mertebeleri bulunan bir yoldur. Ayrıca bu yol, bir açıdan herkese açık olduğu gibi, bir açıdan sadece üzerinde az sayıda insanın yürüdüğü çok hususî şeritlere de sahiptir. Meselâ, Muhyiddin ibn Arabî ekolü veya Vahdet-i Vücud mesleğini bu şeritlerin en önemlilerinden biri olarak görebiliriz. Bu yolda, ancak onda yürüyebilenlerin görüp anlayabileceği çok daha başka hususiyetler de vardır ki, meselâ Hallac'da, Maktûl Sühreverdî'de ve benzerlerinde görülen bu hususiyetler, zahiren o yolun sınırlarına çarptığı için, bu iki zatın canını almıştır. Oysa Kalbin Zümrüt Tepeleri, bütün bu hususiyetleri, hem bu yolun veya ruhî-manevî hayatın sonsuzca enginliği, âdeta sınırsızlığı içinde, hem de onun sınırları mesabesindeki şer'î ölçüler içinde ele alabilmektedir. O, bu yönüyle de üzerinde ciddi olarak durulması gereken bir özellik arzetmektedir.

Kalbin Zümrüt Tepeleri, Ehadiyet, Vâhidiyet, Evvel-Âhir-Zâhir-Bâtın gibi kavramlar veya marifet lambalarıyla Cenab-ı Hakk'ı tanıtmakta ve bir marifet peteği sunmaktadır. Bu husus, onda Kelâm, Tasavvuf ve Hikmet ilimlerinin âdeta bir Marifet İlmi şeklinde bir bütün halinde ortaya çıkmasını sağlamakta, o, bunun yanısıra, İslâm tasavvufunda Muhyiddin ibn Arabi ve benzerlerinde, daha çok sırlı ve anlaşılması zor ifadeler ve sembollerle arz-ı endam eden Yaratıcı-yaratılmış münasebeti ve bütün keyfiyetiyle tecellî-i İlâhî haritası takdim etmektedir. Ayrıca o, gerek bu kavramlar, gerekse Ulvî Âlemler gibi daha başka kavramlarla, kâinatın fiziğe ve astrofiziğe de ışık tutabilecek metafizik haritasını çıkarmakta ve bir ontoloji sunmaktadır. Kalbin Zümrüt Tepeleri, bu kavramların yanısıra, Nücebâ, Nükebâ, Evtad, Kutup, Kutbu'l-Aktap, Gavs gibi kavramlarla, bilhassa kevnî planda Allah-insan münasebetini en derin ve hususi boyutlarıyla ele almakta, İslâm Tasavvufu'nda Abdülkerim el-Cîlî gibi, yine, bâtın yolunun hususi temsilcilerinin üzerinde durduğu İnsan-ı Kâmil kavramıyla, bir yandan insanı 'ahsen-i takvim' ve 'yerin' veya 'yeryüzünde Allah'ın halifesi' kimliğiyle tanıtıp Allah-insan münasebetini en hassas noktasıyla tasvir etmektedir.

Kalbin Zümrüt Tepeleri'nin, İslâm'ın özünü oluşturan ruhî-manevî hayatını, öncelikle Sahabe mesleği içinde, bütünün yaşanır, duyulur, tecrübe edilir özü, sonra da, tarihte aldığı şekliyle çok önemli bir disiplin olarak takdim etmesidir. Kalbin Zümrüt Tepeleri, büyük ihtimal, dinle birlikte, her an onunla çatışmaya girebilecek mahiyetteki aklın, ilmin, tekniğin, sözün ve refahın hakim olacağı ve teknolojik gelişmelerin belki bugünden hayali bile zor mesafeler alacağı geleceğin dünyasına, hem bütün boyutlarıyla Tasavvuf'u, hem de İslâm'ın bütünlüğü içinde onun ruhî-manevî hayatını bir vedia, üzerine yürünecek sağlam ve kaymalara karşı korunmuş bir yol olarak bırakmaktadır.

Ali Ünal, Bir Portre Denemesi, Nil Yayınları, İstanbul, 2002


Ünal, İsmail, Fethullah Gülen'le Amerika'da Bir Ay, Işık Yayınları, İstanbul, 2001
Nursi, Bediüzzaman Said, Sözler, Envar Neşriyat, İstanbul