Fethullah Gülen'e Göre Eğitim ve Öğretimin Önemi

Gülen'e göre, insanoğlu için gerçek hayat, ancak ilim ve irfanla kabildir. Bu sebeple, öğrenip öğretmeyi ihmal edenler, hayatta dahi olsalar ölü sayılırlar. İnsanın yaratılışının gayesi, görüp bilmek ve bildiklerini başkalarına öğretmektir. Bir ferdin tedbir ve isabetli kararları, onun akıl ve mantıkla münasebeti nisbetindedir. Akıl ve mantık ise, ancak ilim ve marifetle aydınlığa kavuşur ve kemale erer. Onun içindir ki, ilim ve marifetin olmadığı yerde akıl âtıl, mantık aldatıcı, kararlar da isabetsizdir. Bir insanın insanlığı, öğrenip öğretmek ve başkalarını aydınlatmakla belli olur ve ortaya çıkar. Bilmediği halde öğrenmeği düşünmeyen, öğrendikleriyle kendisini sürekli yenileyip başkalarına da örnek olmayan birinin, insanlıktan ne kadar nasipdar olduğu cidden düşündürücüdür. İlim ve marifetle elde edilen mevki ve paye, başka yollarla elde edilen makamlardan daha yüksek ve daha uzun ömürlüdür. Zira ilim, sahibini dünyada fenalıklardan uzak ve faziletli, öbür âlemde de, irfanıyla aydınlattığı makamların temaşası içinde mest ve mutlu kılar. Buna karşılık, hakikat adına boş gönüller ve marifetten mahrum ruhlar, her türlü fena düşüncenin serpilip gelişmesine müsait birer tarla mesâbesindedirler (Ölçü ve Yoldaki Işıklar, 22).

Fethullah Gülen, öğrenme ve öğretmeden ibaret olan eğitimi o kadar yüceltir ki, onun yanında öğrenme ve öğretme, terbiye veya eğitim, göklere dayalı iki yüce vazifedir. Allah'ın Rabb sıfatının insan hayatındaki tecellisi olan bu vazifenin yerine getirilmesi ile, insanın ruhundaki liyakat ve ehliyet ortaya çıkarılır; çıkarılır ve o, topluma armağan edilecek hale gelir. Öğretim ve eğitimden imbiğinden geçmemiş fertte insanî meziyetler ve yükseltici husûsiyetler gelişmediği için, onda içtimaî olma husûsiyeti aramak da beyhudedir (Sızıntı, 10 Kasım 1979).

Gülen için öğretme ve eğitme, fertler için olduğu kadar, toplumlar için de üzerinde en çok durulması gereken en hayatî bir konudur. Bir defa, fert planında insan, duygularının pes şeylerden uzak olduğu ölçüde insandır. Kalbi kötü duyguların baskısı altında, ruhu nefsanîliğin cenderesine takılmış kimselerin ne ölçüde insan oldukları, üzerinde durulmaya değer bir husustur. Terbiyenin bedene ait olan kısmını belki herkes idrak edebilir ama, insanı asıl insanlığa yükselten fikrî, hissî ve ruhî terbiyeyi anlayabilen çok az olsa gerek. İkinci olarak, bir milletin ıslahına fenaları imha etmekle değil, nesilleri değişmez gerçekler ve millî değerler çerçevesinde bir terbiye ile insanlığa yükselterek hizmet edilebilir. İnanç, ideal, tarih şuuru, millete ve insanlığa hizmet aşkı ve gelenekler halitasından ibaret mukaddes bir tohumu yurdun dört bir bucağında çimlendirmedikçe, imha edilen her fenanın yerinde bir kaç tane yenisi bitecektir (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 150).

Milletler, yeni nesillerle varlıklarını devam ettirirler. Geleceğini teminat altına almak isteyen her millet, sağa sola harcayacağı zaman ve enerji kadar bir kısım imkânları da, yarının büyük insanları olacak çocukların ve gençlerin yetiştirilmesine sarf etmelidir. Çünkü, bir ağacın nesil ve nevini devam ettirmesinde çekirdek veya tohumu ne ise, insan nesli ve nevinin devamında da çocuk aynı şeydir. Çocuklarını ihmal eden milletler çökmeğe, onları tamamen yabancı, hoyrat ellere terk edenler de özlerini kaybetmeğe mahkûmdurlar. Her 30-40 senede bir milletin en aktif ve en verimli kesimini teşkil edecek nesiller, dünkü çocuklardır. Bugünün nesillerinde görülen fenalığın, idarecilerde tenkit konusu yapılan yetersizlik, beceriksizlik ve ehliyetsizlik gibi hususların ve milletçe çekilen sıkıntıların gerçek sorumluları, 30-40 sene evvelki hakim unsurlardır. Çeyrek asır sonraki her türlü facia veya faziletler de, bugünkü nesillerin talim ve terbiyesini üzerine alanların olacaktır. Bir milletin geleceği hakkında kehanette bulunmak isteyenler, bugün o milletin çocuklarına ve gençlerine verilen terbiyeye baksalar, yarınla alâkalı hükümlerinde 100'de 100 isabet ederler. Dolayısıyla, başka yönlere harcanan her şeyin büyük bir kısmı boşa gitse bile, nesillerin gerçek insanlığa yükseltilmesi istikametinde sarf edilen şeyler, bitip tükenme bilmeyen bir varidat, bir gelir kaynağı gibi devam edip duracaktır (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 142-43).

Gülen, milletlerin sosyal yapılarıyla, eğitim-öğretim usûl ve esasları arasında açık bir alâka, yakın bir bağ mevcut olduğunu belirtir. Ona göre, millet fertlerine nasıl bir terbiye verilirse, toplum da yavaş yavaş giderek o şekli almaya başlar. Zira, bugün yetiştirilen nesiller, yarının yetiştiricileri olarak vazife başına geçecek ve üstatlarından aldıkları aynı şeyleri, öğrencilerinin gönüllerine boşaltacaklardır. Milletlerin cismanî varlıklarını devam ettirmelerinde, evlenme ve üreme ne ise, onların ahlâkî ve sosyal hayatları için eğitim-öğretim de aynı şeydir. Evlenme mevzuunu sağlam esaslara bağlayamamış milletler, kendilerini yıkılmadan kurtaramayacakları gibi, toplumun ruhî ve ahlâkî durumuna gereken önemi veremeyen milletler de katiyen uzun süre varlıklarını sürdüremezler.

Eğitim-öğretim meselesini devlet planında da ele alan Gülen, "bir milleti meydana getiren fertlerden her biri, az çok diğerine tesir eder veya ondan bir şeyler alarak onun tesirinde kalır. Bunun gibi, anane ve geleneklerle birlikte, uzak-yakın çevrenin tesiri de, yetişmede önemli birer yer işgal eder. Bir aile reisi kendi aile fertleri arasında, milleti idare edenler de toplumun çeşitli kesimleri ve fertleri arasında kuvvetli tesir ve nüfûza sahiptirler" der. Ona göre, bir milletin kabiliyeti ölçüsünde yükselmenin en son noktasına ulaşması ve fonksiyonunu tamı tamına eda etmesi, o milleti meydana getiren fertlerin düşünce, tasavvur, kültürüyle ve idarecilerinin de plan, basiret ve hasbîlikleriyle yakından alâkalıdır. İdare edenlerin "eğilip" fertleri görüp gözetmeleri, fertlerin de birer sosyal varlık haline gelebilmeleri, bir taraftan herkesin sorumluluğu altında bulunanlara karşı görevlerinin şuurunda bulunması, bir diğer açıdan, bir topluluğun efendisinin, ona hizmet eden olduğu prensibine tam uyulması, diğer taraftan da yaşama yerine yaşatma zevkine göre akort olmakla mümkündür ve bu da, ancak iyi bir eğitimle gerçekleşir.

Bu noktada devletin sorumluluğuna dikkat çeken Gülen, şunları kaydeder:

Nesillerin yetiştirilmesiyle meşgul olanlar, bu vazifeyi hangi ad altında yerine getirirse getirsinler, üzerlerine aldıkları mesuliyetin büyüklük ve ehemmiyetini bir an bile hatırdan çıkarmamalıdırlar. Bir milletin en büyük sermayesi, eğitim-öğretimin bağrında gelişen kültür, irade sağlamlığı, ahlâk ve fazilet sermayesidir. Eğer nesilleri, dimağları yaşadıkları devrin fenleriyle, gönülleri de ötelerden gelen esintilerle donatılarak, ruhlarında birer fener fonksiyonu görecek tarih penceresinden geleceğe baktırabilirsek, bu uğurda harcananların en küçüğü dahi heder olmayacaktır! Heder olmak şöyle dursun, kat kat fazlasını verecektir.

İyi bir eğitimden geçmiş ve iyi yetiştirilmiş nesiller, hayat mücadelesinde, karşılarına çıkan her engeli göğüsleyebilecek, maddî-manevî her çeşit zorluğu yenebilecek ve hiçbir zaman ümitsizliğe düşmeyeceklerdir. Böyle bir idrakten mahrum talihsizler ise, babalarından intikal eden maddî serveti har vurup harman savurdukları gibi, mânen de hep boşlukta, sallantıda ve karamsar bir hayat geçirecek, sonra da sefaletin kuduz dişleri arasında kahrolup gideceklerdir (Sızıntı, Ekim, Kasım, Aralık 1979).

Gülen, eğitimin ve öğretimin önemine bir başka açıdan daha yaklaşır. Ona göre insan, diğer varlıklardan farklı olarak, böyle bir müdahaleyi, yani eğitme ve öğretmeyi davetle dünyaya gelir. O, bu garip seferinde, alabildiğine âciz, alabildiğine muhtaç ve her şeyi dıştan bekleyen eli kolu bağlı bir zavallıdır. Oysa ki hayvan, dünyaya geldiği vakit âdeta başka bir âlemde tekemmül etmiş gibi, istidadına göre gelir, yani gönderilir. Ya 2 saatte, ya 2 günde veya 2 ayda bütün hayat şartlarını ve kâinatla olan münasebetini ve hayat kanunlarını öğrenir, meleke sahibi olur. İnsanın 20 senede kazandığı hayatî gücü ve iş yapma kabiliyetlerini serçe ve arı gibi bir hayvan 20 günde tahsil eder; daha doğrusu ona ilham olunur. Demek, hayvanın aslî vazifesi taallüm (öğrenmek suretiyle) tekemmül etmek (mükemmelleşmek) değildir. Ve marifet (sanat, meslek) kesbetmekle terakkî etmek değildir. Ve aczini göstermek ve medet istemek, dua etmek de değildir. Bilakis onun vazifesi, istidadına göre amel etmek ve fiilî kullukta bulunmaktır.

İnsan ise, dünyaya her şeyi öğrenmeye muhtaç ve hayat kanunlarına karşı cahil olarak geliyor. Öyle ki, 20 senede hayat şartlarını öğrenemiyor; öğrenmesi, belki ömrünün sonuna kadar devam ediyor. Hem gayet aciz ve zayıf bir surette dünyaya gönderiliyor; 1-2 senede ancak ayağa kalkabiliyor, 15 senede ancak zarar ve menfaatini fark edebiliyor ve hayat-ı beşeriyenin yardımıyla menfaatlerini celp ve zararlardan sakınabiliyor...

Demek ki, en temiz bir fıtratla, bu muvakkat (geçici) misafirhaneye gelen insanın vazifesi, yüce âlemlerde ikamete ehliyetini ispat etmek için, düşüncede, tasavvurda ve akidede istikamet ve duruluğa ermek; kulluk mükellefiyetlerini yerine getirerek, kalp ve ruhu işlettirmek ve binbir esrar ve bilmecenin kol gezdiği (ledün)le kucaklaşmak ve varlığın sırrını kavramaktan ibarettir (Sızıntı, Mayıs 1981, s: 9).

Öğretim ve Eğitimde Aile, Sokak, Okul, Yayınlar ve Medya İşbirliği

Fethullah Gülen'e göre, geleceğini teminat altına almak isteyen her millet, yarının idarecileri ve büyükleri olan bugünün çocukları ve gençlerinin eğitimine bîgâne kalamaz. Millet ve devlet, yepyeni ve mutlu bir dünyanın kurulmasında, bu çok nazik noktaya bütün müesseseleriyle eğilmek mecbûriyetindedir.

"Aile, çevre, okul ve medya bu en hayâtî konu etrafında omuz omuza verdiği zaman, müsbet ve sağlam neticelerin elde edilmesi mümkün olacaktır. Bunlardan bir veya ikisinin devre dışı kaldığı zamanlarda ise, nesiller çeşitli zıtlıklar ve farklılıkların meydana getireceği uğursuz bir atmosfer içinde çekişme ve çatışmalara terk edileceklerdir" diyen Gülen, okul ve aile yanyana değilse, bütün kollarıyla medya ve yayınlar, okul ve aile ile omuz omuza vermiyorsa; çevre bunlarla aynı çizgiyi paylaşmıyorsa, bu takdirde eğitimin sadece resmî-yarı resmî icra edildiği müesseseye bağlı kalacağı, böyle bir lokalizasyonun ise hiç fayda getirmeyeceği görüşündedir.

Fethullah Gülen, "okulun çok mükemmel, ailenin yeterli, çevrenin ve sokağın temiz; göze, kulağa hitap eden yayınların kamu vicdanını ve temel insanî değerleri destekleyici olması; bunların yanısıra, gerektiğinde ölçülü olarak devletin de kontrolüyle, eğitim için belli ve müsbet bir hedef ve yönün belirlenmesi şarttır" der ve şöyle devam eder: "Aile, okul ve bütün toplum, ne zaman öğretim ve eğitim adına yeni nesilleri yüceltici duygularla donatır ve sosyal erozyonlara karşı onların ruhlarını besleyip, kalplerine mukavemet kazandırır; işte o zaman, gelecek adına bize ümit verecek pek çok şeyi elde etmiş sayılırız."

Aile ve/veya Yuva

Fethullah Gülen, kişilerin eğitiminde birinci ve en ağır vazifenin aileye ait olduğunu düşünür. Ona göre, sağlıklı bir neslin yetiştirilmesinde mutlaka yuvaya ihtiyaç olduğu gibi, sosyal yapının sıhhatle devam etmesi için de mutlaka iyi bir yuva ve düzenli bir aile şarttır. Okul ve çevrenin insana vereceği şey ne kadar büyük olursa olsun, yuvanın verdiği kadar kalıcı değildir. Aslında aile, bütün bir hayat boyu çocuğu, insanî melekelerle donatmakla sorumludur. Bu sorumluluk doğumla başlar, vefat edinceye kadar da devam eder. Okul öncesi sorumluluk bütünüyle yuvaya ait olduğu gibi, okul dönemi ve ondan sonraki devrelerde de bu sorumluluk, en ufak bir azalma göstermeden artarak devam eder. Çünkü, çocuğun hareket sahasının genişlemesiyle birlikte, yuvanın sorumluluğu da artar. Önceleri sadece evde ve bahçede, oyun ve oyuncakları içinde basitçe görüp-gözetmeğe karşılık, daha sonraki dönemlerde ise, gezdiği hemen her yerde, edindiği arkadaşlar içinde, okuduğu kitapların cümle ve paragrafları arasında takip edilmesi gerekir.

Gülen, yuvaya o kadar önem verir ki, ona göre, Hikmet Eli yuvayı, hiç eskimeyecek bir müessese olarak inanoğlunun yeryüzü hayatının başlamasıyla birlikte fıtratın sinesine raptetmiş ve ne İsparta'nın vahşî despotluğu, ne de modern çağın ilkel diktatörlükleri onu yerinden söküp atabilmiştir. Kâinatı şiirimsi bir nizam içinde var eden Yüce Yaratıcı, yuvayı bu umumi nizamın çok önemli bir parçası olarak tabiat kitabının bağrına yerleştirmiş ve evrensel âhengin itici ve çekici kuvvetleriyle sıkı sıkıya bağlamıştır.

Aile İçi İyi Bir Eğitimle İlgili Meseleler

Uyumlu Bir Evlilik

Fethullah Gülen, "öğretim ve eğitimin başladığı ilk ve ömür boyu devam ettiği tek müessese olan yuvada öğretim ve eğitim adına mutlaka gerekli olan huzur ve emniyetin birinci şartının eşler arasındaki uyum" olduğu görüşündedir. "Çocukların duygulu ve saygılı, aynı zamanda, içinde bulundukları toplum için iyi birer rükün olmaya hazırlanmaları, ancak fevkalâde kaynaşmış bir ailenin yumuşak ve sevgi dolu atmosferinde gerçekleşebilir" diyen Gülen'e göre, anne ve babanın aynı elektrik yüklü zerreler gibi birbirini ittiği ve birbirinden uzak durduğu bir aile yapısı içinde yetişecek çocukların durumu ise yürekler acısıdır. Resmî istatistikler, suç işleyen ve ondan zevk alan çocukların büyük bir kısmının aile huzursuzluğunun kurbanları arasından çıktığını göstermektedir. Dolayısıyla, yuva kurmada ahd ü peyman (anlaşma ve yeminleşme) demek olan evlilik, her bakımdan birbiriyle uyum sağlayacak eşler arasında ve zevk ve haz adına değil, bir aile meydana getirip, milletin beka ve devamını, tarafların duygu ve düşüncelerinin dağınıklıktan kurtarılmasını ve cismanî arzuların zapt u rapt altına alınmasını hedef alarak yapılırsa, bu takdirde ferdin şahsî ve sosyal hayatında yapıcı ve yükseltici bir unsur olabilir. Aksine, düşünülmeden ve sadece geçici zevklerin tesiri altında yapılan bir evlilik, hem aile, hem o ailede meydana gelecek çocuklar ve hem de toplum için talihsizliktir. İyi bir öğretim ve eğitim için evliliğin arzedilen müsbet ölçülerde olması bir ilk şart, çocuk doğar doğmaz onu iyi bir insan olma yönünde yetiştirmek için sarfedilecek bütün gayretler de, o şart ölçüsünde bir gerekliliktir.

Çocuğa İlk Yapılacak Vazifeler

Gülen, "çocuk daha dünyaya ilk gelir gelmez, onu insanlaştırma ve melekleştirme istikametinde hemen harekete geçilerek, gerekli bütün merasimler icra edilmeli" der ve bu merasimler hakkında da şunu söyler: "Onun kulağına okunacak bir ezan ve kamet, yüce âlemlerden ruhuna üflenmiş melek solukları gibi, onu varlığa ve diri kalmağa çağıran ilk mesajlar olacaktır. Çocuğa güzel bir isim konması ve bu ismin bilhassa, destansı bir hayat yaşamış müstesna kimselerin isimleri arasından seçilmesi, o yavrunun geleceği adına yine küçümsenmeyecek şeylerdendir. Çocuk, adını aldığı zat hakkında kendisine verilen küçük bir bilgi ile, onu daima başının üstünde hissedecek ve ilk devrelerde belki şuuruna varmadan, fakat sonraları bütün samimiyetiyle ona benzemek için çırpınıp duracaktır. Ayrıca, bu ismin, toplum tarafından kendisine ehemmiyet atfedilen bir şahıs tarafından konması da çok mühimdir. Çok defa "senin ismini falan zat koymuştur" sözü karşısında, gencin vicdanının uyandığı ve kendinde bir iç-toparlanma meydana geldiği göze çarpmıştır."

Anne-Babanın Davranışları

Fethullah Gülen, çocuğun eğitiminde anne-babanın karşılıklı davranışlarının çok önemli olduğu görüşündedir. Ona göre, anne-baba arasındaki geçim ve anne-babanın ahlâkî seviyesi çocuğa en çok tesir eden iki faktördür. Anne-baba çocuğun zihninde iki yüzlü, riyakâr, dediklerini yapmayan, sözlerinde durmayan, iyilik bilmeyen, başkalarına zulümden sakınmayan ve anne-baba olma vakar ve ciddiyetinden mahrum bir kısım değersiz varlıklar olarak iz bırakmışlarsa, bir daha çocuğun onlardan müsbet şeyler kapması oldukça zor, hattâ imkânsızdır. Bu sebeple, anne-baba, o sonsuz şefkatlerinin yanısıra, terbiyesiyle sorumlu bulundukları çocuğa bu açıdan da örnek olma ve fonksiyonlarını en iyi şekilde yerine getirme mevkiindedirler.

Anne-babanın çocuğa davranışları konusunda da Fethullah Gülen, "anne-baba, çocuklarına karşı çok şefkatli olmalı, fakat bu şefkati çocuklar arasında adaletli temsil etmeli ve onlar arasında kıskançlıklara fırsat vermemelidir" der ve şöyle devam eder: "Bunun yanısıra, her zaman çocuklarının içinde ve yanında bulunmalı; onların psikolojik durumlarını kavramak, infiallerine ve alınganlıklarına şahit olmak için, sık sık onlarla haşir-neşir olmalıdırlar. Yanlarına uğranıldığında ve ayrılırken selâm verme; evin içinde oda, yatak, dolap gibi çocuklara özel bir yer ve bazı şeyleri tahsis etme; çocukların kendi seviyelerindeki iş ve eğlencelerini yürekten, fakat seviyeli olarak takip etme; büyüklere yapıldığı gibi, sık sık hâl ve hatırlarını sorma; dertlerini ve ızdıraplarını paylaşma; yer yer kucağa alıp sevme, hattâ başlarda, omuzlarda gezdirme; onları hoşlarına gidecek isimlerle çağırma ve bilhassa ilerdeki hayatlarına esas teşkil edecek oyun ve eğlencelerinde onları serbest bırakma, öğretim ve eğitim adına anne-babanın çocuklarına karşı yapması gereken vazifelerden sadece bir kısmıdır."

Yuvaya Ait İki Önemli Husus

Fethullah Gülen, yuvada çocuğa verilecek ve öğretilecekler konusunda şu iki hususa bilhassa dikkat çeker:

Çocuğun görme ve duyma atmosferine akseden şeyler, müsbet, temiz ve öğretici olmalıdır.

Yetiştirme adına çocuklara karşı verilecek her hizmet, şefkat ve samimiyetle eda edilmelidir.

Gülen'e göre, çocuk, daha ilk dünyaya gelişiyle etrafında olup biten şeyleri merakla araştırmaya koyulur. Ancak, onun eşya ve hadiselerle bilerek münasebete geçmesi, iyiyi kötüyü birbirinden ayırt eder hale geldiği dönemde başlar. Bu devrede o, hem etrafındaki değişik renk ve keyfiyetleri, hem de kendi benlik ve şahsiyetini sezerek, çevresinde olup bitenlerle iç-intibaları arasında, mekik gibi gelir gider ve bir şeyler anlamaya çalışır.

Çocuğun şuuraltının oluşturulması konusuna da büyük önem veren Fethullah Gülen, bu şuuraltının oluşma devresiyle ilgili olarak şu mütalâalarda bulunur: "Çocuğun zevkleri, acıları, kabulleri ve reaksiyonları bütünüyle bu devrede belirmeye başlar. Çevresinde cereyan eden şeylerin hoş ve güzel olanları, herkes gibi onu da sevindirir; üzücü, zevksiz ve çirkin olanları ise üzer. Bu itibarla da, etrafıyla daimî münasebette olan ruhunun, daimî üzüntü ve daimî hazları olur. O, minicik görme ve işitme uzuvlarıyla her an hadiselerin içine girer ve ruhuna yeni yeni bilgiler kazandırır. Bu yolla, her gördüğü ve işitip bellediği şey, ilerde benliğini kurmağa yarayan malzeme olarak, şuuraltına taşınır durur. Evet, durmadan iç âleminde petekleşen bu şeyler, ilerde onun benlik ve şahsiyetini oluşturacakları gibi, bütün bir hayat boyu onun hareketlerini baskı altında bulundurarak ona, menfi, müsbet istikamet ve yön de verecektir. Denebilir ki, insanın müstakbel hayatında davranışlarına en çok tesir eden şeylerden biri, şüphesiz şuuraltı birikimleridir."

Fethullah Gülen, çocuğun şuuraltının oluşumuyla ilgili olarak düşünce ve mütalâalarına devamla, bu oluşumda çocuğa anlatılanların mutlaka yaşanması gerektiğini, hattâ çocuğun, kendisine yapılan sözlü telkinlerden çok, yuvada görüp yaşadıklarının etkisinde kalacağını belirtir. Gülen, şöyle der:

Onun içindir ki, bu dönemde yuvanın çocuk karşısındaki tavrı çok mühimdir. Yuva, ona neyi gösterir, neyi işittirir ve neyi anlatırsa, yavru onunla kendi benlik ve şahsiyet peteğini örmeye çalışır. Evet, çocuk, içinde doğup büyüdüğü yuvanın çocuğu olarak gelişir ve şekillenir. Biz farkına varalım, varmayalım, o, telkinlerimizden daha çok, yuvada gördüğü ve duyduğu şeylerin tesirinde kalarak, benlik ve şahsiyete erer. Vakıa, telkinin de yavruya kazandıracağı pek çok şey vardır ama, bunlar hiç bir zaman onun göz ve kulak yoluyla yuvadan aldığı sessiz öğütleri kadar tesirli değildir.

Evet, bir taraftan aile hayatındaki düzensizlik ve huzursuzluklar, beri taraftan dürüstlük, ahlâk ve fazilet telkinleri, zavallı çocuğu lâubali ve huysuz kılacaktır. Bu bakımdan anne, baba ve evdeki diğer büyükler, kendilerini her an gözeten ve gördüğü duyduğu şeyleri kendi ölçüleri içinde değerlendiren çocuğun mevcudiyetini bir lâhza hatırdan çıkarmamalıdırlar. Hatırdan çıkarmamalıdırlar, çünkü çocuk yuvada bir talebe ve bu talebenin en çok tesirinde kalacağı dersler de çevresinde görüp duyduğu şeylerdir.

O halde, yavrunun nasıl olması arzu ediliyorsa, behemehal öyle olunmalıdır. Yani, aile muhitindeki hayat akışı, çocuğun tasavvur edilen geleceğiyle sımsıkı alâkalı olmalıdır. Ve onun atmosferi için cereyan eden her şey, ona yapılacak telkinlerin hazırlığı ve yapılmış telkinlerin de temrinatından (alıştırma) ibaret bulunmalıdır.

Şefkat ve Eşit Muamele

Çocuğun eğitimiyle ilgili olarak anne-babanın, çocuklarına karşı eşit davranması ve şefkatli olmasını bilhassa vurgulayan Fethullah Gülen, "anne, baba ve diğer büyükler, çocuklara karşı içten ve şefkatli davranmalıdırlar. Aslında, anne ve babada şefkat ve içtenlik fıtratın gereğidir. Ne anne ve babayı şefkatten, ne de şefkati anne ve babadan ayrı mütâlaa etmeye imkân vardır" dedikten sonra, bazı anne-babaların bu konudaki hatalı davranışlarına dikkat çeker: "Ne var ki, bazı anne ve babalar, ya vakar ve ciddiyetin gereği sayarak veya çok fazla asabî ve hassas olduklarından, çocuklarına karşı haşin ve sevimsiz davranırlar. Hemen belirtelim ki, vakar ve ciddiyet, hiçbir zaman sertlik ve huşûnete karıştırılmamalıdır. Birincisinde, insan sevimli, tesirli ve emniyet telkin edici olmasına mukabil, ikincisinde, sevimsiz, menfur ve çevresine karşı tesirsizdir. Bu itibarla, vakarlı ve ciddi bir insanın, söz ve davranışlarıyla çocuğun kalbine girmesi ve ona hükmetmesi her zaman söz konusu olsa bile, haşin ve huysuz kimseler için bu, asla söz konusu değildir."

Fethullah Gülen, daha sonra şefkat üzerinde açıklamalarda bulunur ve şöyle der:

Şefkat, insanda fıtratın ve tabiatın nağmesidir. Büyük, küçük herkes ve her şey, bu nağmeden müteessir ve hareket halindedir. Şefkat, kâinatı çepeçevre kuşatan sonsuz (rahmet) ile rezonans olmanın en anlamlı dilidir. O olmadan, ne terbiye edenin, ne de terbiye edilenin insanlığa yükselmesi, katiyen düşünülemez. Semalar ötesi yüce âlemlere seyahat da, ancak şefkatin yumuşak ve esrarlı kanatlarıyla mümkündür. Rahmeti Sonsuz, şefkat edenlere merhamette bulunup huzuruna alacaktır. Bu sebeple, İnsanlığın İftihar Tablosu'nun, "yeryüzündekilere (bilhassa masum yavrulara) merhamet ve şefkat edin ki, gök ehli de size merhamet etsin"; "yaratıklara merhameti olmayana merhamet edilmez"; "büyüklerimize saygı göstermeyen ve küçüklerimize şefkat etmeyen bizden değildir" şeklindeki çarpıcı beyanları, bu konuda yeterince önemlidir. Zaten Efendimiz (sav), bizzat arkadaşları arasında, aile fertlerine ve bilhassa çocuklara karşı şefkatte en ileri olarak tanınmaktaydı.

Çocuklarla Haşir-Neşir Olma

Fethullah Gülen, yuvada anne-babanın çocuklarına davranma şekli ve onların eğitimi konusunda bir adım daha atarak, "anne-baba, çocukların içinde ve yanında bulunmalı, onların psikolojik durumlarını kavramalı, tepkilerini, alınganlıklarını görebilmek için onlarla haşır-neşir olmalıdır" der ve ardından, bu hususun açıklanmasına geçer.

Gülen'e göre, her anne ve babanın, hayatlarının belli bir bölümünü çocuklarına ayırmaları ve bu süre içinde onlarla düşüp kalkmaları, tıpkı büyük insanlarmış gibi onların meseleleriyle ilgilenmeleri ve hattâ onların, o basit dünyaları içinde önem verdikleri oyun, eğlence ve diğer meşgalelerini titizlikle takibe koyulmaları, yatma ve uygunsuz bulunma saatlerinin dışında, yatak odalarına kadar, her yere rahatça girip çıkmalarına izin vermeleri, onlarda şahsiyetin oluşumu ve kendilerinden beklenen bir kısım şeylerin alınabilmesi için oldukça gereklidir. Aksine, onların özel dünyalarına girmeden, onları insan yerine koymadan ne sosyal kişilik kazanabilmeleri, ne de terbiye adına onlardan bir şeyler alınması asla söz konusu olabilir. Onlara söz geçirmenin ve hükmetmenin yolu, onları insan yerine koyma ve onlarla haşir-neşir olmaya bağlıdır.

Gülen, bu mevzuda, şu hususlara titizlikle riayet edilmesi gerektiği inancındadır:

1) Yanlarına uğranıldığında ve ayrılırken (selâm) verilmesi;
2) Evin içinde, kendilerine oda, yatak ve dolap gibi hususi bir yer ve bazı şeylerin tahsis edilmesi;
3) Onların kendi seviyelerindeki iş ve eğlencelerinin, yürekten, fakat seviyeli olarak takip edilmesi;
4) Büyüklere yapıldığı gibi, sık sık hâl ve hatırlarının sorulması;
5) Hastalandıklarında ziyaret edilerek, dertlerinin paylaşılması ve teselli edilmeleri;
6) Yer yer kucağa alınmaları, öpülmeleri ve hattâ başlarda, omuzlarda gezdirilmeleri;
7) Hoşlarına gidecek güzel ve tatlı isimler takılması ve bu isimlerle çağırılmaları; bu isimlerin, bilhassa onlarda yiğitlik ve kahramanlık hislerini uyaracak şekilde seçilmesi;
8) Meşrû dairedeki, özellikle ilerdeki hayatlarına esas teşkil edecek olan oyun ve eğlencelerinde serbest bırakılmaları ve hattâ bilmedikleri bazı şeylerin öğretilmesiyle kendilerine yardımda bulunulması ve bunlar gibi daha bir çok şey...

Ailenin Sıhhat ve Denge Şartları

Fethullah Gülen, sıhhatli ve dengeli bir aile için de şu noktalara dikkat çeker:

Anne-baba, birbirlerine karşı hak ve vazifelerinde, münasebet ve davranışlarında tam açıklık ve uyum içinde bulunmalıdırlar. Anne-babanın, birbirlerine karşı her olumlu tutum ve davranışı, çocukların irfan dağarcığına atılmış eşsiz bir elmas mahiyetindedir. Mevsimi geldiği zaman çocuk, dağarcığı açar, elması çıkarır ve değerlendirir. Aksine, ebeveynin her huysuzluğu da, onların masum dimağlarında simsiyah bir çizgi olarak kalır gider, onları menfi tanıtan ve küçük gösteren siyah bir çizgi...

Aile fertleri, her halükârda bir reisin etrafında toplanmalı ve onu o haneye ait işlerde merci kabul etmelidirler. Böyle bir davranış, yuvada itaat düşüncesinin yerleşmesine, birlik ve düzenin sağlanmasına yardımcı olur.

Evin reisi, bütün aile fertlerine ve bilhassa küçüklere karşı yumuşak, lütufkâr, onların hizmetinde ve onları sevindirecek davranışlar içinde bulunmalıdır. Reisin, kendine düşen sorumlulukları hakkıyla yerine getirmesi, ona karşı aile fertlerini yumuşatacağı gibi, onun idarî işlerini de bir hayli kolaylaştıracaktır.

Aile reisi, örf ve âdetler gereğince ve imkânları nisbetinde, onlara hediyeler almalı ve alamadığı zaman da, neden almadığını, onların içinde herhangi bir kuşkuya meydan bırakmayacak şekilde izah etmelidir. Yoksa, onlardan bazılarının içinde büyüme istidadını gösteren bu rahatsızlık, onulmaz bir ailevî hastalığa dönüşebilir.

Reisin, eve ait bazı işlerde hanımına ve çocuklarına yardımcı olması, her ne kadar, kendine ait işlerin yanında bir külfet ise de, her an aile içindeki ağırlığını koruması ve istikbalin yuvalarını kuracak olan çocuklara ders verilmesi bakımından oldukça mühimdir.

Aile fertleri, birbirlerine karşı çok saygılı ve terbiyeli davranmalıdırlar. Böyle hareket, ister istemez çocuklara da tesir eder ve onların dışa karşı münasebetlerini seviyeli kılar. Bundan başka, sıra onlara geldiği zaman, onlar da, teşkil ettikleri hanelerde birbirlerine karşı kibar ve efendi olmağa çalışırlar. Daha çocukluk çağlarında, kalp ve ruhlarına yerleştirilen bir hususu hayata intikal ettirirken, riya ve suniliğe girmeleri düşünülemez.

Anne-babanın kendi anne ve babalarına karşı gösterecekleri hürmet ve tazim, çocuklar için en büyük terbiye dersi olacaktır. Modern yuva, dede ve nineye kendi içinde barınma hakkı tanımadığı için, günümüzün çocukları bu noktada talihsiz ve nasipsiz sayılırlar.

Keşke yuvalarımızı onları da barındıracak şekilde ayarlayıp, dede ve ninelere torunlarını sevme imkânını ve kendimize de, anne ve babalarımıza hizmet etme ortamını hazırlayabilseydik. Heyhat! Bir tarafta, bakım-görüme muhtaç ve çocuk sevgisine susamış dedeler ve nineler; beri tarafta da, bütün hayatı tek başına omuzlamaya çalışan toy babalar ve görüp gözetilmeden mahrum bedbaht yavrular...

Şurası bir kere daha hatırlanmalıdır ki, yuvanın emniyet ve huzur verici olması, içinde teati edilen karşılıklı his alış verişine bağlıdır. Büyükler, sevecek ve şefkat edecek; küçükler de hürmet ve saygıda bulunacaklar... Anne-baba, hep sever ve şefkat eder; çocuk ise, daha çok bir vazife ve sorumluluk şuuru içinde, ebeveynine hürmetli ve saygılı olmağa çalışır. İnsanda hizmet ve vazife şuurunun gelişmesi, uzun temrinlere (egzersiz) bağlıdır. Çocuk, elli defa baba ve anneye nasıl itaat ve hürmet edilmesi lâzım geldiğini görmelidir ki, onu kavrasın, hazmetsin ve yaşayabilsin. Yoksa, pratiği olmayan mücerret telkinlerle beklenen neticeyi almak oldukça zor, hattâ bazı durumlarda imkânsızdır.

Yuva içindeki bütün işler ve bilhassa çocuğun bakım ve görümüyle alâkalı olanları, önceden tanzim edilip, sonra bir program dahilinde yürütülmelidir. Bu hususta, özetle şunlar söylenebilir:

Yatıp kalkma ve yeme içmenin düzene sokulması.

Okuma, düşünme, çalışma ve çocuklarla meşgul olma saatlerinin tanzim edilmesi.

Çocuğun okul, sokak ve arkadaşlarıyla geçirdiği zamanlardaki durumunu görüp incelemeye harcanacak vaktin belirlenmesi.

Yiyip içme ve yatıp kalkma düzene konmamış bir evde, ne bugün, ne de yarın verimli çalışmadan, istirahat ve sıhhatten bahsetmeye imkân vardır. Evet, fertleri vakitli vakitsiz yatıp kalkan bir ailede, istirahat saatleriyle meşguliyet saatleri iç içe girdiği için, hem istirahat bozulmuş olur, hem de çalışmalar neticesiz ve semeresiz kalır. Birinin yatma saatini öbürü, berikinin çalışma saatini de diğeri ihlâl edince, o evde hiçbir şey yapmaya imkân kalmaz...

Bu bakımdan, çocukların, kendilerine en uygun saatte yatırılmaları, soğuk-sıcak hesaba katılarak, uygun vakitlerde dışarıya çıkarılmaları ve her gün onlarla meşgul olmaya ayrılan saatlerin, onların yanında ve onların terbiyesinde geçirilmesi zaruridir.

Onlara karşı muvaffak olmanın çok mühim bir yolu, sevgi, disiplin ve prensip üçlüsünden meydana gelmektedir. Bu yol, insanlara kadar uzanan, kâinat çapındaki İlahî ahlâk ve fıtrat yoludur. Bu itibarla, bu yolda yürüyen anne ve babalar rahat ve emniyetli, toplum da mesut ve huzurludur.

Öğrenme Çağı ve Öğretme

Fethullah Gülen, anne-babanın çocuğun öğretimi konusunda nasıl davranması gerektiği konusunda ise şu mütalâalarda bulunur:

Çocuğun, maddî, manevî donatımı iki şekilde yapılabilir:

Onu öğrenmeye mecbur tutmadan, ailenin hâl ve dil yoluyla onun duygularına takdim ettiği derslerdir ki, çocuk bunları farkına varmadan, havayı teneffüs ettiği gibi teneffüs eder.

Onu öğrenmeye mecbur tutarak, her yaş için gerekli usûl ve metotlarla, onun daha evvel gördüğü ve görmediği şeylerin belletilmesidir ki, bu şıkta ona vermeyi planladığımız şeyler, daha çok hazırlanıp önüne konan yemeklere benzer.

Birinci şıkta, anne ve baba, gönülden bağlı bulundukları en ideal hayat tarzını, gergef işler gibi yaşar, anlatır ve gösterirler. Böylece çocuk, alacağını alır. İkinci şıkta ise, her yaş ve seviye için verilecek şeylerin hazırlanması, hattâ komprime haline getirilmesi; takdim usûlü ve takdimde kullanılacak dil, her birerleri başlıbaşına birer mevzudur ve hepsine riayet edilmesi gerekmektedir.

Çocuğun, eşya ve hadiseler karşısında uyarılarak, bir kısım şeyleri öğrenmeye mecbur tutulduğu bu dönemde okul da devreye girer ve ailenin yanında yerini alır. Bunun tabiî bir neticesi olarak da, ailenin vazifesi ikileşir: 1. Yuvada çocuğu görüp gözetme. 2. Onun okuldaki durumunu kontrol etme... Her iki vazife de çok mühimdir ve hususi titizlik ister. Zira, o güne kadar yavruya verilen şeyler hassasiyetle korunmaz ve yaş farkıyla, kazanılan idrake göre yeni şeyler ilâve edilmezse, çocuğun hiçbir işe yaramayacak şekilde bozulup gitmesi kuvvetle muhtemeldir.

Evet, yuva her güzel şeyin özünü bir tohum gibi onun ruhuna ektikten sonra, okul, bu ilk merhalenin tamamlayıcısı, geliştiricisi ve koruyucusu olmalıdır. Aksi halde, yuvadaki bütün gayretler boşa gideceği gibi, dün verilenlerin bugünkülerle çelişmesi, çocuğu bütün bütün şaşkına çevirecektir.

Çocuğa Verilecek İlk Dersler

Fethullah Gülen, yuvada çocuğa verilmesi gereken ilk derslerin, ona sağlam karakter kazandıracak ve toplumun yararlı bir mensubu olacak şekilde, Yüce Yaratıcı'ya iman ve saygı, O'nu bize anlatan hakikat erlerine hürmet ve minnet, anneye, babaya iyilik, insanlara sevgi ve alâka, dili iyi kullanma, vatana millete bağlılık ve millî değerler olması gerektiğini belirtir. Ona göre bunlar, çocuğun duygu ve düşünce atmosferini çepeçevre sarmalı, çocuk her lâhza bunları teneffüs etmeli ve aile fertleri durmadan bunları solumalıdır.

Gülen, yuvada ve okulda ilk olarak bu dersleri alacak çocuğa bu temeller üzerinde sosyal kişilik kazandırılması ve buna ek olarak, içinde yaşadığı devrin şartları içinde, onun ilimler adına inkılâpçı bir yapıya kavuşturulması, daha doğrusu sürekli bir dirilişle hep yeni ve hep taze bir anlayışa ulaştırılması ve orada korunması; sonra da, bu noktadan hareketle, sanat, ticaret, ziraat, ilim ve teknik gibi meselelere alıştırılması, adapte edilmesi gerektiği düşüncesindedir.

Gülen'e göre, bir toplumun güven içinde yaşayabilmesi, geçmişi geleceğe bağlayarak, yeni yeni çok boyutlu dünyalar kurabilmesi, ancak bu ilk esaslarla mümkün olacak, bu hususlardan birinde gösterdiği ihmal nisbetinde de - belli bir sahada çok ileri gitse bile - kendi ayakları üstünde varlığını koruyabilmesi zorlaşacaktır. Evet, bir toplumun âhenk içinde ve sürekli olarak varlığını sürdürmesi inanç ve ibadete, inanç ve ibadetin yanında sanat, ticaret, sanayi ve ziraata, bunların yanında da devletler arası dünya dengesinde yerini alma gayret ve çabasına bağlıdır.

Fethullah Gülen, bu derslerin de, anlatmak kadar bizzat yaşanılarak verilmesi gerektiği inancındadır: "Evet, hiçbir ders, yuvadan alınan bu samimi öğütler kadar tesirli olamaz. Elverir ki, bu derste hâl ve dil yanyana gelsin ve anlatılmak istenen şey gönülden ve devamlı olsun. Evet, hangi ders, kâinattaki baş döndürücü nizam ve âhengi anlattıktan sonra, hayret içinde iki büklüm olmak kadar ona tesir edebilir? Ve hangi ders, Yüce Yaratıcı'nın, çilekeş elçilerini anlattıktan sonra iki damla gözyaşı dökme kadar onun üzerinde silinmeyen iz bırakabilir?"

Eğitim-Öğretimde İnancın Yeri

Eğitim-öğretimde inancın yerine bilhassa dikkat çeken Fethullah Gülen, bu konuda, "inanç, bir milleti olgunlaştıran ve sonra da ona devamlılık kazandıran en mühim bir unsurdur. Bir toplum, bütün meselelerini imanla yoğurup imanla şekillendirip ve sağlam inanç kaideleri üzerine oturttuğu nisbette istikrarlı ve gelecekten ümitli olabilir. Aksine, inançsızlığı nisbetinde de sıkıntı ve buhranlar içinde kıvranır durur ve belki de, Allah korusun, tarihten silinip gider. Bu itibarla deyebiliriz ki, eğitim ve öğretimin fertler ve toplumun üzerindeki tesiri, o eğitim ve öğretim içinde inanca verilen yerle doğru orantılıdır" der.

Fethullah Gülen'e göre, insan, Yaratıcısını tanımaz, ona itimat edip dayanmazsa, son derece aciz ve zayıf, fevkalâde muhtaç ve fakir, bir sürü musibete maruz elemli, kederli ve alâka peyda ettiği bütün sevdiklerinden her an ayrılma ızdırabını çeken, sonra da tek başına, kendi kaderiyle, kabrin karanlıklarına gömülen bir varlıktır. O, sırtına ve başına yüklediği dünyalar kadar ağır yükler altında ezile ezile cehennemî azaplar çeker. Bu acıklı hâl ve dehşetli manevî azabı duymamak için hislerini iptal edip kendini sarhoşluğa vermesi ise, ne acı ve ızdıraplıdır!

Daha sonra, inancın insana kazandıracakları üzerinde duran Gülen, şunları söyler:

İnanç yolu ise, insanı huzura, doygunluğa ve ruh âleminde cennetlere ulaştırır. Dünyayı bir misafirhane, varlıkları, Yüce Yaratıcı'nın İsimleri'nin aynaları ve bütün İlahî sanatları her vakit tazelenen birer mektup, birer name gören kimse, yok olup gitmeğe mahkûm, fani şeylerin her zaman gönlünü yaralamasına karşılık, varlığıyla huzura erdiği Zât'ın mevcudiyetini düşünerek o yaraları tedavi eder ve karanlık vehimlerden kurtulur. Evet, böyle birinin nazarında ölüm ve ecel, öbür âlemdeki ahbaba kavuşmanın başlangıcı ve asıl vatana bir seyahattir.

Demek ki, hayatın zevk ve lezzetini arayanlar, onu imanla donatılmış kalplerle aramalı ve kulluk sorumluluklarını yerine getirme temelinde takip etmelidirler. Yoksa, bu dairenin dışında zevk ve lezzet arayanlar - kendilerini aldatacak bir kısım şeyler bulsalar bile - ızdıraptan ızdıraba düşecek ve bu dünyaya geldiklerine bin pişman olacaklardır. Bu itibarla, "kim dünya hayatını esas maksat yaparak, kendini fani şeylerin kucağına atacak olursa, görünüşte bir cennet içinde dahi bulunsa, manen cehennemdedir. Ve aksine kim de, ciddi olarak ebedî hayata yönelirse, dünyası çok fena ve sıkıntılı da olsa, burayı, öbür âlemi bekleme salonu gördüğünden, huzurlu, ümitli ve mesuttur.

Bunun içindir ki, her şey gibi eğitim ve öğretim de, inanç ve kalbin kuvvetine dayandığı sürece verimli ve semereli olsa bile, inançsızlık, kalbî ve ruhî tatminsizlik içinde verilmek istenen eğitim ve öğretimin faydalı olacağını iddia etmek oldukça zordur. Evet, böyle inkârcılar, kural tanımaz gönüllerine esen her fenalığı yapacak, her kötülüğe girecek ve zapt u rapt altına alamadıkları nefisleriyle hiçbir kötülükten geri kalmayacaklarından ötürü, iyi, güzel ve doğru adına onlara bir şey anlatmak mümkün olmayacaktır.

Bunun gibi, yuvanın emniyet ve huzuru, köy, kasaba ve şehirlerin asayiş ve sükûneti, sadece ve sadece kalbi ve ruhu itibariyle yetişmiş, Allah'a ve âhirete inanmış nesiller sayesinde mümkündür. Evet:

"Ne irfandır veren ahlâka yükseklik, ne vicdandır;
Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır."

Ali Ünal, Bir Portre Denemesi, Nil Yayınları, İstanbul, 2002