Fethullah Gülen'in Aksiyonunda Ana Hedef

Fethullah Gülen'in hedefi, ne yapmak ve nereye varmak istediği konusunda Türkiye'de büyük spekülasyonlar olduğu gibi, bugün dünyanın belli başlı güç merkezleri de, denebilir ki, onu mercek altına almış bulunmaktadırlar. Türkiye'de rejim konusunda hassas çevreler kadar, İslâm'a kendi siyah gözlükleri arkasından bakanlar ve Fethullah Gülen'in aksiyonundan kendi menfaatleri veya ideoloji adına ürkenler, onu 'teokratik diktatörlük' kurmakla suçlamakta, bununla da, ne teoride, ne vakıada uygun düşmeyen bir tanımlama olarak İslâm devletini kasdetmektedirler. Oysa, tarihte, İslâm'ın en keskin düşmanları ve pek çoğu itibariyle neredeyse bütün mesailerini onu farklı göstermek için çalışan oryantalistler dahil, İslâm'a teokratik diktatörlük olarak bakan olmamıştır. İslâm üzerine yüzeysel çapta araştırma yapan herhangi bir kimse bile, İslâm ile teokrasinin yan yana gelemeyeceğini anlar. Dolayısıyla, bu suçlamanın altında ya cehalet veya Gülen'i olduğundan, hem de korkunç derecede farklı gösterme gayreti ve İslâm'ı teokratik diktatörlük olarak mahkûm etme gayesi yatmaktadır.

Söz konusu spekülasyonları şüphesiz göz önünde bulundurarak, Fethullah Gülen'in aksiyonuyla neyi hedeflediğini kendi eserlerinden ve ona objektif bakmaya çalışan gözlemcilerin izlenimlerinden takip edebiliriz.

Fethullah Gülen, pek çok yazısında ve sohbetlerinde, bütün maksadının Allah'a kullukla O'nun rızasını kazanmak olduğunu açıklıkla ifade eder. Çünkü, ona göre "insan bir seyyah, kâinatlar da, onun mütalâasına takdim edilmiş rengârenk meşherler, zengin ve rengin kitaplardır. Seyyah, bu kitapları okumak, irfanını arttırmak ve insanlığa yükselmek için bu âleme gönderilmiştir." Dolayısıyla, Gülen'in hedefi, her insanın da hedefi olması gereken, seyahattir; "eserleriyle kendini bize tanıttırmak isteyen, gözlerden gizli O Zât'ın yolunda" O'na varmak gayesi taşıyan bir seyahat. "Çünkü" der Gülen, "biz ve her şey, O'nu tanımak ve tanıtmak üzere buraya geldik ve bundan daha yüce bir vazife de bilmiyoruz. Biz hepimiz, O'nun varlığının gölgeleri, O ise, her şeyin menbaı ve merciidir." Sonra da şöyle devam eder:

Ey Yüce Yaratıcı! Cihanın bütün mülk ve saltanatı Senin bayrağın altında Sana boyun eğmekte ve sultanlar Senin kapında Sana kölelik yapmaktadır! Her şey Sana koşar, Sen'den varlık dilenir; Sen ise kendinden varsın! Emanet varlıklar, var olur, şekillenir sonra da söner giderler; Sen ise, bütün bunlardan berî' ve müstağnîsin! Teksin, eşsizsin, ihtiyaçsızsın! Bütün varlıklar, birliğinden medet umar. Birliğin, çölde kalmışların kevseri ve cennetidir. Bu yerler, Senin emrinle yerinde durur. Gök kubbe, Senin kudret ve iradenle düzenini kurar. Eğer bütün bunlar Sana dayanmasaydı, yıldızlar, bağı çözülen tesbih taneleri gibi bu kâinatın bağrında dağılıp gidecekti.

Biz hepimiz, Seninle mutluluğa erdik. Seni tanımakla saadeti tattık. Sana işaret ve remizde bulunmayan mutluluktan kaçıyor ve Seni unutturan saadeti de lânetliyoruz. Evet, Seni söylemeyen her şeye karşı susmak ve küsmek ve Seni hatırlamayanları da unutmak gerektir.

Ey rahmeti sonsuz Yüce Yaratıcı, bizler Senin kapının bendeleri ve bu uğurda dünya ve ukbadan geçmeye kararlı kullarız. (Ölçü ve Yoldaki Işıklar, 14-17)

Fethullah Gülen'e göre, işte bu seyahatin adı kulluktur. Peygamberlerin gönderiliş gayesi, yani dinden gaye de, insanların Allah'ı tanıyıp, O'na kulluk yapmalarını sağlamaktır. Allah, Kur'ân-ı Kerim'de: "Ben cinleri ve insanları ancak Bana kulluk yapsınlar diye yarattım" (Zâriyât/51: 56) buyurarak, bu gerçeğe işaret etmektedir. Demek oluyor ki, bizim esas yaratılış gayemiz Allah'ı (cc) bilip tanımak ve O'na hakkıyla kul olmaktır. Bir başka âyette, "Senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki ona; 'Benden başka ilâh yoktur; o halde Bana kulluk edin' diye vahyetmiş olmayalım" (Enbiya, 21/25) denilerek, yine aynı noktaya işaret edilmektedir (Sonsuz Nur 1, 66)

Yine, Fethullah Gülen'e göre, insan bütün hayatını bu ana maksat etrafında örgülemeli, o kadar ki, günler, haftalar bu gayeye göre ayarlanmalı, ayarlanıp okuma, ibadet ve düşünce ile aydınlatılmalıdır. Gerçek insanlık mertebesine ulaşmanın yolu da budur. (Fasıldan Fasıla 2, 147-48)

Fethullah Gülen, çok açık olarak, "dünyevî bir ikbal arzumuz ve dünya ile bir alâkamız yoktur. Biz, karşısında cennetlerin bile ucuz kaldığı Allah'ın (cc) rızasına talibiz. Vali olmak, milletvekili olmak, bakan olmak, zengin olmak vs. bunun karşısında ne anlam ifade eder ki? Rıza-yı İlâhî'ye talip olan, böylesine küçük ve hasis şeylere itibar eder mi? Evet, gönlümüzde dünyaya karşı hiçbir arzu, hiçbir meyil, hiçbir iştiyak olmamalıdır. Kaldı ki, bizim için manevî terakkiye bile talip olmamak çok önemli bir esastır. Hasılı, namaz kılarken Cennet'i görseniz, ondan bile kaçmalısınız" der (Fasıldan Fasıla 1, 90).

Fethullah Gülen'in arzu ettiği dünyayı ve hayallerindeki yarını görmek de, onun aksiyonundaki hedef konusunda bize net bilgi verebilir. O, bu konuda şunları yazar:

Gözlerimi yummuş, iman, ümit ve hayallerimin resmedip belirlediği çerçevede geleceği; insanî değerlerin katlanıp derinleştiği, duyguların bütünüyle uhrevîleştiği, bedenin, aynı ruhî değerleri paylaştığı ve öteden beri his dünyamızda arayageldiğimiz "yitirilmiş cennet"in tasavvurlarımızı aşan, en nadide parçalarından meydana getirilmiş, zamanın enfes bir altın dilimini gönül gözlerimle temaşa ediyor ve onun varidatının gelip gelip hülyalarıma, rüyalarıma aktığını duyar gibi oluyorum.. duyar gibi oluyorum da, o dönemin talihli insanlarının, engin inanç, engin tevekkül ve engin teslimiyetleri sayesinde, ömürlerini manevî haz ve lezzetlerin en büyüleyici atmosferinde sürdürürken, bu engin haz ve bu lezzetlerin biricik sahipleriymiş gibi, kalblerinin hep iyilik ve güzellikle attığını, gözlerinin hoşgörü ve müsamaha düşüncesiyle açılıp kapandığını, dünyayı tıpkı bir cennet gibi duyup yaşadıklarını ve hemen her zaman kendi duygularında olduğu kadar bütün gönüllerden, hattâ topyekün varlığın içinden en rengin bir şiiri dinlediklerini daha şimdiden tasavvur edebiliyor, ümitlerimin medlerinde onlarla beraber saadetlerin en enginlerini paylaşıyor ve gelecek nesillerin talihlerine tebessümler yağdırıyorum.

Öyle ki, ümit ve iman dünyamda tüllenen bu yeni baharın genç tenli, uzun boylu masmavi günlerinin içinde hayat, hülyalarıma o kadar yumuşak, o kadar sıcak ve o kadar renkli boşalır ki, her zaman onda cennetlerin tasavvurlarüstü derinliklerini duyar gibi olurum.. olur ve bütün varlıkla kucaklaşır, bütün canlıları şefkatle selâmlar, bütün insanları muhabbetle bağrıma basar ve kendi kendime: "Yaratan'ın kâinatları var etmedeki gayesi de bu olsa gerek" derim. Evet bu dünyada, hoyratlık, kabalık, hırs, tûl-i emel (uzun vadeli dünyevî arzular), münakaşa, cidal (kavga), hıyanet, ihanet, yalan, gadir, zulüm, irtikap, ihtilas (yolsuzluk) yoktur. Bu dünyada civanmertlik, incelik, dirilme azmi, yaşama sevgisi, mülâyemet (yumuşaklık) ve diyalog; hakka karşı saygılı olma, emanet duygusu, vefa hissi, doğruluk ruhu, adalet ve istikamet düşüncesi vardır. Bu dünyanın insanları hakikî manâdaki kin, nefret ve kavgayı lügatlerinden söküp atmış, hayatlarını sevgi, yumuşaklık ve insanlarla münasebet üzerine kurmuşlardır. Onlar, çevrelerindeki insanları oldukları gibi kabul eder; farklı anlayış, farklı yorum ve farklı davranışları vuruşma vesilesi görme yerine, düşünce enginliklerini sergileme fırsatı bilerek, insanlara insanca yaşamanın varyantlarını gösterirler. (Yeşeren Düşünceler, 88-90)

Konuşma ve yazılarında 'ışık' mazmununa çok yer veren Fethullah Gülen, bazı yazı ve sohbetlerinde 'ışık evler'den söz eder. Onun düşünce ve aksiyonunda ileriye dönük siyasî maksat arayanlar bu evleri 'örgüt ve hücre evleri' gibi görüp, öyle takdim etmeye çalışsalar da, esasen Fethullah Gülen'in bu konuda söyledikleri ve yazdıkları, onun aksiyonundaki hedefi bütün açıklığıyla ortaya koyucu niteliktedir.

Fethullah Gülen, 'ışık evler' mazmununu niçin kullandığını şöyle açıklar:

Asrımız ilim asrıdır ve bundan sonra da ilim hükmedecektir. Bir insanın gerçek insan olması da kafasının müspet ilimlerle, kalbinin de inançla aydınlanmasına bağlıdır. Aydınlanmanın kaynağı 'ışık' olduğu için, bazı talebeler kendi aralarında, kaldıkları evlere 'ışık evleri' demiş olabilirler. Ben de beğenerek bu tabiri kullandım. (Aksiyon, 6.6.98)

Fethullah Gülen'in 'ışık evler'le ilgili olabildiğince renkli tasviri, hem yukarıdaki sözleriyle, hem de onun İslâm ve aksiyon anlayışıyla tıpa tıp aynıdır:

Tadını, havasını, rengini, rayihasını ötelerden alan ışık evler, dünyada, ukba yamaçlarına kurulmuş ve fizik-ötesi âlemlerin rasathaneleri gibidirler. Onların aydınlık ikliminde en mübtedî insanlar bile, mikro âlemin en sırlı koridorlarında rahatlıkla dolaşabilir.. ve makro âlemin en girift, en ürpertici derinliklerini bir solukta geçer; geçer de, hareket noktasının aydınlığı sayesinde kara deliklerin merkezine ışıktan tahtlar kurarak, inanca açık sinelere tefekkür, marifet ve zevk-i ruhanî tayfları salarlar.

Işık evler, çevrelerindeki bina yığınları itibariyle, tıpkı hâle içinde yıldızlar topluluğuna nur âyetini tefsir eden bir mehtap veya ebedî nur, ebedî huzur arayanları firdevslere ulaştırma yolunda kurulmuş birer han gibidirler... Bu evlerde, imanı, ibadeti, duayı, zikri, fikri, uhuvveti (kardeşlik), vefayı ötelere ait derinlikleri ile duyup-yaşama bahtiyarlığına erenler, âdeta her an yeniden doğar, baharlar gibi duygularıyla yeşerir, derken çeşit çeşit vâridatla dolgunlaşan o kendilerine has hava, bütün gönüllerini bir saadet vadiyle kaplar ve çok defa onların, hayra açık sinelerinde Cennet yaylalarının ferahlatıcı esintileri duyulur.

Evet, bugün büyüğüyle-küçüğüyle ışık evler, yıllar ve yıllar imana, imandaki huzur ve itmi'nana susamış gönüllere, rahmet yüklü bulutlar gibi, gönderdiği bol bol "âb-ı hayat" ve insanımızın gönül tepelerine saldığı marifet, muhabbet, ruhanî zevk şualarıyla diriliş üfleyen bir İsrafil Sûru ve vicdanlarını şahlandıran Cebrail solukları olmuştur... Ama, kalplerinin balansını, imana, Kur'ân'a, iman ve Kur'ân'ın gönüllere boşalttığı irfana göre ayarlayamamış tali'sizler, ne bu ufku kavrayabilir, ne de gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve beşer tasavvurlarını aşan bu derûnî hazları idrak edebilirler.

Bu ışık evlerin kendine has özellikleri vardır. Buralar öncelikle insanların, insanlık yanlarından ötürü meydana gelebilecek boşlukların kapatıldığı yerlerdir. Bu ışık komplekslerinde yetişen ruh ve manâ erleri, Allah'ın vâridat adına kendilerine vermiş olduğu ışıkları, bomboş dimağlara boşaltarak onları mamur edeceklerdir.

Her akşam, işinden, okulundan, dairesinden ayrılıp bir "vahâ"ya koşuyor gibi, ışık evlere koşup gelenler, bu evlerin kendilerine has büyüleyici duygularına dalar, şurada-burada zihinlerine ilişen kötü duygu ve tutkulardan sıyrılır, başları cennetlere ulaşmış gibi derin bir huzura ererler. Her akşam ve her vazife dönüşü, ışık evlerin müdavimleri için, hayata yeniden dönüş ve kendilerini idrak ediş demektir. Onlar, her yirmi dört saatte bir kere yeni bir "ba'sü ba'de'l-mevt"i görür, ruhlarındaki cennetlerde dolaşır ve renkli tali'lerine tebessüm eder, kendilerinden geçerler.

Bu ruhu temsilin sırf bir derinliği olarak başımızı yere koyduğumuzda, "Allahım keşke kaldırmayı müyesser kılmasan da, bu secdem sana kavuşmakla noktalansa!" diyecek kadar, engince namaz kılma.. gözünü başka şeylere kaydırmayacak ölçüde Allah'ın huzurunda samimiyetle durup malâyanî şeylere kapalı kalma ve âdeta Cennet'te Cenâb-ı Hakk'ın cemalini müşahede ediyor gibi bir konsantrasyona girip ellerini dizlerine bitiştirerek, ene (ben)den, nahnu (biz)den sıyrılarak Hüve'ye (O'na) bakan bir göz olma.. evet bu ölçüde O'na yönelme..

Namazsız-niyazsız veya namazı ruhuyla eda etmeksizin gerçek manâda mü'min olmak mümkün değildir. Allah (cc), "Kurtulan mü'minler, yüreklerini çatlarcasına namazı eda edenlerdir" (Mü'minun/23: 1-2) buyurmaktadır. Bu kudsî evlerde kalanların da namazları, namazsız cihanları fethetmelerinden çok daha mühimdir.

Gelin - Allah aşkına - hakkıyla namaz kılalım.. oruç tutalım.. Hem öyle kılalım, öyle tutalım ki, yaratıldığı günden beri rükudan başını kaldırmayan melekler, "vay be, böylesi de varmış!" desinler. Öyle bir zikir ve fikirle bütünleşelim ki, bizi gören mele-i a'lânın sakinleri, "ancak bu insanlar dünyayı ihya edebilir" desinler. Talihli insanlar ya da birer Hak eri olarak binbir türlü feyizlerle muhat o evleri, o meme musluklarını çok iyi değerlendirelim. Ahmak insanların yaptığı gibi kahkahalarla, dünya-ukba adına hiçbir manâsı olmayan laf ü güzaflarla vaktimizi heder etmeyelim. Ve ışık evleri bütün dünyayı ışıklandıracak birer ışık kaynağı haline getirelim. (Sızıntı, Ağustos 1990, Ocak-Şubat 1992; Prizma 2: 10-18)

Aydınlar, Fethullah Gülen'i ve Aksiyonunu Nasıl Anlıyor?

Fethullah Gülen'in hedefi konusunda Türk aydınlarının çok büyük çoğunluğu, esasen farklı bir düşünce içinde değildir. Bununla birlikte, içlerinde büyük ölçüde yanlış bilgiden ve bir kısmı itibariyle de peşin yargılı düşmanlıktan kaynaklanan bir tavırla onu doğrudan doğruya siyasî gaye gütmekle suçlayanların varlığını da kaydetmemiz gerekiyor. Meselâ, Cumhuriyet gazetesi onu, hakkında hem şeriatçılık hem kürtçülük iddiasında bulunduğu Bediüzzaman Said Nursî'nin bir devamı olarak takdim eder. Cumhuriyet'e göre Said Nursî, Şeyh Said isyanına katılamadığı için güya ona mektup yazmış ve bu mektupta üzüntülerini belirtip, Şeyh Said'in öcünü alacağını belirtmiştir (19.03.1980). Oysa gerçek bunun tam tersidir. Daha önce de geçtiği üzere, açıkça "Din, dâhilde (memleket içinde) menfîde kullanılmaz" (Sünuhât, 47) diyen Bediüzzaman, Şeyh Said isyanına katılmak için Kör Hüseyin Paşa vasıtasıyla kendisine yapılan teklifi, "Dâhilde (ülke içinde) kılıç kullanılmaz. Kılıç, haricî (dış) düşmana karşı çekilir. Bu zamanda tek kurtuluş çaremiz, Kur'ân ve iman hakikatleriyle aydınlatma ve yol göstermedir. En büyük düşmanımız olan cahilliği yok etmektir. Birkaç cani yüzünden, binlerce masum kadın ve erkekler telef olabilir" diyerek açıkça reddetmiştir (Hulusi Turgut'un araştırması, Sabah, 01.02.1997). Daha sonra da, dönemin hükümetinin kendisini Şeyh Said isyanıyla ilgili görmediğini (Lem'alar, 41) ve mesleğinin ve talebelerinin Şeyh Said isyanı ve Menemen hadisesi gibi hadiselerle münasebetinin ve bu türden olaylara karışmalarının mümkün olamayacağını belirtmiştir (Şualar, 363).

Yine Cumhuriyet'ten İlhan Selçuk, Fethullah Gülen'i Bediüzzaman Said Nursî'nin devamı gösterme gayreti içinde, Said Nursî ile ilgili tarihî gerçekleri ya bilmeden yazar, ya da bilerek çarpıtır. Ona göre Saidi Nursi, "dinsellikten çok siyasayı yeğlemiş bir eylemcidir. 1873'te Bitlis'te doğmuş, öğrenimini tamamlayamamış, 1909'da 'İttihadı Muhammedi Fırkası'nın kuruluşuna katılarak politikaya atılmış, '31 Mart İrtica Ayaklaması'nda suçlu görülerek Isparta'ya sürülmüş, Şeyh Sait isyanından sonra İstiklal Mahkemesi'nde yargılanıp cezalandırılmış; yazdıklarının toplamına "Risâle-i Nur" adını vermiş... Nurculuk "Nakşibendilik"in bir ayağı imiş ve "İslâm'da sapkınlık" diye nitelenebilirmiş. Said Nursi, daha çok siyasal kavgasıyla ün yapmış (Cumhuriyet, 26.02.1998).

İlhan Selçuk'un bu satırlarındaki iddialarının neredeyse tamamı yanlıştır. Said Nursî, 1873 yılında değil 1876'da doğmuştur. Öğrenimini tamamlayamama diye bir şey söz konusu değildir. 31 Mart'la alâkası olmamış, var iddiasıyla yargılanıp beraat etmiştir. Bilhassa bu ayaklanma münasebetiyle İsparta'ya sürgün edildiği iddiası, sadece İlhan Selçuk'un hayal hazinesine aittir. Bediüzzaman, İsparta'ya ancak 1925 yılında gelmiştir. Şeyh Sait isyanından sonra, değil İstiklâl mahkemesinde yargılanıp cezalandırılma, bu konuda kendisi hakkında herhangi bir suçlamada bile bulunulmamıştır. Nurculuk, Nakşibendiliğin bir ayağı olmadığı gibi, hangi akımın İslâm'da sapkınlık olarak nitelenebileceği İlhan Selçuk'un sahasına giren bir konu değildir. Said Nursî, siyasal kavgasıyla değil, iman ve Kur'ân hizmetiyle ün yapmıştır. Tarihe mal olmuş bir şahıs hakkında bir paragrafta bu kadar yanlış yapılması, Fethullah Gülen hakkındaki benzeri iddiaların gerçekliği ve bu iddiaları yapanların samimiyet, karakter ve bilgi düzeyleri hakkında kanaat oluşturmaya yeter zannediyorum.

Profesör Ali Yaşar Sarıbay'a göre Fethullah Gülen hareketi, "bir sivil toplum hareketi olup, bu hareket, insan haklarına ve demokrasiye uygun bir İslâm yorumu geliştirerek, Türkiye'de demokrasinin yerleşmesine katkıda bulunabilir. Lâik milliyetçilik etnik temele dayandığı için birleştirici değil, parçalayıcı bir fonksiyon icra ederken, Gülen hareketi, toplumda dinî değerler vasıtasıyla bütünleşmeyi ve toplumun "bir arada" ve "beraber" yaşamasını büyük ölçüde kolaylaştırabilir (Milliyet, 18.10.1995). Türkiye'de kültürel, sosyal ve siyasal olmak üzere üç ayrı İslâmî yapılanmanın olduğu görüşünü savunan Hakan Yavuz'a göre, Said Nursî ekolü dini rasyonelleştiren, bireye niçin inandığını anlama imkânı veren, insanın şuurlanmasını ve kendisiyle barışık, uyumlu ve huzurlu bir insan ve toplumu esas alan, ayrıca Cumhuriyet devrimlerinin ahlâk alanında bıraktığı boşluğu dolduracak, esnek ve çağın söylemiyle uyum içinde yerel bir söylemi temsil etmektedir. Yavuz'a göre, Fethullah Gülen'de de hoşgörü ve insana verilen değer ön plana çıkıyor. Onun İslâm yorumu, günümüzün gereklerine cevap verecek nitelikte. Gülen, çağdaş bir âlim-aydın (Milliyet, 18.09.1996)

Taha Akyol, Gülen'i, "birleştiricilikten ve dolayısıyla insanlar arasında ayırım yapan değil, onların paylaştığı ortak noktaların öne çıkarılmasından yana, eğitimde kalite ve rekabeti vurgulayan ve araştırma zihniyetini ön plana çıkaran, çoğulcu, barışçı ve geleceğin Türkiyesi için çok yararlı bir insan (Milliyet, 19.10.1995) olarak değerlendirir.

Şahin Alpay, Fethullah Gülen'i, "İslâm diniyle modernliği ve bilimi bağdaştırma gayretinde farklı bir Jön Türk" olarak tanımlıyor ve onun hakkındaki düşüncelerini şöyle sürdürüyor: "Görebildiğim kadarıyla Hocaefendi, İslâm'ın siyasî bir ideoloji, bir parti felsefesi olarak kullanılmasına, toplumun inananlar ve inanmayanlar diye iki kutba bölünmesine karşı çıkıyor. Farklı inanan ve farklı düşünenlerin birbirlerine saygılı, hoşgörülü olmalarını; toplumda barış ve uzlaşmayı savunuyor. Bence Hocaefendi'nin çabaları, dini yerli yerine oturtmamıza yardımcı olabilir. Ben, Hocaefendi'yi, din ile siyaseti ayıran, halkı kamplara bölebilecek düşmanlık kültürüne karşı çıkan, hoşgörülü bir İslâm anlayışının gelişmesine katkıda bulunan bir din adamı olarak algılıyorum. Hocaefendi'nin yaptıklarına saygı gösterilmeli." (Milliyet, 29.07.1995)

Sosyolog Nilüfer Göle, Gülen hareketini, "geçmişle gelecek, gelecek ile modernlik arasında ilintiler kuran muhafazakârlığın manâlandırdığı modernlik" olarak niteliyor. Göle, şöyle diyor:

Fethullah Gülen'in düşüncesi, bireyin tanımında tevazuu, toplumsal dokuda muhafazakârlığı, medeniyet kurulmasında da İslâm'ı cazip kılmaktadır. Geleneksel bastırılmışlık ile modern taşkınlık arasında örselenmiş bireye Allah ile münasebetini kaybetmemiş insanların tevazuu ve hoşgörüsünü örneklemektedir. Batı bireyinin akılcı küstahlığı ve yalnızlığı karşısında, imanı ve marifeti 'kalp kültürü'nde birleştiren 'muhabbet' insanlarını müjdeleyerek, yeni bir özgüven kapısı açmaktadır. Türkiye'de ilk defa muhafazakâr düşünce ile siyasi liberal hoşgörünün derin bir terkibine şahit oluyoruz. (Ergün, 97-8)

Ali Bayramoğlu, "Fethullah Gülen hareketi"ni, siyasî İslâmî hareketlerin yerel İslâmî geleneklere savaş açmasına karşılık, bu geleneklere sahip çıkan, İslâm'ı bu gelenekler açısından yorumlayan, İslâmî gelişmeler açısından siyasî İslâm'a, belki de zamanın ruhuna meydan okuyan, farklılıkları reddetme yerine kabul eden, Anadolu geleneklerine özgü sivil toplum kurumlarına vakıflar yoluyla hayatiyet kazandıran ve İslâm'ı çağın geleneklerine uygun yorumlayan bir hareket olarak görüyor. Bu hareket, kültürel sürekliliği kabul ediyor ve İslâm'ın çoğulcu niteliğini ortaya koyuyor. (Yeni Yüzyıl, 08.07/13.07/26.08. 1995)

"Cemaatler, tarikatlar bu toplumun ve demokrasinin birer gerçeği. Çatışmayı, kutuplaşmayı değil, hoşgörü ve diyalogu savundukları sürece de toplumsal barış ve yumuşamada önemli bir yere sahip olurlar" diyen Hasan Cemal'e göre, siyasî İslâmî çizgiyi benimseyenlerin totalci bir anlayış geliştirmesine karşılık, Fethullah Gülen, şeytandan ve siyasetten Allah'a sığınan çoğulcu bir çizgiye sahip (Sabah, 14.02.1995). Demokratik Sol Parti'den milletvekili olarak Parlamento'ya da giren Süleyman Yağız ise, "Fethullah Gülen ve hareketi, asla irtica ile, mürtecî gruplar ve siyasal İslâmcılarla bir arada mütalâa edilemez" yargısında bulunuyor (Takvim, 03.04.1997). Ünlü televizyon programcısı Mehmet Ali Birand, Fethullah Gülen'in radikal akımlarla hiçbir ilişkisinin olmadığını vurguluyor ve onun, "çok muhtaç olduğumuz bir Türkiye'nin nasıl olması gerektiğini" gösterdiğini belirtiyor. Birand'a göre Fethullah Gülen, uzlaşı ve hoşgörü dolu ve hakkındaki, "yavaş yavaş devlete yürüyen bir insan" olduğu suçlamalarının hiçbir doğruluk payı yok. O, gerçek dindarlara saygı gösterilen bir Türkiye istiyor; yoksa dini kullanarak siyasî bir hedefe yürümek gibi bir niyeti asla taşımıyor (Sabah, 11.05.1997).

Ünlü sanat eleştirmeni Atilla Dorsay, uzun yıllar, Fethullah Gülen'i herhangi bir tarikat lideri gibi görüp, onu zararlı bir kişi olarak takdim eden bir gazetede çalıştığını ve bu sebeple onun hakkında kuşkular beslediğini belirttikten sonra, "fakat daha sonra Hoca'yı izledim ve onu kendisini hep geri planda tutma mahviyetkârlığı içinde ve çeşitli dinlerden cemaat liderlerini onurlandıran barıştırıcı ve diyalogcu bir tutum içinde gördüm" diyerek, Gülen hakkındaki nihaî kanaatını ifade ediyor. Ona göre Fethullah Gülen, "çağdaş bir manevî lider, çağdaş bir din ve inanç adamı. Gülen'in takıyye içinde olmadığını söyleyen Atilla Dorsay, "bir fetret döneminden geçmekte olan Türkiye"nin, manevî ve bilge kişiliğiyle Fethullah Gülen'e ihtiyacı olduğunun altını çiziyor (Yeni Yüzyıl, 02.02.1997; Zaman, 23.06.1995)

Gazeteci Ahmet Tezcan, Fethullah Gülen'i, "İslâm'ı sömüren bir anlayışı üstlenmemiş, ruhanî kimliği ön planda, başka din ve inançtaki insanlara saygılı, âşık ve katıksız bir gönül adamı" olarak tanımlıyor (Akşam, 13.03.1998). Cenk Koray için ise, "Fethullah Gülen denince insanın aklına müthiş bir terbiye, inanılmaz bir edep, özümsenmiş bir tevazu ve okyanuslarca hoşgörü geliyor" (Akşam, 13.03.1998).

Başbakan Bülent Ecevit, Gülen'in "derin din bilgisi, zengin bir felsefe, tarih ve sanat kültürünü birbiriyle birleştirdiği"ni belirtiyor ve "Türk halk tasavvufundaki Allah ve insan sevgisine dayanan hoşgörülü İslâm anlayışının değerini hatırlattığı"na vurgu yapıyor. Ona göre Gülen, "ulusal özelliklerimizi ve birikimimizi de yansıtan bir İslâm anlayışını geliştirmekten yana ve İslâm'ın evreselliğinin buna engel olmadığı"na inanıyor. Ecevit, Gülen'i ayrıca, "İslâm'ın çağdaşlıkla, demokrasiyle ve gelişmeyle bağdaşabileceğini belirten ve ulusal kimliğimizden kopmaksızın Batı'ya açılabileceğimizi, ancak Batı'ya açılırken, Asya ile bağlantımızı da güçlendirmemiz gerektiğini vurgulayan" biri olarak da takdim ediyor (nakl: Ergün, 96-7).

Çetin Altan'ın değerlendirmesi ise şöyle: "Hoca, dünya egemenliği peşinde koşan bir insan değil. İslâm'ı gerçek manâda yaşamak istiyor. Bu haliyle daha verimli, daha boyutlu ve daha üst düzeyde bir görünüm sunuyor... Küçük Asya, zaman zaman evrensel boyutlarda insan yetiştirmiştir. Müslümanlık, dünya ile ters düşmez. Önemli olan, insanın gerçek insan olması, Müslüman'ın gerçek Müslüman olmasıdır. İslâmiyet, bazılarının zannettiği gibi gelişmeye, ilerlemeye hiçbir şekilde engel değildir. Fethullah Hoca, "İslâm'da dogmalara yer yok" diyor. Bu, çok önemli ve çok ilginç. Çünkü, dünyayı gerçekleriyle kavramış bir insan. Müslümanların problemlerini doğru kavramış ve ona çözümler üreten evrensel söyleme sahip bir kişilik. Hazineden geçinen insanlar, devrimci olamazlar. Emeği olmayan insanlar, yaşamayı ve yaşama yön vermeyi beceremezler. Onların öyle bir problemleri de yoktur. Fethullah Hoca devrimci değil, ama emeği olan bir insan, hazineden de geçinmiyor." (Ergün, 98-9)

Güngör Mengi, bayazarı olduğu sabahta Gülen ve hareketi hakkında diğerlerinden farklı düşünmüyordu. Şu satırlar, ona ait: "Fethullah Hoca'nın başlattığı tartışma, dinci köktenciliğe karşı devletin sağladığı güvenceden çok daha sağlam bir sigortayı sisteme kazandırabilir. Fethullah Hoca'nın açtığı kapı, İslâm'ı kendi ulusal kimliğimizle yaşama imkânını bize kazandırmak yolunda aşama olabilir. Lâikliği yıllarca yanlış anladık, lâikliği siyasette dinle ilgilenmemek sandık. O nedenle dini savunmasız bıraktık. Kültürün temelini oluşturan bu büyük güç, o yüzden sömürücülerin oyuncağı oldu. Toplumun yolunu açmak, barışı ve hoşgörüyü güven altına almak için dinin çağdaş kafalar ve kurumlar tarafından sahiplenilmesi gerekiyor. Son günlerin gelişmeleri bu ihtiyacı bize öğrettiyse ne mutlu.." (Sabah, 16.02.1995)

Bekir Coşkun da, Fethullah Gülen'i akıllı İslâm'ın temsilcisi olarak görüyor ve şöyle diyordu: "Özellikle bu içinde bulunduğumuz günlerde hangimizin bu hoşgörüye ve barışa gereksinimi yok?... Bendeniz zaten gözü sulu birisi olarak, Fethullah Gülen'in niye çok ağladığını şimdi daha iyi anlayabiliyorum... Hoşgörü ve barış... Belki de bu sihirli iki kelimede düğümlenen ulusumuzun geleceği, sicim sicim gözyaşları ile çözülebilir... En azından; ağlamak, en yoğun düşünmektir." (Hürriyet, 30.01.1997)

Fethullah Gülen'le önemli bir röportaj geliştiren ve hakkında ciddî araştırmalarda bulunan antropolog Nevval Sevindi, Fethullah Gülen'de "derviş geleneğinin uzantısı olan çilekeşlik, iç dünya ve sevgi ile yaşamı anlamlandırma"nın temel bir yer işgal ettiğini, bununla birlikte, onda büyük bir direncin köklerinin de kendini hissettirdiğini belirtiyor. Ona göre Gülen, bireye inanıyor ve insanın kendi içinde derinleşmeden, hesaplaşmadan, kafa ve kalp bütünlüğünü sağlayamayacağını düşünüyor. "Gazali'nin aydın semasında Pascal unutulmasın, Mevlâna ile semaa kalkarken Pastör'ü laboratuvarda selâmlama eksik bırakılmasın" diyerek, Türkiye için oldukça önemli bir kültür sentezine gebeliğine işaret ediyor.

Sevindi'ye göre Gülen, "dövene elsiz, sövene dilsiz olmayı" erdem kabul ediyor. Çirkin siyasetin ve siyasetçinin onun tansiyon ve şekerinde büyük payı var. O, kendini yenilemeyi devamlı varolabilmenin tek şartı olarak görüyor. Hür teşebbüse inanıyor ve onu gönülden teşvik ediyor. O'nun dünyasında eğitimle kalkınma kol kola ve gelecek için ekonomik olanla kültürel olanın beraberliği esas. Cehalete karşı ilim dinamiğini, yoksulluğa karşı çalışmayı, dayanışmayı ve zenginliği öneriyor.

"Ulusal kültür sentezini üretemeyen, Selçuklu/Osmanlı sentezini inkâr eden aydınlar asla halka ulaşamadılar. Tabanı olmayan, şabloncu bakış onları hep savurdu. Onlar sömürge valisi zihniyetini atamadıkları için, doğan ve yükselen Türk burjuvazisine ideoloji üretemediler. Bu ülkenin kendi tarihinden, koşullarından ve kültüründen sentez üretemeyen aydınlar ve bürokrasi hep dayatmacı oldu. Kendi dışında her şeyi küçümsedi" diyen Nevval Sevindi, Fethullah Gülen'in şabloncu olmadığını, elindeki malzemeden yeni bir değer üretebilmiş ve bilgiyi bir taş yığını olarak değil, bir piramit ya da bina oluşturacak zihnî faaliyet ve süreç şeklinde gören biri olarak, modern Türkiye'de kültürel İslâm'ın sentezini ortaya koyduğunu vurguluyor. Sevindi'ye göre Gülen, ayrıca, Anadolu'nun "gönül gözü" ile baktığı, muhabbet ettiği ve gönül müslümanlığıyla sevdiği bir İslâm anlayışını temsil ediyor. (Fethullah Gülen'le New York Sohbeti, nakl: Ergün, 103-104)

Musevî vatandaşlarımızdan Jefi Kamhi de, Gülen'in İslâm'a yaklaşımını, "asırlar boyunca bütün insanlara sevgi ve saygı gösteren, gittikleri yerlere baskı ve din savaşı değil, tersine, hürriyet götürüp, insanları hürriyetlerine kavuşturan Türklerin Müslümanlığının devamı" olarak değerlendiriyor ve ekliyor: "Gülen hocanın temsil ettiği hoşgörüyü ecdatlarım Osmanlı'dan ve Türkiye'den görmeseydi, ben şimdi hayatta olmazdım." (Zaman, 11.03.1998)

Bilkent Üniversitesi Siyasal Bilimler ve Kamu Yönetimi Bölümü'nde, Prof. Dr. Metin Heper gözetiminde mastır tezi olarak Fethullah Gülen's Views on Islam and Democracy (Fethullah Gülen'in İslam ve Demokrasi konusundaki Fikirleri) ismi altında Gülen Hareketi'ni inceleyen Berrin Koyuncu, çok yönlü tartışmalardan sonra şu sonuca varmaktadır:

İslam'ın Fethullah Gülen tarafından yeniden yorumlanması, Türkiye'de demokrasinin yerleşmesi için bir destek oluşturmaktadır. Bu bağlamda, Fethullah Gülen'in büyük önem taşıyan fikirleri demokrasi, hoşgörü ve Türk Müslümanlığıdır.

Fethullah Gülen'in Fener Rum Patriği Barthelomeos ile bir araya gelmesi, Cumhuriyet döneminde sivil bir toplum liderinin Hıristiyan bir dinî liderle ilk defa buluşması demek olduğundan, hoşgörü ve sivilliğin habercisi olarak algılanmalıdır. Fethullah Gülen, bir toplumun sıhhat ve mutluluğu için en önemli şeyin hoşgörü olduğunu söylemekte ve hoşgörünün de insan ve bilim sevgisiyle gerçekleştirilebileceğini ifade etmektedir.

Fethullah Gülen, ayrıca 'Türk Müslümanlığı' tezini de geliştirmiş bulunmaktadır. Bu kavramın dilimize girmesi, çoğulcu ve özgürlükçü Anadolu Müslümanlığını İslam'ın politize edilmesinin karşısına çıkarmaktadır. Fethullah Gülen, İranlıların ve Türklerin İslam'ı yorumlamaları birbirinden farklı olduğu için Türkiye'nin hiçbir zaman bir İran olamayacağı düşüncesindedir. O, bir milletin kültürünün İslâm'ın yorumlanmasında anahtar rol oynadığı görüşünü savunmaktadır. Bursa Uludağ Üniversitesi'nden Siyasal Bilimler Profesörü Ali Yaşar Sarıbay, Fethullah Gülen'in diyalog, dogmalarla savaş ve faydasız bir Batı düşmanlığını reddetmesi düşüncelerinin önemine parmak basıyor.

Berrin Koyuncu'nun Gülen Hareketi konusunda vardığı neticeleri, Amerika Indiana Üniversitesi Orta Avrasya Bölümü'nde misafir öğretim üyeliği yapan sayın Bülent Aras da paylaşmaktadır. Middle East Quarterly dergisi'nin Eylül 98 sayısında yayınlanan makalesinde sayın Aras şu değerlendirmelere yer vermektedir.

Gülen, İslam'ın çok büyük oranda ferdî hayatı ilgilendirdiğini ve ancak bazı hükümlerinin devletle alâkalı olduğunu belirtiyor. O, İslam'ın devletle alâkalı yanına da çağdaş realitelerin ışığında yaklaşıyor. Bu da onu, demokrasinin şu an için en iyi yönetim biçimi olduğunu sonucuna götürüyor.

Gülen, Anadolu halkının İslâmî anlayış ve yaşantısının başka ülkelerdekinden farklı olduğu görüşünde. Türkiye'de ibadet ve düşünce özgürlüğü olması gerektiğini de sık sık vurguluyor. O, toplum barışı için iki anahtar teklif ediyor: Hoşgörü ve diyalog. "Bu ülkede, ancak birbirimize hoşgörüyle davranarak barış ve güvenliği temin edebiliriz" diyor. (Alistair Bell, Turkish Islamic Leader Defies Radical Label, Reuters, 7 Ağustos 1991) Fethullah Gülen'e göre, kimse kimseyi ne bir dine bağlı, ne de ateist diye kınamamalıdır (The Turkish Daly News, 18 Şubat 1995). Onun hoşgörü ve diyalog konusundaki tavır ve düşünceleri sadece Müslümanları değil, Hıristiyanları ve Yahudileri de kapsıyor.

Kabaca, 1997'den bu yana devam eden sürecin ülkede meydana getirdiği ağır atmosfere rağmen ve Gülen hakkında bir takım iddialara basamak yapılan Haziran 1999 tarihindeki kaset hadisesinden sonra da, görüşlerini aktardığımız bu yazar, bilim adamı ve gazeteci aydınların, bir-iki istisna dışında, hiç biri, görüşlerini değiştirmediler. Toktamış Ateş gibi, Gülen hakkındaki düşüncesinde herhangi bir değişikliğin olmadığını televizyon kanallarında açıkça ifade edenlerin yanısıra, başbakan Bülent Ecevit de, Gülen'in irtica ile alâkasının bulunamayacağını ve onun adıyla birlikte anılan, özellikle Orta Asya'daki eğitim faaliyetlerinin bölgede İran Şiiliğine dayalı köktenciliğin önünde set oluşturduğunu açıkça ifade etti.

Fethullah Gülen'in aksiyonundaki hedefi irdelerken, yukarıda sözünü ettiğimiz, Haziran 1999'da bir medya bombardımanı halinde ortaya konan kaset hadisesine kısaca temas etmekte yarar görüyoruz. Fethullah Gülen'e ait olarak yayınlanan bu kasetlere dayanılarak, bazıları, Fethullah Gülen'in aslında devleti ele geçirme adına gizli gizli siyasî bir hedefe doğru yürüdüğü iddiasını seslendirdiler. Bu konuda yapılan yorumları ve Gülen'in cevaplarını bir tarafa bırakarak, sadece yayınlanan kasetlerin mahiyetine ve yayınlanma tarzına bakmak, iddiaların doğruluğu ve tutarlığı konusunda bize bir fikir vermeye yetecektir.

Bu kasetlerden hareketle Fethullah Gülen hakkında Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi savcılığınca açılan davanın iddianamesine baktığımızda, kasetlerde ne türden kesintiler ve montajlar yapıldığını kolayca görebiliyoruz. Meselâ, iddianamede üzerine 9 rakamı konulan ve ATV'de yayınlanmış bulunan kasette, "Camiden çıkmış, unutmuş, başında takke var diye karakola götürülüyor ve orada ölüyor" cümlesinden sonra, aynı konuşmanın NTV'de yayınlanan (9 numaralı) çözümünde, "şef dönemi" deniyor. Bu ifadeyi, aynı kasedin ATV'de yayınlanan nüshasında bulmak mümkün değildir. Demek ki, kaseti yayınlayanlar, bu sözleriyle Fethullah Gülen'in, ihtimal Mustafa Kemal dönemini kasdettiği izlenimi vermek için, "şef dönemi" ifadesini çıkarmışlardır.

Yine, aynı konuşmanın yer aldığı ATV'de yayınlanan kasette, "İmana ve Kur'ân'a hizmet düşüncesini evlerimizde gerçekleştirmeye çalışıyoruz" şeklindeki cümle, kasedin NTV'de yayınlanan çözümünde yer almamakta; aynı şekilde, ATV'de yayınlanan 8 no.lu kasette yer alan, "Allah, şimdilik Benim adım bu evlerden yükselsin ve Benim adım bu evlerde anılsın, kitaplar okunsun, Ben'den bahisler açılsın, geçmişte camilerde yapılan müzakereler yapılsın" ifadeleri, yine aynı kasedin NTV'de yayınlanan çözümünde bulunmamaktadır. Tersi olarak, bu kasedin NTV'de yayınlanan çözümünde, "o evlerin sâkinleri olarak, büyük dervişler gibi en mükemmel şekilde orucu, en mükemmel şekilde namazı, en mükemmel şekilde tefekkürü icra ederek, tekye ve zaviyede aranan manâyı tam temsil edemezseniz, Hz. Muhammed Mustafa'ya ihanet etmiş olursunuz" cümleleri, aynı kasedin ATV'de yayınlanan çözümlerinde yoktur.

NTV'de yayınlanan 10 no.lu kasedin çözümünde, "Halk Partisi'nin yaptığı kötülüğü sizin tahmin etmeniz mümkün değil, yani benim çocukluğum, Halk Partisi yıkıldığı zaman bile 11 yaşındaydım. Çok fazla bilmem ama, bununla beraber benim gördüklerim bile 300 sayfalık kitap yapar... yani ben bugün diyorum, SHP, CHP, DSP canları cehenneme..." ifadeleri de çarpıtılmış ve değiştirilmiştir. Aynı sözler, 8 no.lu kasedin çözümünde şöyle yer almaktadır: "Halk Partisi'nin yaptığı kötülüğü sizin tahmin etmeniz mümkün değil, yani benim çocukluğum, Halk Partisi yıkıldığı zaman bile 11 yaşındaydım. Çok fazla bilmem ama, bununla beraber benim gördüklerim bile 300 sayfalık kitap yapar. O döneme ait. O zulüm dönemine ait, böyle bir dönemde o, istibdat altında esir iken diyor ki, 'Bu işi yapan %5'tir. %95'i masumdur bu insanların.' Evet... Bugün bence SHP, CHP, DSP canları cehenneme..." Bu sözlerin, CHP döneminin zulümlerinin, o partinin tamamına mal edilmemesi gerektiğini, o zulümleri işleyenlerin parti içinde yer alan %5'lik bir ekip olduğunu vurgulamak ve %95'lik bir çoğunluğu temize çıkarmak için söylendiği açıktır. Bu sözlerin aslı, "Bugün bence SHP, CHP, DSP canları cehenneme diyemezsiniz" olduğu ve sözün gelişi de bunun böyle olduğunu apaçık gösterdiği halde, her iki kasette "diyemezsiniz" çıkarılmıştır.

Söz konusu kasetlerde, Gülen'in asıl maksadını açıkça ortaya koyan, yazılarında ve sohbetlerinde sık sık yer verdiği, "büyük dervişler gibi en mükemmel şekilde orucu, en mükemmel şekilde namazı, en mükemmel şekilde tefekkürü icra ederek, tekye ve zaviyede aranan manâyı tam temsil edemezseniz, Hz. Muhammed Mustafa'ya ihanet etmiş olursunuz" türünden cümleler çıkarılmış, onun maksadını tam tersi yönde gösterecek müdahalelerde bulunulmuştur.

Gülen hakkındaki spekülasyonları Türk medyasında en gerçekçi değerlendirenlerden biri Dr. Tankut Tarcan olmuştur. Tarcan, "Ecevit'in Gülen'e Bakışı Münasebetiyle Bir Bakışın Analizi" başlığı altında, Cumhuriyet'te Mustafa Balbay'ın bir yazısına cevap olarak kaleme aldığı yazısında, Gülen'le ilgili irtica iddiaları ve Gülen'in niyeti, ne yapmak istediği ve yarın ne yapacağıyla ilgili olarak şu görüşlere yer vermiştir:

Bir akımı irtica ile suçlamak, önce irticadan ne anladığımızı açıkça ortaya koymakla mümkün olur. İrticadan kastımız, İslâm mıdır? Sayın yazar, her dinsel eğitimin irticaya dayanacağını var sayıyor. İndirgemeciliğe ve ucuzculuğa bundan daha görkemli bir örnek olamaz! Ya o eğitim veya anlayış, doğası gereği irticaya karşıysa? Demek istiyorum ki, günümüzde İslâm'ın örneğin bir terör dini olduğu, terörü yüreklendirdiği öne sürülüyor. Oysa, Kur'ân'da en ağır cezalar terör ve anarşi karşısında öngörülen cezalardır. Buna karşılık, bazı Müslümanlar terörist olabiliyorsa, bu İslâm'ın suçu olamaz. Aynı şekilde, bazılarının yanlış anlamalarından veya bazı ülkelerdeki sosyal-siyasal koşulların neden olmasından dolayı İslâm'ın çoklarınca siyasal bir ideoloji olarak algılandığı ve o şekilde kullanılmaya çalışıldığı bir realitedir. Fakat, İslâm'ı bunun tam tersi olarak algılayanlar ve onu erdemli bireyler yetiştirme sistemi olarak görenler, diğerleriyle aynı kategoriye mi konmalı? Yıllardır bilime karşı diye eleştirilen İslâm'ı, manevî veya ahlâkî ilkelerden soyununca, insanlığa yarar kadar zarar da getiren bilimle bir noktada birleştirmişsiniz ve bunu okullar açarak kanıtlamış ve hattâ dinsel duyguları bilime hizmetçi yapmışsınız. Bu, adeta bir tez düzeyine yükselmiş. Ülkemiz adına bundan kocunmanın anlamını kavramada doğrusu güçlük çekiyorum. Bilimi ve doğurduğu teknolojiyi, bütünüyle insanın yararına kullanmak, ahlâkî ilkelere bağlı bilim adamları ve devlete hizmet verecek yöneticiler  çalmayan, yolsuzluk yapmayan, yönetici olmayı halka hizmetçi olmak şeklinde değerlendiren memur ve yöneticiler  yetiştirmek; alkol, uyuşturucu ve şiddetten uzak, insanlara saygılı bir gençlik üzerinde durmak, karşı çıkılacak bir şey midir? Böyle bir şeye, eğer bir yanlış anlama veya yanlış bilgilendirmeden kaynaklamıyorsa, ancak hırsızlığın, yolsuzluğun, halka baskının, alkol ve uyuşturucu bağımlılık ve ticaretinin meydana getirdiği bataklığı kendi çıkarlarına daha uygun görenler karşı çıkabilir.

Gülen'in yarın ne yapacağı, "100 kilometre ile değil de, 5 kilometre ile giden bir siyasal hareket" mi olup olmadığı konusunda karar vermek de gayet kolay.

Gülen hareketi, İslâm tarihinde tasavvuf ve ilmî ekolden gelenlerin sürdüregeldiği bir harekettir. Ana özelliği gereği siyaset dışıdır. Yalnızca lâikliğin egemen olduğu günümüz sisteminde değil, İslâm'ın ad olarak da olsa siyasal iktidarda bulunduğu geçmiş dönemlerde de siyasete bulaşmama tezi üzerine oturan bir harekettir bu. İslâm fıkıh ekolleri önderlerinin hiç biri, hadisçilerin hiç biri, tefsircilerin hiç biri, önemli tasavvuf büyüklerinin hiç biri siyasete karışmamış, bu konuda daima bölücü değil, birleştirici olmayı yeğlemiş ve "Başınızdaki yöneticilere sövmeyin. Onlara dua edin. Siz iyi olursanız Allah da onları iyi eder. Siz kötü olursanız, onlar da kötü olur" şeklindeki Peygamber öğütleri çerçevesinde davranmışlardır. İlginçtir, Said Nursi, halifeliğin, daha lâyık oldukları halde, neden Peygamber ailesinden gelenlerde kalmadığı sorusuna yanıt verirken, "dünya saltanatı aldatıcıdır. Halbuki onlar, başka bir saltanata, âhiret saltanatına namzettiler. Bu yüzden, Allah onlara dünya saltanatını vermedi." der. Gülen de aynı şekilde, siyasetle uğraşmayı, "bulunduğum mevkiden inmek kabul ederim, ben Allah'ın rızasını arıyorum, O'dan büyüğü yoktur" diyor. Fakat, bizim bazı aydınlarımız ve devlet çarkının bazı kanatları her İslâmî hareketi, siyasal bir hareket olarak görme yanlışına düşüyor. İslâm'ın siyasal bir hareket halinde algılanması, son yüzyılda, Orta Doğu'daki baskıcı rejimler karşısında başkaldıran insanların İslâm'ı adeta bir ideoloji olarak sunmalarından kaynaklanmıştır. Gülen hareketiyle Refah hareketi de zaten bundan dolayı anlaşamamakta, uyuşamamaktadır; siyasete yürüme stratejisi açısından değil, İslâm siyasal bir ideoloji olarak mı, bir "din" olarak mı algılanmalı noktasında uyuşamamaktadır; yani farklılık temeldedir; yüzeyde ve stratejide değildir.

Gülen hareketi, İslâm'ın İran veya Suûdî Arabistan varyasyonunun tersi olduğu ve bunlarla barışamayacağı en objektif bir gerçek iken, onunla Suudîler arasında bağlantı kurmak, sonra onu oradan ABD'ye uzatmak, ayıpların en büyüğü; bir gerçeği tam tersi olarak sunmaktan farksız. Kaldı ki, biz yıllardır Batılılaşmaya ve onun başı olarak Amerikalılaşmaya çalışmıyor muyuz? Amerika'nın "en sadık müttefiki" değil miyiz? Bir hareketi bir yandan İslâm'dan kaynaklanmakla suçlayacak, bir yandan en önemli özelliklerinden birini anti-Batıcı ve anti-Amerikancı olmak teşkil eden siyasal İslâm'la aynı görecek, bir yandan da onu Amerika bağlamında ele alacaksınız. Bu kadar çelişki, muhataba sadece saygısızlıktır. İnsanların kendilerine saygıları olmayabilir. Ama, onlardan muhataplarına saygılı olmayı beklemek, en azından üstlendikleri fonksiyonun ve insana saygının gereğidir.

Kısaca: Gülen hareketi, Türkiye'nin yarınlara büyük bir ülke olarak yürümesinde destek olucu bir potansiyel sunmaktadır. Merak etmeyin, askerlik dışında ellerine hayatta silah almamış ve bıçak bile taşımayan insanların devleti ve ülkeyi ele geçirme davası gütmeleri için deli olmaları gerekir; şimdiye kadar, hiçbir zaman böyle bir söylevi seslendirmemiş, aksine tam tersini savunmuş ve silahla, örgütle, kavga ile, devrim gibi şeylerle ilgisiz insanların devleti ele geçirmelerinden korkmak için de, insanın ya aklından zoru, ya yetersiz bilgilenmiş veya kandırılmış, ya da başka çıkarlar adına hareket ediyor olması gerekir. Tarihte de bu şekilde hiçbir devlet ele geçirilmemiştir. Kur'ân, "fitne katilden beterdir" der. Bunu prensip edinmiş, ülke içinde her türlü "fitne"nin şiddetli karşısında olmuş, sürekli nizam, intizam ve asayiş demiş bir hareketin siyasal hesapları olmaz. (Ergün, 222-26)

Ali Ünal, Bir Portre Denemesi, Nil Yayınları, İstanbul, 2002


Nursi, Bediüzzaman Said, Şualar, Envar Neşriyat, İstanbu
Nursi, Bediüzzaman Said, Sünûhât, Envar Neşriyat, İstanbul
Ergün, Abdullah, Medya Aynasında Fethullah Gülen, Merkür Yayınları, İstanbul 1999
Sevindi, Nevval, Fethullah Gülen ile New York Sohbeti, Sabah Yayınları, İstanbul 1997