Fethullah Gülen'in Temel İslâm Anlayışıyla İdeolojik-Siyasî İslâmî Hareketlerin Kısa Bir Karşılaştır

İman

Fethullah Gülen'in İslâm anlayışında birinci yer, her zaman imana ait olmuştur. Çünkü, Bediüzzaman'ın değerlendirmeleriyle, iman, yalnız icmâlî ve taklidî bir tasdikle sınırlı olmayıp, bir çekirdekten tâ büyük hurma ağacına kadar ve eldeki aynada görülen güneşin misalinden tâ deniz yüzündeki aksine ve güneşin bizzat kendine kadar mertebeleri ve inkişafları olduğu gibi, yine imanın dereceleri ve binbir İlâhî İsim ve diğer iman rükünlerinin kâinatın hakikatlarıyla alâkalı çok hakikatları vardır. Bütün ilimlerin, marifetlerin ve insanî kemâl mertebelerinin en büyüğü imandır ve tahkikî imandan gelen teferruatlı ve delilli kudsî marifettir... Taklidî iman, şüpheler karşısında kolay mağlûp olur. Tahkikî imanda da pek çok mertebeler, İlâhî isimler sayısınca tezahür dereceleri vardır. Bu mertebelerden 'ayne'l-yakîn' mertebesine çıkabilenler, bütün kâinatı bir Kur'ân gibi okuyabilecek dereceye gelirler. İmanın bir mertebesi de 'hakka'l-yakin'dir. İşte, gerçek imanı elde edenlere her türlü şüphe orduları en ufak bir tesir yapamaz... (Emirdağ Lâhikası 1, 103-104)

İlmî-Manevî-Ruhî Yaklaşım, İdeolojik-Siyasî Yaklaşım

Fethullah Gülen, İslâm'a öncelikle kalbe, ruha ve zihne hitap eden ve davranışları yönlendiren bir 'din' olarak bakmış ve temele iman, ibadet, ahlâk ve muameleyi yerleştirmiştir. Buna karşılık, ideolojik-siyasî İslâmî hareketler ise, şüphesiz iman, ibadet, ahlâk ve davranışa da önem vermekle birlikte, Müslümanların son 2-3 asırlık mahkûmiyetini daha çok sosyal, ekonomik ve siyasî sahada aramışlar, çöküşü burada aradıkları gibi, yeniden dirilişin de bu sahalarda olabileceğini düşünmüşler, dolayısıyla İslâm'a, şüphesiz diğer esasları da kabûl etmekle birlikte, daha çok bir ideoloji, sosyal-ekonomik-siyasî bir sistem gibi yaklaşmışlardır. Oysa Fethullah Gülen için, Müslümanların son 2-3 asırlık mahkûmiyetleri birinci planda ruhta sefilleşmeden, inanç, ibadet ve ahlâktaki ciddî erozyonlardan kaynaklanmıştır. O, "bizim esas problemimiz, İmparatorluğun yıkılmış olması değildir. Problemimiz, ruh planındaki iflasımızdır. Ne acıdır ki, devleti idare edenler, bunu bir türlü anlayamamışlardır ve anlayamıyorlar" der ve bu noktayı tahlil ederken, şunları kaydeder:

İnsan, bu dünyada ruh ve beden gibi birbirinden farklı iki kuvveti temsil etmektedir. Zaman zaman bu iki kuvvetin birleşip bir bütün teşkil ettikleri müşahede edilse bile, ekseriyet itibariyle zıtlaştıkları ve birinin zaferi diğerinin hezimetini netice verdiği görülmektedir. Bedenî isteklerin şaha kalktığı ve azgınlaştığı bir bünyede ruh çelimsiz, dermansız ve cismanî arzuların âzat kabul etmez kölesi olmasına karşılık, nefsin iştihalarına baş kaldırıldığı, kalbin akla, ruhun bedene hâkim kılındığı bir bünyede ruh, binbir labirenti bir solukta aşar ve ölümsüzlüğe ulaşır.

Ruh planında çökmüş bir ülkenin her bucağı, yüzlerce zafer takı ve dragon timsalleriyle süslense dahi, mezardan farkı yoktur. Evet, ruhun zafer solukları üzerine kurulmamış bir dünya, kaba kuvvetin elinde bir oyuncak; onun faziletli ikliminde geliştirilmemiş bir kültür, insanlığın yolunu kesmiş bir cadı ve böyle bir ülkede yaşayan yığınlar da, buhrandan buhrana sürüklenen gözü bağlı talihsizlerdir. Ne var ki, şahsî haz ve zevklerinden başka birşey düşünmeyen ve bir türlü varlığını başkalarının mutluluğuyla birleştiremeyen ham ruhlara, hiçbir zaman bunu anlatmak da mümkün olmayacaktır. Ah! Ne olurdu, bir kere bunlar da nefis ve benlikleri cihetiyle yokluğa erip, ruhta ebedîleşmenin sırrını kavrayabilselerdi!..

Güçlü ve muzaffer insan, kendini yenen insandır. Nefis ve kötü tutkuların esaretinden kurtulamamış sefil ruhlar, cihanlar fethetseler dahi mağlûp sayılırlar. Böylelerinin, bir baştan bir başa dünyayı işgal etmelerine fetih denemeyeceği gibi, istilâ ettikleri yerlerde de uzun zaman pâyidar olmalarına imkân yoktur. Kendini cihanın tek hakimi görme çılgınlığıyla, filozof Molmey'in şahsında ilim ve fazileti tokatlayan Napolyon, bilmem ki ruhtaki bu hezimet ve yenilmenin Waterloo'daki mağlubiyetten daha acı ve daha alçaltıcı olduğunu anlayabilmiş miydi?.. Merzifonlu, ordusunun Viyana'daki bozgunundan evvel, kendi içinde yenilmişti. Kumandanın ruhundaki hezimetle başlayıp yaygınlaşan tarihimizdeki bu ilk bozgun, onun kellesini alıp götürmeden başka, cihanın en muazzam ordusuna, firar etme gibi, o güne kadar bilmediği bir şeyi de öğretmiş oluyordu. Arslan yürekli Yıldırım Han, Çubuk'ta değil, hasmını hakir ve kendini yeryüzünün biricik hükümdarı saydığı gün yenilmişti... Ve daha kimler... Buna karşılık Tarık, Herkül sütunlarını geçip bir avuç fedaisiyle, 90.000 kişilik İspanya ordusuna galebe çaldığı zaman değil, Toleytola'da kralın servet ve hazineleri karşısında: "Tarık, dikkat et! Dün bir köleydin, bugün muzaffer bir kumandan, yarın toprak altında olacaksın!" dediği ve coştuğu an, ruhuyla kanatlanmıştı ve muzafferdi. Cihanı iki hükümdar için az gören Yavuz, dünyanın dört bir bucağını velveleye veren ordusuyla, krallara taç verip taç aldığı günlerde değil, Ridaniye zaferini müteakip İslâm dünyasının biricik hükümdarı ünvanıyla İstanbul kapılarına kadar gelip de tebanın alkış ve alâyişini görmemek için, halkın uykuda olduğu bir saati kollayıp, pâyitahta sessizce girdiği zaman gerçek fâtih; hocasının atının ayağından sıçrayan çamurla kirlenmiş -Estağfirullah!- ıtırlanmış cübbesinin, tabutuna sarılmasını vasiyet ettiği zaman da muzafferdi. Romalı kumandan Katon, Kartacalıları yendiği zaman değil; ordusu zafer nâralarıyla başkente girerken, kumandanlık at ve formalarını krala teslim edip: "Ben milletime hizmet için savaşmıştım, şimdi vazifem bitti, köyüme dönüyorum." dediği zaman muzafferdi ve milletinin gönlüne taht kurmuştu...

Bir ağacın boy atıp gelişmesi için kökleri ne ise, bir insanın da maddî-mânevî füyûzat (gelir, gelişme) hislerinden fedakârlığı aynı şeydir. Ağaç, köklerinin sağlamlığı nisbetinde serpilip geliştiği gibi, insan da menfaat düşüncesinden, bencillikten sıyrılıp, başkaları için yaşadığı sürece gelişir, yükselir ve başı bulutlara erer. (Sızıntı, Temmuz 1983)

Bu temel kalkış noktası farklılığından dolayı, ideolojik-siyasî yaklaşımlarda kişilerin ferdî İslâmî yaşantıları üzerinde fazla durulmaz ve insanların harekete kazandırılmaları ön plana çıkarken, Fethullah Gülen ise, farklı bir yönde gitmektedir. Meselâ şu sözler, onun hareket noktasını ve çizgisini bir açıdan anlamamıza kâfidir:

Dünyayı düzeltmeğe kalkanlar, önce kendilerini düzeltmelidirler. Evet, önce içlerini kinden, nefretten, kıskançlıktan; dışlarını da her türlü uygunsuz davranışlardan temiz tutmalıdırlar ki, çevreye misal teşkil edebilsinler. Kendi içini kontrol edememiş, nefsiyle savaşamamış, duygu âlemini fethedememiş kimselerin etraflarına gönderecekleri mesajlar, ne kadar parlak olursa olsun, ruhlarda heyecan uyaramayacak, uyarsa da sürekli bir tesir bırakamayacaktır. (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 208)

Bu konu, oldukça önemlidir. Gerçi İslâm, ne Musevilik gibi, zamanla dünyevî yanı ağır basmış bir dindir, ne de Hıristiyanlık gibi, ortada daha çok mistik yanları kalmış ve Kilise gibi bir kurumla temsil edilen bir din de değildir. Kur'an-ı Kerim, "Ey iman edenler! Allah Rasûlü, (Allah'ın vahyi ile) sizi size hayat verecek şeylere çağırdığı, Allah'a ve o Rasûl'e uyun" (Enfal/8: 24) buyurur. Yani İslâm, hayata hayat olmak için gelmiştir. Fakat bu "hayata hayat olma" işinde asıl olan, onun iman esasları ve bunların başında gelen, diğer esasların da üzerine oturduğu Allah'ın varlığına ve mutlak, aşkın birliğine imandır. Bundan sonra Âhiret'e iman gelir. İmam-ı Gazalî gibi, hüccetü'l-İslâm, yani İslâm'a delil kabûl edilen müceddit bir zat, Faysalü't-Tefrika isimli eserinde İslâm'ın iman esaslarını temelde Allah'a, Âhiret Günü'ne ve peygamberliğe iman olarak üç kategoride ele alır. Kitaplara iman peygamberliğe imanın, insan iradesini de içine alacak şekilde Kader'e iman Allah'a imanın ve meleklere iman da, hem Allah'a hem peygamberliğe imanın içinde değerlendirilir. Bediüzzaman, Kur'ân'ın ana maksatlarını ve dolayısıyla İslâm'ın temellerini Allah'a iman, Âhiret, peygamberlik ve ibadet-adalet şeklinde sıralar (İşârâtü'l-İcâz, 12). Bunlar, İslâm'ın esasıdır ve 'usûl' olarak anılırlar. Bütün peygamberler, istisnasız bu dört esası misyonlarına temel yapmış ve bundan sonra, bu dört esasın üzerine namaz, zekât, oruç, hac gibi ibadetler bina edilmiştir. Daha sonra, bunlarla birlikte anne-babaya en üst düzeyde iyilik; akrabaya, miskine, yoksula ve yolda kalmışa hakkını verme; saçıp savurmama ve cimrilik de etmeme; çocukları öldürmeme ve her türlü katlden kaçınma; zinaya yaklaşmama; içki içmeme; şans oyunlarına kapılmama; kimsenin malına el atmama; ahde vefa; asla yalan söylememe; emanete ihanet etmeme; insanlara ilişkilerde her zaman doğruluğu muhafaza etme; kin, haset, kıskançlık, gıybet, dedikodu gibi her türlü kötü huyları bırakma; ölçü ve tartıda asla hile yapmama; ilim sahibi olunmayan konuda söz söylememe; böbürlenmeme; sözün en güzelini söyleme gibi temel ahlâkî ve haram-helâl düsturları gelir. Kur'ân, mü'minleri överken, genellikle bu noktaları esas alarak över (Müzzemmil/73: l-4, 6-7; Müddessir/74: l-5; Ra'd/13: 20-22; Enbiya/21: 49; Mü'minûn/23: l-5, 8-11, 57-6l; Furkan/25: 63-75; Şura/42: 36-39; Secde/32: l5-l6; Zümer/39: 9; Zariyat/51: l7-l8; Necm/53: 32; İnsan/76: 7-10).

İslâm, şüphesiz hayatın içinde ve onu kuşatan bir dindir ve elbette sosyal, ekonomik ve idarî boyutları da olacaktır. Ayrıca, 14 asırlık tarihinde büyük medeniyet ve devletlerin dini olmuştur. Özellikle Peygamber Efendimiz'in risaletinin Medine döneminde ve ardından ilk Dört Halife devrinde hayatın bütününe, hem de bütün cepheleriyle tam bir bütünlük içinde hükmetmiş olmakla birlikte, bilâhare bir fonksiyon ayrışması yaşanmış, Peygamber Efendimiz'in, Bakara/2:151 âyetine dayanılarak daha önce anılan fonksiyonlarından, insanlara Kitab'ı ve âyetleri öğretme işini âlimler ve tabiî ilimlerin uzmanları, onları kalben eğitme işini de bilhassa tasavvuf cereyanları üstlenmiştir. - Tasavvuf ve tarikat birbirine karıştırılmamalıdır. Zaman içinde tasavvuf adıyla anılan disiplin, İslâm'ın öngördüğü ruhî hayat seviyesinin kazanılmasını esas alır ve dinin özüdür. Tarikatlar ise, çok sonra ortaya çıkmış ve belli kuralları olan müesseselerdir. İslâm tasavvufunun asıl önderleri olan Fuzayl bin Iyaz, İbrahim bin Edhem, Cüneyd-i Bağdadî gibi şahsiyetler zamanında tarikatın adı bile geçmiyordu. Bu çerçevede, ulemanın (âlimler) ve Tasavvuf önderlerinin hiçbir zaman yönetimle ve siyasetle alâkalanmadıklarını, kendilerini bütünüyle ya ilme, ya da insanları kalben eğitmeğe adadıklarını, İslâm'ın selâmeti ve insanların saadeti adına idarecilere irşad, ikaz ve tavsiyelerde bulunduklarını görürüz. Bu hususa dikkat çeken Bediüzzaman, halifeliğin neden Ehl-i Beyt'te kalmadığını ve Hz. Hasan, Hz. Hüseyin gibi, Peygamber torunu, hilâfete kendi zamanlarındaki halifelerden çok daha lâyık ve bütün ümmetin hürmetini kazanmış Ehl-i Beyt mensuplarının katle maruz kaldığını izah için şu, oldukça önemli açıklamayı yapar:

Hasan ve Hüseyin ve onların hanedanları ve nesilleri, manevî bir saltanata namzed idiler. Dünya saltanatı ile manevî saltanatın cem'i (birleştirilmesi) gayet müşkildir. (Allah,) onun için onları dünyadan küstürdü, dünyanın çirkin yüzünü gösterdi. Tâ, kalben dünyaya karşı alâkaları kalmasın. Onların elleri muvakkat (geçici) ve surî (sözde) bir saltanattan çekildi; fakat parlak ve daimî bir saltanat-ı maneviyeye tayin edildiler; âdi valiler yerine, evliya aktablarına (kutuplar) merci oldular. (Mektubat, 55)

Saltanat-ı dünyeviye aldatıcıdır. Âl-i Beyt ise, hakaik-i İslâmiyeyi (İslâmî hakikatler) ve ahkâm-ı Kur'âniyeyi (Kur'ân'ın hükümleri, aslî kaideleri) muhafazaya memur idiler. Hilafet ve saltanata geçen, ya Nebi gibi masum olmalı, veyahut Hulefa-yı Raşidîn ve Ömer İbn-i Abdülaziz-i Emevî ve Mehdi-i Abbasî gibi hârikulâde bir zühd-ü kalbi olmalı ki, aldanmasın. Halbuki Mısır'da Âl-i Beyt namına teşekkül eden Devlet-i Fatımiye Hilafeti ve Afrika'da Muvahhidîn Hükûmeti ve İran'da Safevîler Devleti gösteriyor ki; saltanat-ı dünyeviye Âl-i Beyt'e yaramaz, vazife-i asliyesi olan hıfz-ı dini (dini korumak) ve hizmet-i İslâmiyeti (İslâmiyet'e hizmet) onlara unutturur. Halbuki saltanatı terk ettikleri zaman, parlak ve yüksek bir surette İslâmiyet'e ve Kur'ân'a hizmet etmişler.

İşte bak! Hazret-i Hasan'ın neslinden gelen aktablar (kutuplar, maneviyat büyükleri), hususan Aktab-ı Erbaa (Dört büyük kutup: Abdülkadir-i Geylanî, Hayat b. Kays el-Harrani, Şeyh Harakani, Hasen Şazelî veya İbrahim Desukî) ve bilhassa Gavs-ı A'zam olan Şeyh Abdülkadir-i Geylanî ve Hazret-i Hüseyin'in neslinden gelen imamlar, hususan Zeynelâbidîn ve Cafer-i Sadık ki, her biri birer manevî mehdi hükmüne geçmiş, manevî zulmü ve zulümatı dağıtıp, envâr-ı Kur'âniyeyi (Kur'ân'ın nurları) ve hakaik-i imaniyeyi neşretmişler. Cedd-i emcedlerinin (Mübarek cedlerinin, Rasûlüllah'ın) birer vârisi olduklarını göstermişler. (Mektubat, 100)

İslâm'a bilhassa devlet ve siyaset açısından bakanlar tarafından yanlış anlaşılabilecek bu husus oldukça önemlidir. Siyaset ve ideoloji temelli olmakla, zihnî ve kalbî tatmine, ibadette derinliğe, marifet ve aşka gerektiği ölçüde değer veremeyen hareketler İslâmî safiyeti korumakta zorlanacağı gibi, maddî, siyasî ve askerî fetihler, eğer ilim ve maneviyat hareketleriyle desteklenip, önce kalblere ve zihinlere, sonra da bir medeniyet halinde toprağa nakşolmazsa, asla ömürlü olamaz. Cengiz ve İskender'in askerî başarıları buna en anlamlı birer örnektir. Buna karşılık, Sahabe döneminde yapılan fetihler, Sahabe, Tabiûn (Sonraki İlk Nesil) ve Tebe-i Tabiîn (Daha Sonraki Nesil) dönemindeki, insanlık tarihinde eşsiz bir ilim ve maneviyat hareketiyle desteklenmiş, beslenmiş ve bu hareketlerle İslâm, fetholunan yerlere, oralardan bir daha çıkarılamayacak şekilde yerleşmiş ve tarihin belki de en muhteşem medeniyetine varlık kazandırmıştır. Bu bakımdan, İslâm'ın yayılmasında, korunmasında ve İslâm'a hizmette devletin ve kuvvetin rolü daima arka planda kalırken, ilmî ve manevî hareket, her zaman en önde geldiği gibi, bu hareketle ortaya konan hizmet kalıcı olur. İslâm tarihi boyunca bütün büyük âlimler, maneviyat önderleri ve mücedditler (belli zaman dilimlerinde dini diriltmek için gelen en büyük âlim ve mürşidler) de hep bu yolu takip etmişlerdir.

Gerçekten de, İslâm tarihi boyunca gelmiş bütün büyük âlimler, tefsirciler, hadisçiler, fakihler, tasavvuf büyükleri ve İmam-ı Gazzalî, İmam-ı Rabbanî, Şah Veliyyullah gibi müceddit (dini diriltici) kabûl edilen büyük zatların hemen hiç biri siyasete, sisteme karışmamış, sadece "Nasılsanız öyle idare olunursunuz" (El-Hindî, 1985, 6:89) Peygamberî prensibinden ve "İdarecilerinize başkaldırmayın ve onlara beddua da etmeyin. Siz iyi olursanız, Allah da onları iyi eder. Siz kötü olursanız, Allah da başınıza kötü idareciler getirir" (Ebu Nuaym el-İsfahanî, Hılyetü'l-Evliyâ) hadislerinden ve aynı manâdaki ilgili Kur'ân âyetlerinden hareketle, insanları iman, ibadet ve ahlâk noktasında kemale ermeğe çağırmış ve erdirmeğe çalışmışlardır. İslâm tarihinde Haricîlerin ve İran Şiîliğinin dışında hiçbir ekol veya kimse siyaset eksenli hareket etmemiş, bilhassa Ehl-i Sünnet, hiçbir zaman dini siyasetin emrine vermediği gibi, dini siyasete de alet yapmamıştır. Bunların hepsi, insanların nasıl bir siyasî ve idarî sistemle yönetilecekleri meselesini "Allah'ın işi, Allah'a ait bir iş" olarak görmüş ve buna karışmayı Allah karşısında edebe aykırı kabûl etmişlerdir.

Önemli Bir Başka Doktriner Boyut

Konunun, bilhassa günümüzle alâkalı çok önemli bir başka doktriner boyutu daha vardır.

Bedir Savaşı'nın ardından, Peygamber Efendimiz (sav), esirlere nasıl davranmaları gerektiği konusunda Ashabıyla istişarede bulunur. Hz. Ebu Bekir, "Ya Rasûlellah, bunlar kavmin büyükleridir. Her ne kadar size ve İslâm'a büyük kötülüklerde bulunmuşlarsa da, eğer kendilerini affedersek, onların ve bütün Mekkelilerin kalplerini kazanmış oluruz" der. Hz. Ömer ise, "Ey Allah'ın Rasûlü, bunlar kavmin büyükleridir. Eğer bunları öldürürsek, diğerleri, müşriklere karşı kalbimizde merhamet olmadığını anlar ve bir daha karşımıza çıkmaya cesaret edemezler" fikrinde bulunur. Peygamber Efendimiz, Hz. Ebu Bekir'in görüşünü kabûl eder ve şöyle der:

Ey Ebu Bekir, sen İbrahim gibisin. O, Allah'a (âsî kavmi) hakkında şöyle dua etmişti: "Kim bana uyar, benim yolumdan giderse, o bendendir; kim de bana âsî olursa, ya Rab, şüphesiz Sen günahları çok bağışlayan ve merhameti pek bol olansın (İbrahim/14: 36)." Ayrıca sen, İsa gibisin de. O da şöyle dua etmişti: "Yâ Rab, eğer (Sen'den başka beni ve annemi de tanrı kabûl edenleri) cezalandırırsan, ne diyeyim, onlar Senin kulların. Yok, onları affedersen, şüphesiz Sen, onur ve yenilmez güç sahibisin ve her yaptığında mutlak hikmetler bulunansın" (Mâide/5: 118).

Peygamber Efendimiz (sav), daha sonra Hz. Ömer'e dönerek şunları söyler:

Ey Ömer, sen ise Nuh gibisin ki, o, (950 yıl inanmamakta ve kötülüklerde direnen kavmi hakkında) Allah'a şöyle dua etmişti: "Yâ Rab, yeryüzünde tek bir kâfir bırakma; eğer bırakırsan, onlar da yine kâfir doğurur." (Nuh/71: 26) Sen, aynı zamanda Musa gibisin ki, o da, (Firavun ve aristokrasisi hakkında) şöyle dua etmişti: "Yâ Rab, onların mallarını mahvet ve kalblerini sık; çünkü onlar, böyle can yakıcı azabı görmedikçe inanmazlar." (Yunus/10: 88) (Ahmed İbn Hanbel, Müsned, 1:383)

Bu önemli hâdise, İslâm adına da çok önemli bir gerçeği ortaya koymaktadır. Şöyle ki:

Peygamber Efendimiz'in misyonu, gördüğü vazife ve dönemi, önceki bütün peygamberlerin ve peygamber olmamakla birlikte benzer vazife gören büyük zatların misyonlarının bir meyvesi, muhassalası, kendinden sonra farklı zamanlarda, farklı şartlarda yürütülecek tebliğ çalışmalarının da çekirdeği mesabesindedir. Yani, Peygamber Efendimiz'in misyonunda, en azından Kur'ân'da adı geçen bütün peygamberlerin ve peygamber olmamakla birlikte, benzer vazife gören zatların misyonlarını, belli derecelerde görmek mümkündür. Bunlardan her biri, O'nun temsil ettiği küllî İslâmî tebliğin bir cephesini oluşturur. Aynı şekilde, Peygamberimizden sonraki tebliğ çalışmaları ve bu maksatla gelecek şahısların ve toplulukların faaliyetleri de, önceki misyonların birini veya birkaçını, yani İslâmî tebliğin bir veya birkaç cephesini temsil edebilir.

Peygamber Efendimiz'den önceki peygamberlerin misyonları belli bir veya birkaç kavimle, en azından belli bir zamanla sınırlı olduğundan, o peygamberlerin karakterini de bir bakıma misyonları belirliyor ve bu misyon ve karakterlerden en önemli ve en kapsamlı iki tanesinden birini Hz. Nuh ve Hz. Musa, diğerini Hz. İbrahim ve Hz. İsa (Allah'ın selâmı hepsinin üzerine olsun!) temsil ediyordu. Hz. Nuh ve Hz. Musa'nın misyon ve karakterinde yerine, zamanına, şartlara ve muhataplara göre sert davranma ön planda görünürken, Hz. İbrahim ve Hz. İsa'nın misyon ve karakterinde ise şefkat, merhamet, af ve yumuşaklık öne çıkıyordu. Bu her iki davranış şeklinden ana maksat, şüphesiz insanları eğitmek ve insanî kemalâta yükseltmekti.

Hz. Nuh'un kavmi, inkârda ve kötülüklerde öylesine direttiler ki, 950 yıl kendilerine yapılan tebliğe müsbet cevap vermediler ve müsbet doğrultuda kendilerini değiştirmeğe yanaşmadılar (Nuh Suresi/71). Firavun ve oligarşisi de aynı idi. Allah, farklı zamanlarda, üzerlerine kan, tufan göndermek, çekirge ve kurbağa yağdırmak gibi âfetlerle kendilerini sürekli ikaz buyurmuşsa da, her defasında Hz. Musa'ya müracaatla, gönderilen azap üzerlerinden kalktığında inanacakları sözü vermelerine rağmen inkârda ve İsrail Oğulları'nı serbest bırakmamakta direttiler (A'râf/7: 133-35). Allah'ın Dini'nde her zaman için temel esas rahmet, merhamet, şefkat ve af olmakla birlikte, ne Hz. Nuh'un ne de Hz. Musa'nın kavminin iman etmesi ve kötülüklerinden vaz geçmesi artık mümkün görünmediğinden, bunlara yapılacak dua ancak Hz. Nuh ve Hz. Musa'nın duası gibi olmalıydı ve onlar da o şekilde dua ettiler.

Evet, Allah'ın Dini'nde her zaman için temel esas rahmet, merhamet, şefkat ve af olup, özellikle çekirdeği hükmündeki "Besmele"de Allah'ı, bütün sıfatlarından önce Rahman ve Rahîm olarak takdim buyuran İslâm'ın en önemli ve aslî cephesi budur ve bunu önceki peygamberler içinde en önde temsil eden iki peygamber Hz. İbrahim ile Hz. İsa, onlardan daha önde temsil eden de, bütün varlıklara rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed (sav) olmuştur. Fethullah Gülen, âhir zaman denilen şu zaman diliminde medeniyet bir derece umumileştiği için ve, şüphesiz uygulayanları da olmakla birlikte, en azından teoride temel hürriyetler, temel insan hakları, hoşgörü, humanizm gibi medeniyet değerleri ön plana çıktığından, artık insanlarla münasebetin ikna, yani diyalog ve karşılıklı iyi münasebet çerçevesinde olması, bir başka ifade ile, İslâm'ın veya Muhammedî ruhun İbrahimî ve İsevî yanının, bu peygamberlerce temsil edilenin de ötesinde öne çıkarmak gerektiği görüşünü benimsemektedir. Dinin, özünden ve ruhundan uzaklaştırılıp merasimler yığını haline getirildiği, ferdî planda bile yaşanmadığı, tamamen maddeye ve dünya menfaatine yönelmenin neticesinde, maddî-dünyevî menfaatlere alet edildiği, özellikle Kitabı korumaları gereken ahbârın (âlimler) bozulduğu, Kitabın hükümlerini keyfî yorum ve uygulamalarla değiştirmeyi ve az bir fiyat karşılığında değişmeyi âdet edinip, geçim kaynağı yaptığı (Matta İncili, 23: 2-8, 13-15, 16, 23-26, 27, 29, 31) bir zamanda gelip, misyonunda dini yaşamada hassasiyet, merhamet, şefkat, hoşgörü, sevgi ve insanlarla iyi geçinmenin çok belirgin biçimde ön planda olduğu Hz. İsa'nın (as) şu sözleri, konuyu anlamamız açısından son derece önemlidir:

İşittiniz ki, eski zaman adamlarına denildi: "Katletmiyeceksin," ve: "Kim katlederse, hükme müstahak olacaktır." Fakat ben size derim: Kardeşine kızan her adam hükme müstahak olacaktır... "Zina etmeyeceksin" denildiğini işittiniz. Fakat ben size derim: Bir kadına şehvetle bakan her adam, zaten yüreğinde onunla zina etmiştir. Ve eğer sağ gözün sürçmene sebep oluyorsa, onu çıkar ve kendinden at; çünkü senin için azandan birinin yok olması, bütün bedeninin Cehennem'e atılmasından iyidir... Elin veya ayağın sürçmene sebep oluyorsa onu kes ve kendinden at; sana çolak veya topal olarak hayata girmek, iki el veya iki ayağın olarak ebedî ateşe atılmaktan iyidir... "Göz yerine göz, diş yerine diş" denildiğini işittiniz. Fakat ben size derim: Kötüye karşı koyma; ve senin sağ yanağına kim vurursa, ona ötekini de çevir... Senden dileyene ver; senden ödünç isteyenden yüz çevirme... Düşmanlarınızı sevin ve size eza edenler için dua edin. Eğer sizi sevenleri severseniz, ne karşılığınız olur?.. Sadaka verdiğin zaman, sol elin sağ elinin ne yaptığını bilmesin... Dua ettiğin zaman, kendi iç odana gir ve kapını kapayarak dua et... Hükmetmeyin ki, hükmolunmayasınız. Çünkü ne hükümle hükmederseniz, onunla hükmonulacaksınız; ölçtüğünüz ölçü ile de size ölçülecektir. Ve niçin kardeşinin gözündeki çöpü görürsün de, kendi gözündeki merteği seçemezsin? (Matta, 5:21-22, 27-29, 38-39, 42, 44, 46; 7:1-3; 18:8-9)

İşte, 19'uncu asırla, 20'nci asrın en azından başlarında dünya tamamen maddeye yönelmiş durumdaydı ve din, bütün cephelerden saldırılara uğruyordu. Önceki topluluklarda şirk ve küfür daha çok cehalet ve inattan kaynaklanırken, önceki yüzyılda her tarafta, rasyonalizm ve pozitivizme dayalı bilimden kaynaklanan beşerî tekebbürün yol açtığı bir inkâr fırtınası esiyordu. Avrupa'da 'tabiî' ilimlerin alabildiğine gelişmesinin ve bu gelişme sürecinde bir yandan Kilise ile çatışmanın, bir yandan da Kitab-ı Mukaddes'le tatmin olamamanın sonucunda beşer aklına İlâhî Vahy'in üstünde bir yer verilmiş bulunuyor, hattâ İlâhî Vahy ya inkâr ediliyor, ya da sahası olabildiğince daraltılıyordu. Bu, tarihte görülmemiş inkâr fırtınası, kalplerde, zihinlerde, fert ve toplum hayatında ihtiyarlamış Müslümanlık binasını da sarstıkça sarsıyordu. İşte, Osmanlı ve Cumhuriyet modernizmini anlatırken kısmen temas ettiğimiz gibi, dünyayı böyle bir atmosfer içinde tanıyan Fethullah Gülen'e göre zaman, bu defa cehaletten değil de, bilimden ve felsefeden kaynaklanan inkâra karşı ilimle desteklenen iman ve maddecilik karşısında maneviyat mücadelesi verme zamanıydı. O, İslâm'a yaklaşımını işte bu perspektife oturtmuş ve dinin ruhuna, asıl manâsına, manevî ve ahlâkî değerlerine yönelmiştir. Fethullah Gülen'in yazılarına ve sohbetlerine yüzeysel bir bakış bile, onun söyledikleriyle Hz. İsa'nın yukarıya aldığımız sözleri arasında birebir denebilecek ölçüde benzerliklerin bulunduğunu gösterecektir. Demek ki, ona göre günümüz, İslâm'ın, Muhammedî ruhun Musevî değil, İsevî boyutunun öne çıkarılmasını gerektiren bir gündür. Ne var ki, bir yandan, İslâm adına ideolojik ve siyasî çıkış yapanlar onu, bu yaklaşımından dolayı İslâm'dan taviz vermekle suçlarken, diğer yandan, Türkiye'de rejim konusunda duyarlık gösteren bazı çevreler ve lâikliği dine yaklaşımın bile temeline oturtanlar, onun asıl maksadını gizlediği ve aslında teokratik bir devlet kurma peşinde olduğu iddiasındadırlar. Gerçek olan ise, iki tarafın da onu son derece yanlış anlayıp, yanlış değerlendirdiğidir. Bu yanlış, sadece konjonktürel değil, aynı zamanda doktriner bir yanlışlıktır.

İslâm'ı Bir Teşkilat veya Parti İdeolojisi Haline Getirip Getirmeme

İslâm'a ideolojik siyasî-yaklaşım, pek çok yerde İslâmî hizmetleri ya parti, ya teşkilat veya elit faaliyetleri konumuna indirgemiştir. Oysa İslâm, hiçbir zaman herhangi bir parti, teşkilat veya grup tarafından temsil edilemez ve bu türden herhangi bir kuruluşun İslâm'ı bizatihî temsil iddiası doğru olamaz. Ayrıca bu tür tavır ve yaklaşımların, evrensel olan ve herkese hitap eden İslâm'ın bir teşkilat, grup veya parti ideolojisi olarak anlaşılmasına, ayrıca, Müslümanlar arasında da İslâm'a zıt bölünmelere yol açacağı açıktır. İslâm adına kitlelere parti veya teşkilat bayrağı altında gitmek, evet Müslümanların parti ve teşkilatlar halinde parçalanmasına yol açacağı gibi, çoklarını İslâm'ın dünyevî-siyasî maksatlar uğruna istismar edildiği düşüncesine götürecek, hepsinden öte, İslâm'ın öz kavram ve ideallerinin çeşitli kamuflaj yöntemleriyle gizlenip, başka başka yollarla sunularak, sonuçta hem İslâm'ın başka sistem, düşünce ve inanç biçimleriyle özdeşleştirilmesine veya onlara yakın görülmesine, hem de 'takıyye' yapıldığı şüphelerine sebep olacaktır. Gerçi, her halükârda İslâm'a karşı olan çevreler, Müslümanların en samimi sözlerini ve davranışlarını bile 'takıyye' olarak suçlayabilmekte iseler de, Müslüman'a düşen, ne olursa olsun İslâm'ı bulandırmaktan şiddetle kaçınmaktır.

Fethullah Gülen'in İslâm'a yaklaşımında teşkilat veya partiye, partileşmeye yer olmadığı gibi, siyasetten ve ortaya konmaya çalışılan hizmetlerin siyasî veya daha başka dünyevî gayelere alet edildiği izlenimi uyarmaktan şiddetle kaçınma esastır. O, bunu pek çok yazılarında, sözlerinde ve kendisiyle yapılan röportajlarda ifade etmiştir. Meselâ:

Din ne kadar mukaddes olursa olsun, mukaddesiyet ifadesinin kabulü, ona bu şekilde yaklaşmanın bir diğer yanı dini, dünyevî hiçbir şeye alet etmemektir. Maddî-manevî herhangi bir tür kazanca alet etmemektir. Din, insanın manevî füyüzat hislerine de alet edilmemelidir. Dinin politize edilmesi, imanın kudsî bir me'haz olarak bir kısım siyasî mülahazalara esas alınması, meselelere o mercekle bakılarak, kendi yorumlarımız, kendi idare anlayışlarımıza kudsiyet kazandırmak, onları kutsamak, dini tahkir edecek bir durum olabilir. Saniyen, siyasî düşüncelerimizi, mülâhazamızı, parti anlayışımızı dine bina ettiğimiz zaman, dine bir yönüyle bizim eksikliklerimiz, bizim arızalarımız, bizim kusurlarımız da akseder; bize tepki, dolayısıyla, ona da tepki getirir. Diğer bir yaklaşımla, bize nefret duyan insanların nefretinden din de nasibini alır. Din hakikati öyle temsil edilmeli ki, bütün siyasî mülahazaların üzerinde olsun. Halbuki din politize edildiği, onu biz temsil ediyoruz denildiği zaman, başkalarını âdeta işin dışında görmüş oluruz. Dine sahip çıkma gibi görülse bile, fakat tavırlarımızla dine gölge ettiğimizden, onu kararttığımızdan ve bize karşı duyulan nefretten din de nasibini aldığından dolayı, zannediyorum dini politize edenler, dine büyük kötülük etmiş olurlar.

Din, Allah'la insan arasında temeli samimiyete, ihlâsa, Allah'ın rızasını kazanmaya, elden geldiğince insanın dışa bakan yanından daha ziyade kalbî derinliklerine dayanan bir husustur. İnsanın hayatını kalbin zümrüt tepelerinde geçirmesidir. Dinin bu yanını bütün bütün ihmal ederek, onu merasim gibi ve herkese gösterme adına şov yaparcasına uygulamak yanlıştır. (Fethullah Gülen İle Canlı Yayında Gündem, 30-32)

Fethullah Gülen'den önce İslâm ile siyaset arasına en aşılmaz duvarı koyan Bediüzzaman Said Nursî olmuştur. Ne var ki o da, bu noktada yanlış anlaşılmış, yanlış yorumlanmış, dini siyasete alet etmek, bunun için cemiyet kurmak ve dini kullanarak devleti ele geçirmek gibi suçlamalara defalarca maruz kalmış, bu suçlamalarla çıkarıldığı mahkemelerde hep beraat etmesine rağmen, bu suçlamalar hep sürüp gitmiş, hattâ Fethullah Gülen hakkındaki suçlamalara bile, sanki Gülen onun birebir izleyicisiymiş gibi, kaynak teşkil etmiştir. Oysa, kitaplarının hepsine bakıldığında, onun siyaseti ve siyasî faaliyeti gerçek İslâmî hizmete ne kadar ters gördüğünü hemen anlarız. İnsanların, hiç alâkalı olmayan konularda bile nasıl suçlanabildiğini göstermek ve Fethullah Gülen'e yönelik suçlamalarda kaynak olarak kullanıldığından, meselenin özünü ortaya koymak için, Bediüzzaman'ın ilgili sözlerinden bazılarını vermek herhalde yerinde olacaktır:

Bizler uzun bir seferdeyiz. Buradan kabre, kabirden haşre, haşirden ebed memleketine gidiyoruz. O yollardaki karanlığı dağıtacak bir nur ve bir erzak lâzımdır. Bu nur ve erzak ise ancak Kur'ân'ın güneşinden, Rahman'ın hazinesinden tedarik edilebilir. Eğer bizleri bu seferden geri bırakacak bir çareniz varsa, pekalâ. Yoksa, sükut ediniz. Kur'ân'ı dinleyelim, ne emrediyor? "Dünya hayatı sizi aldatmasın. Aldatanlar sizi Allah'la da aldatmasın." (31.33) Ayık olan, dinsizliğe tabi olmaz. Ancak siyaset şarabıyla veya şöhret hırsıyla ve dalâlet ve sefahet yollarından gidenler sana tabi olur. (Mesnevî-i Nuriye, 220)

Sakın, sakın dünya cereyanları, bilhassa siyaset cereyanları ve (hizmetinizin) haricine bakan cereyanlar sizi tefrikaya atmasın. Rahmânî bir düstur olan, sevdiğinizi Allah için sevme, sevmediğinizi de Allah için sevmeme yerine, siyaset için sevme, siyaset için buğzetme şeklinde bir siyasî düstur size hakim olmasın.. Evet, bu zamanda siyaset, kalbleri bozar ve asabî ruhları azap içinde bırakır. Kalb selâmeti ve ruh istirahati isteyen adam, siyaseti bırakmalı. (Kastamonu Lâhikası, 122-23)

Dünya siyasetine karışmadığımın sebebi, o geniş ve büyük dairede vazife az ve küçük olmakla beraber, nefse çekici gelmesi sebebiyle, meraklıları kendisiyle meşgul eder, hakikî ve büyük (iman ve Kur'ân'a hizmet) vazifelerini onlara unutturur veya noksan bıraktırır. Hem her halükârda bir tarafgirlik meyli verir ve bu meyille tuttuğu tarafın zulümlerinin hoş görülmesine yol açar. (Emirdağ Lâhikası 1:56)

Din düsturlarına hizmet etme cihetinde güneş gibi iman taşıyan bir kısım Sahabeler ve onlara benzeyen Selef-i salihînden başka, siyasetçi çoğunlukla tam dindar olamaz. Tam ve hakikî dindar olanlar da siyasetçi olamazlar. Yani, asıl maksadını siyaset yapanlarda din ikinci derecede kalır. Hakikî dindar ise, "Bütün kâinatın en büyük gayesi Allah'a ibadettir" diye, siyasete merak aşkıyla çalışmaz. Elmas misali dinî düsturlar karşısında siyaset, kırılacak adî cam şişelere benzer. Elhasıl, fanî boğuşmaları ve siyasî hadiseleri merakla takip etmek bir nevî sarhoşluktur ki, hakikî vazifelerden gelen ihtiyaçları ve bu vazifeleri yapmamaktan gelen elemleri unutturur ve bunun karşılığında menhus bir zevk verir. Veya, tehlikeli bir ümitsizliğe düşürüp, (bu ümitsizliğe düşen insan da,) "Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin" ayetindeki İlâhî emre muhalefet eder, tokada müstehak olur. Veya, (taraftarlık hisleriyle) zalimlerin zulümlerine iştirak eder; neticede "Zulmedenlere destek olmayın; yoksa size ateş dokunur" şeklindeki şiddetli İlâhî tehdidin tokadına uğrar ve cezasını dünyada da, Âhiret'te de çeker. (Emirdağ Lâhikası 1:57-8)

İman hizmetine ve bu hizmetteki ihlâsa zarar gelmemesi için, mahkemenin de tasdik ettiği üzere, 10 sene, İkinci Dünya Harbi dahil, olup bitenlerle ilgilenmedim. Yine, siyasete ve dünyaya herhangi bir meylimin uyanmaması için, 25 senedir elime gazete almadım. Bütün kardeşlerime ve talebelerime de, "siyasete ve hadiselere karışmayın" dedim. (Emirdağ Lâhikası 1:10, 28, 143, 247)

İnsanın hayatı bir yolculuktur. Bu zamanda o yol bir bataklığa girdi. Kokmuş ve kirli (inkâr ve ahlâkî bozulmuşluk) çamuru içinde insanlık düşe kalka gidiyor. Bazıları çamuru görüp, selâmetli bir yolda gidiyorsa da, büyük çoğunluk o pis, kokmuş bataklık içinde ve karanlıkta gidiyor. İçlerinden 100'de 20'si, sarhoşluk sebebiyle, o pis çamuru misk ü anber zannederek yüzüne gözüne bulaştırıyor ve sonunda boğuluyor. 100'de 80'i ise, çamuru görüyor, pis ve kokmuş bir bataklık olduğunu anlıyor, fakat selâmetli yolu göremiyor. Bunlar için iki çare var:

Birisi, topuzla o sarhoş 20'yi ayıltmak.

İkincisi, bir ışık tutarak, diğer 80'e selâmetli yolu göstermek.

Ben bakıyorum, 20'ye karşılık 80 adam elinde topuz tutuyor. Halbuki, o biçare 80'e karşı hakkıyla nur gösterilmiyor. Gösterilse de, bir elinde nur tutanların diğer ellerinde de sopa olduğu için (dini siyasete alet edenleri kastediyor) kendilerine emniyet edilmiyor. İnsanlar, bunlar karşısında, "Acaba nur tutan eliyle beni kendine çekip, topuzla dövmek mi istiyor" diye şüphe duyuyorlar. Hem, bazı arızalarla topuz kırıldığı vakit, nur da sönüyor.

O bataklık, gaflet, dalâlet ve sefahet içindeki içtimaî hayattır. 100'de 20'yi teşkil eden sarhoşlar, dalâlet ve sefahetten zevk alan inatçı inkârcılardır. Diğer 80, dalâletten, sapmışlıktan nefret eder, fakat çıkamıyorlar. Kurtulmak istiyor, fakat yol bulamıyorlar. O topuzlar ise, siyaset cereyanlarıdır. Nurlar ise, Kur'ânın hakikatlarıdır. Nura karşı kavga verilmez. Sırf, taşlanmış şeytandan başka ondan nefret eden olmaz.

Ben, elimde Kur'ân'ın nurunu tutmak için, "şeytandan ve siyasetten Allah'a sığınırım" deyip, siyaset topuzunu attım ve iki elimle birlikte nura sarıldım. Gördüm ki, siyaset cereyanlarının hepsinde nurların âşıkları var. Bütün siyasî tarafgirliklerin çok üstünde Kur'ân dersini vermek ve Kur'ân'ın nurlarını göstermek lâzımdır ki, dinsizlik ve zındıklığı siyaset zannedip, dinsizlik ve zındıklığa taraftar olan insan suretindeki şeytanlardan başka kimse onlardan çekinmez ve onları suçlamaya kalkmaz. (Mektubat, 48-9)

Bana soruluyor: "Niye siyasetten bu kadar kaçınıyorsun:"

Cevap: Siyaset vasıtasıyla dine hizmet edilmez. O yol, çok müşkilatlı ve tehlikelidir. Çoğu yalancılıktan ibaret ve bilmeden ecnebî parmağına alet olma ihtimali var.

En mühim, en lüzumlu, en saf ve en hakikatlı olan hizmet-i iman ve Kur'ân için şiddetle siyasetten kaçıyorum. Hem, milyarlar seneden ziyade olan ebedî hayata çalışmak ve onu kazanmayı, o kadar bile olacağı şüpheli bir-iki sene dünya hayatına lüzumsuz bir şekilde karışarak feda etmemek için siyasetten kaçınıyorum. Çünki, Ben ihtiyar oluyorum, bundan sonra kaç sene yaşayacağımı bilmiyorum. Öyle ise bana en mühim iş, hayat-ı ebediyeye çalışmak lâzım geliyor. Hayat-ı ebediyeyi kazanmakta en birinci vasıta ve saadet-i ebediyenin anahtarı imandır; ona çalışmak lâzım geliyor. (Mektubat, 62)

Dediler: "Dinsizliği görmüyor musun? Din namına meydana çıkmak lâzım."

Dedim: "Evet, lâzımdır. Fakat bir şartla ki, çıkmaya sebep din aşkı olmalı. Eğer siyasetçilik veya tarafgirlik olsa tehlikelidir. Birincisi hata da etse affolur; ikincisi isabet de etse, mesuldür.

Denildi: "Nasıl anlarız?"

Dedim: "Kim fasık siyasetdaşını dindar muhalifine su-i zan bahaneleriyle tercih etse, bu takdirde ortaya çıkmaya sebep siyasettir demektir. Hem herkesin mukaddes malı olan dini, inhisar zihniyetiyle kendi siyasetdaşlarına daha has göstermekle, çoğunlukta din aleyhtarlığı uyanmasına sebep olur ve dini nazardan düşürür. Bu da, tarafgirliktendir.

"Kur'ân'ı Kur'ân olduğu için sevmek lâzımdır. Eğer kuvvetli rakibinin karşısında Kur'ân'ı kendine siper etse, kuvvetliyi tahrik ettiği gibi, hiddetini de çeker ve Kur'ân'ı kuvvetli bir hizmetçisinden mahrum bırakır. Bu, Kur'ân'ı kendi nefsi için seviyor demektir.

"Evet, insanları dine yöneltmek, dine teşvik etmek ve onlara dinî vazifelerini hatırlatmakla dine hizmet olur. Yoksa, karşıdakine "dinsizsin" dese, bu, onu tecavüze sevketmek demektir. Din, ülke içinde menfî şekilde kullanılmaz. Acaba, şimdiki menfî siyasetçilerin fetvalarından istifade edecek kimdir bilir misin? Bence İslâm'ın en şiddetli düşmanıdır ki, hançerini İslâm'ın ciğerine saplamıştır." (Sünûhât, 47-9)

İslâm anlayışıyla birlikte, İslâm'a, İslâm yoluyla ülkeye ve insanlığa hizmet ve siyaset anlayışı bu kadar net olan Bediüzzaman gibi, yine bu konudaki görüşleri ondan farklı olmayan Fethullah Gülen'in dini siyasete âlet ettiği veya dinî bir diktatörlük peşinde koştuğu iddialarının ne kadar ciddî ve tutarlı olabileceğini, herhalde zihni ve kalbi önyargı ve peşin düşmanlıklarla şatlanmamış olan herkes anlayacaktır.

Antitezciliğe Karşı Tezcilik

İslâm'a siyasî-ideolojik açıdan yaklaşanlar, ona, mevcut konjonktürün, "pazarda revaçta olan metaın," mevcut ve hakim düşünce sistemlerinin ve ideolojilerin penceresinden bakmaktan ve bu sebeple birbirinden farklı İslâm takdimlerinden kurtulamamışlardır. Buna ek olarak, çok defa da özür dileyici bir tavırla İslâm'ı mevcut düşünce sistemleri ve ideolojilerle uzlaştırmaya çalışma yoluna gitmiş ve böylece İslâm'ı kendi özgün haliyle arz edemeyerek, her dönemde farklı bir İslâm imajı sunmuşlardır. Meselâ, 19'uncu asrın sonları ve 20'nci asrın ilk çeyreğinde İslâm, âdeta liberalizmle, kapitalizmle ve bunların üzerine oturduğu değerlerle özdeşleştirilirken, II. Dünya Savaşı'nı müteakip sosyalist ve komünist akımların bilhassa Üçüncü Dünya denilen ülkelerde ve bu arada İslâm dünyasında da revaç bulmasıyla, bu defa İslâm, âdeta sosyalizmle bir arada anılır olmuştur. Daha önce İslâm adına tartışılan ve gündeme getirilen konular hür teşebbüs, ferdî mülkiyet vb. iken, bu dönemde ise, yine İslâm adına daha çok işçi hakları, emek-sermaye münasebetleri, emeğin kutsallığı, toprak rejimi, toplumsal refah, kaynakların devlet tarafından kontrolü, devletin tüm toplum üyelerine yardımı ve iş imkânı sağlaması gerektiği, toplumun tüm üyeleri için devlet desteği ve garantisi, devlet ve kamu mülkiyeti, emeğin kazançtaki yeri, gelir kaynaklarından herkesin eşit olarak yararlanma hakkı, bazı kaynakların millileştirilmesi ve ortaklığı gibi konular tartışılır olmuştur. Günümüzde ise İslâm, küreselleşme ve onunla birlikte pazara sürülen değerlerle âdeta özdeşleştirilerek ele alınmakta ve dün İslâm öncelikle bir ekonomi ve devlet sistemi olarak takdim edilirken, şimdi ise tamamen farklı bir İslâm'la muhatapların karşısına çıkılabilmekte ve başkalarının şekillendirdiği gündem ve çizdiği yörüngeye İslâm adına yorumlar getirme, İslâmî bir tavır olarak takdim edilerek, İslâm, bir tepki felsefesi konumuna indirgenmektedir.

Siyasî-ideolojik İslâm anlayışı üzerine oturan hareketler, tabiatları gereği reaksiyoner hareketler olmaktan da kurtulamamakta ve her defasında mağlûp olmanın neticesinde hem parçalanmakta, hem de, insanların zihninde İslâm'ın, en azından bazı kaidelerinin yetersizliği gibi düşüncelerin uyanmasına da yol açmaktadırlar. Buna karşılık, Fethullah Gülen, İslâm'ı bir din olarak ve onun temel, değişmez prensipleri çerçevesinde ele aldığı için, en azından İslâm'a bakışı ve onu takdiminde herhangi bir çelişki yaşama mecburiyeti içinde kalmamaktadır. Bunu, onun demokrasi görüşünü verirken daha net görme imkânı bulabileceğiz.

Tasavvufî Temel, Tasavvufa Karşı Tavır

Din muhabbettir; muhabbet temeline oturur. Muhabbet, kâinatın varlık sebebidir; hem kâinatın bağıdır, hem nurudur, hem hayatıdır. İnsan, kâinat ağacının hem çekirdeği, hem bütün özelliklerini kendinde barındıran meyvesi olmakla, kâinatı kuşatacak bir muhabbet, bu meyvenin çekirdeği olan kalbine yerleştirilmiştir. Kopup geldiği, daha doğru bir deyişle, kendine lâyık bir görev ve fonksiyonla gönderildiği şu yeryüzünde, asıl vatanının hasreti ve Göndericisi'nin muhabbeti içinde çırpınıp duran kafesteki bir kuş gibidir o. Fakat, böylesine nihayetsiz bir muhabbetin kalbine yerleştirildiği insan, bu muhabbetin hedefinin nihayetsiz bir kemal ve cemal sahibi olması gerekirken, suistimalle batıcı, geçici, fani şeyleri sever; bunun sonucunda böyle bir muhabbet onun için belâlı bir musibet halini alır. Kahkahalar atsa da, bu kahkahalar beka veya ebediyet aşkından gelen ağlamaların ters yansımalarından başka bir şey değildir; dünyada en çok gülen insan, aslında en muzdarip olan insandır. İşte, bu ızdırabı giderecek, insanı asıl Sahibi'nden, İlâhı'ndan koparıp, sahte ilâhlara çeken faktörleri yok edecek en büyük etken, muhabbetin gerçek hedefine yöneltilmesidir. Muhabbet, nefsi tezkiye eden, temizleyen, insana onur, güç ve cesaret bahşeden, taşı altın yapan iksirdir; insanın büyük bir susuzlukla aradığı âb-ı hayattır. İnsan, Allah'a olan muhabbeti ölçüsünde O'nun Yolu'nda yürüyebilir; O'na olan muhabbeti ölçüsünde meşakkatlere, sıkıntılara katlanır; O'nun muhabbetiyle dünya hayatını tercihten Âhiret'i, Cennet ve Cemalullah'ı tercihe geçer; gerçek imanın, aklî bir kabul olmaktan ihsan olmaya yükselmiş imanın göstergesi muhabbet ve bu muhabbeti kazandıran da ancak ve ancak marifettir; Allah'ı hakkıyla tanımadır. İslâm tarihinde, yüzyılların getirdiği olumsuz etkilerle Müslümanlık binasındaki yıkıntı ve çöküntülerden çok tabiî olarak nasibini almış olmakla birlikte, marifetin ve ondan kaynaklanan Allah aşkının tahsil mektebi genellikle Tasavvuf olmuştur. Buna rağmen, belki Türkiye'de böyle olmamakla birlikte, diğer Müslüman ülkelerin pek çoğunda ideolojik-siyasî İslâm anlayışı üzerinde yürüyen hareketler, ne yazık ki Tasavvuf'a çoğu zaman cephe almışlardır.

Bu ise, İslâm, muhabbet ve coşkun his halindeki, aynı zamanda ilim boyutlu imana ve bu imanın nurunu yansıtan akla dayalı ve kalpleri ölmekten ve körlükten kurtaran bir din iken, onun rasyonel bir felsefe, ya bir ideoloji veya bir ekonomik-siyasi sistem olmaya indirgenişine yol açmış ve hayata hayat yapılamamasında temel faktörü oynamıştır. Tabiî bu hükmü, İslâm'a siyasî-ideolojik açıdan yaklaşan herkes için söz konusu etmek mümkün değil ise de, ne var ki bu yaklaşım, çok zaman ve çok yerde böylesi menfi neticeler de doğurmuştur. Oysa Fethullah Gülen'in İslâm'a yaklaşımında tasavvufun veya tasavvuf tarafından temsil edilen İslâmî ruhun çok önemli bir yeri vardır. Onun yıllardır sabırla ve çok büyük bir dikkatle kaleme aldığı Kalbin Zümrüt Tepeleri, âdeta çağımızın ve geleceğin tasavvuf mektebi gibidir.

Ali Ünal, Bir Portre Denemesi, Nil Yayınları, İstanbul, 2002


Nursi, Bediüzzaman Said, Mektubat, Envar Neşriyat, İstanbul
Nursi, Bediüzzaman Said, Mesnevî-i Nuriye¸ Envar Neşriyat, İstanbul
Nursi, Bediüzzaman Said, İşârâtü'l-İcâz, Envar Neşriyat, İstanbul
Nursi, Bediüzzaman Said, Sünûhât, Envar Neşriyat, İstanbul
Nursi, Bediüzzaman Said, Emirdağ Lâhikası 1, Envar Neşriyat, İstanbul
Nursi, Bediüzzaman Said, Kastamonu Lâhikası, Envar Neşriyat, İstanbul
Matta İncili, Kitab-ı Mukaddes içinde, Kitab-ı Mukaddes Şirketi, İstanbul 1981