Modernizm Öncesi Müslüman-Türk Toplumu

Tarihimiz, maalesef çoğu aydınlarımızca yanlış tanındığı gibi, yanlış da tanıtılmaktadır. İsmail Cem, bu konuda şöyle der:

Osmanlı İmparatorluğu, halâ kılıcının gücünden ötürü yükselmiş, padişahların kötülüğü, kadınlara düşkünlüğü yüzünden de gerilemiş olarak tanıtılmaktadır. Gerileyen toplumu yabancıların insafına terkeden Tanzimat ve Islahat fermanları gibi davranışlar ise çoklukla göklere çıkarılmaktadır. Tarihin yanlış ve belki de maksatlı sunuluşu birkaç nedene bağlanabilir: Cumhuriyet'in ilk döneminde geriye dönüş eğilimlerini kırmak için alınmış tedbirleri yanlış yorumlayan kimi işgüzarlar, bütün bir Osmanlı tarihini kötü göstermek çabasına düşmüştür... 1940 yıllarının faşist eğilimleri de bir çeşit dehşet havası yaratarak, tarihçiyi ve hür düşünceyi baskı altında tutmuştur. (Yavuz, s:50)

Şimdi, tamamen lâik, Kemalist, hattâ bir kısmı itibariyle solcu tarihçi ve araştırmacıların gözüyle, İsmail Cem'in "İleri Osmanlı Toplumu" dediği, orta ve yeni çağlardaki Müslüman-Türk toplumuna değişik açılardan bakmaya çalışacağız.

Ana Özellikleriyle Ekonomik Sistem

İleri dönemlerinde Selçuklu ve Osmanlı ekonomi sistemi, Türkiye'de bilhassa devletçi ekonomi, kamu teşebbüsü ve kamu mülkiyetinden yana olan solcu aydınlar tarafından takdir edilmiştir. Gerçi bu ekonomi, özellikle günümüz liberalizmi ve Rönesans sonrasında ferdiyetçilik ve ferdî teşebbüsle kapitalizme açılan Batı ekonomi düşüncesi açısından tenkit görecek de olsa, Selçuklu ve Osmanlı hayat felsefesi, ekonomiyi ve ekonomik teşebbüsü gaye edinmekten uzak olup, dünya hayatını Âhiret'e göre tanzim ve ekonomik faaliyeti Allah'ın rızasını kazanmanın basamaklarından biri olarak kabûl etme, ferdin mutluluğunu toplum içinde arama esasına dayanıyordu. Dolayısıyla aşağıdaki satırlar, bu açıdan ele alınmalıdır.

Osmanlı devleti ve toplumu, her şeyden önce Müslümandır (E. Perroy) ve kendini, kuruluşundan çöküşüne kadar, İslâm imanının savunmasına ve yükselmesine adamıştır (B. Lewis). Sistem, ferdin cimri, muhteris ve aşırı kazanca eğilimli olmasına manidir. Mal, ömrün huzur ve asayişi içindir; ömür insana mal biriktirmek için verilmemiştir. Ahi lonca örgütlerinin de prensipleri arasında şunu görürüz: "Hırs kapısın bağlaya, kanaat ve rıza kapısın aça; tokluk ve lezzet kapısın bağlaya, riyazet kapısın aça." Bu sistemde müsaade edilen yegane rekabet şekli, ahlâkî rekabettir. 1845'te çiftçiler arasında yapılan bir anketi değerlendiren batılı M. A. Ubicini, Türk köylüsü hakkında şu hükmü verir: "Türkiye'de çiftçi fakir de olsa zengindir; çünkü yaşamak için en gerekli şeylere ziyadesiyle maliktir. Sonra, aza kanaat etmesini de bilir. Kendisine verilenden fazlasını istemedikten ve yabancıya karşı kapısını daima açık tutabildikten sonra zengin veya fakir olmuş ne çıkar?"

Bu sistemde, insan ve dost kavramı çok önemlidir. Mevlâna, "İnsan şeklinde dostun yoksa, bari taştan yont da sahip ol!" der.

Osmanlı ekonomi sisteminin temelinde, ferdin toplum içinde ve toplumla birlikte mutluluğu düşüncesi yatar; yani bu sistemde ferdiyetçiliğe yer yoktur. Ferdin menfaatiyle toplumun menfaati birbiriyle çakışmaktadır. Bu sistemde hırsa da yer yoktur. Birinin kazanma hırsı arttıkça öteki yoksullaşacaktır. Zenginleşerek tek başına güvenliğe erişmek eğilimi sistemin mantığına terstir. Ferdin güvenliği cemaat içinde sağlanır.

Ekonomik sistemin işlemesi ve devamı için devlet belli görevlerle yükümlüdür: Cemaatin güvenliğini, eşitliği ve adaleti sağlamak maksadıyla ferdiyetçiliğin başıboş davranışlarını sınırlamak; toprak mülkiyetini belli ölçüde elinde tutarak üretim düzenini korumak ve derebeylerin filizlenmesini önlemek; imalâtı ve zenaati denetlemek, esnafı örgütlemek; iç ve dış ticareti düzenlemek; büyük şehirlerin iaşesini emniyete alarak, kıtlığa ve karaborsaya imkân tanımamak; narh sistemleri, ortak ambarlar ve piyasa denetlemeleriyle halkın aldatılmasını engellemek; güçlü bir vakıf sistemi kurarak kamu hizmetlerini, sosyal yardım ve dayanışmayı sağlamak.

Devlet, ancak kurduğu ekonomik düzenin nitelikleri sayesinde görevlerini yapabilmekte; ekonomik düzen ise devlet görevlerini yerine getirdiği sürece ayakta kalabilmektedir. Dolayısıyla, devletle ekonomik sistem arasında karşılıklı bir sebep-sonuç ilişkisi vardır. Güçlü devletin hedeflerine ulaşabilmesi için hem ekonomik düzenin İslâmî ilkelerden eşitlik ve adalete uyması, hem de toplumun ekonomik ihtiyaçlarının yüksek düzeyde karşılanması gerekmektedir. Cemaatin güvenliğini, eşitliği ve adaleti sağlamak amacıyla ferdiyetçiliğin başıboş davranışlarını sınırlamak; toprak mülkiyetini elinde tutarak üretim düzenini korumak ve derebeylerinin filizlenmesini önlemek; imalâtı ve zanaatı denetlemek; esnafı örgütlemek; iç ve dış ticareti düzenlemek, büyük şehirlerin iaşesini emniyete alarak kıtlığa ve karaborsaya imkân tanımamak; narh sistemleri, ortak ambarlar ve piyasa denetlenmeleriyle halkın aldatılmasını engellemek; güçlü bir vakıf sistemi kurarak kamu hizmetlerini, sosyal yardım ve dayanışmayı bir ölçüde sağlamak, vb. Prof. Ö. L. Barkan'ın özetleyişiyle, "iktisadî kuvvetlerin devletin kontrolden âciz kalacağı bir şiddetle boşanarak mevcut cemiyet nizamını tahrip etmesi tehlikesinden" toplumu ve ferdi korumak, devletin başlıca ekonomik görevleri arasında sayılabilir (Cem, 71, 75, 114-16, 121-23).

Tarım, Ticaret, Sanayi ve Refah

Bize unutturmak için çaba harcanan tarihimize bakalım. Çok gerilere gidecek değiliz: 1071 Malazgirt zaferinden sonra, Oğuz boyundan Türklerin büyük yığınlar halinde Anadolu'ya akmasıyla, önce Selçuklular, sonra Osmanlılar olmak üzere, Anadolu'da Türk devletleri kuruldu. Gerek Selçuklu, gerek Osmanlı Devleti, çağına göre ileri bir toplum düzeyine dayanmaktaydı. O tarihlerde biz Batı'ya değil, Batı bize el açmaktaydı. Fransa Kralı François I, Osman Devletinden 2 milyon düka altın borç ile cephane, at ve savaş gemisi istemekteydi. Akdeniz adaları ve İtalya, açlıktan ölmemek için Türk buğdayına muhtaçtı. Kraliçe Elizabeth, Türklerin yün boyama tekniğini çalmak ve İngiltere'ye Türk işçileri kaçırmak amacıyla İstanbul'a ajanlar gönderiyordu. İngiltere kralı Henry VIII, Kanunî Süleyman zamanında, Türk Hukuk Sistemi'ni incelemek üzere İstanbul'a heyet yolluyordu.

Doğu Avrupa'nın hattâ Almanya'nın iyice serfleştirilmiş köylü halk kitleleri, Osmanlı'yı bir kurtarıcı olarak bekliyordu. Yavuz Sultan Selim, Süveyş Kanalı'nı açarak denizden Hindistan'ın fethini planlıyordu. Başka bir Sultan, filo ve top yollayarak, bir Endonezya prensine askerî yardım yapıyordu (Avcıoğlu 1977:11-12).

Köyler, çok büyük ve birbirine yakındı. Suları zapt u rapta almışlar, küçük ve kesif ziraat yapıyorlardı. Toprağı iyi işliyorlar ve muhtelif iklimlere mahsus çeşitli mahsullerin hepsini alabiliyorlardı. Evliya Çelebi, Anadolu'nun her tarafında 500 haneli, bağlı bahçeli köylerden bahseder. Köyler, camili, medreseli ve hamamlı idi. Hemen hepsi, küçük ölçüde birer site idiler. Her sitenin bir kervansarayı, bir arastası vardı. Bu arastalar, kervan teçhiz yeri idi. Sipahi pazarlarında biniciliğe müteallik malzeme satılırdı. Büyük kervan yollarının dışında ve uzağında kalan köyler, kasabalar bu yollara amut birer akın halinde durmadan meyve, sebze, hububat ve mamûl eşya taşırlardı. Kendilerine lâzım olandan çok fazla istihsalleri vardı. Zengin, mamur ve fazlasıyla müstahsil büyük Türk köyleri, Ege sahillerine kadar bu yollar (İpek Yolu) üzerinde kurulmuştu (Tankut, 1939:12-13, 18).

Daha Selçuklular zamanından başlayarak hanlar ve kervansaraylarla donatılmış geniş bir yol şebekesi, yaygın bir posta ve güvenlik sistemi Anadolu'yu kaplamaktaydı. Bu coğrafî durum ve geniş ticarî yatırımlar, Anadolu'yu "bir nakliyeci ve tüccar memleket" haline getirmişti (Tankut, 1939: 9).

Nakliyatçılık ve kervancılık, özellikle Doğu ve Orta Anadolu'da büyük yığınlar halinde yaşamakta olan göçebe unsurlara belli başlı geçim imkânlarından birini sağlamış ve bu sayede geniş ölçüde yük hayvanı yetiştirmeyi de teşvik etmişti (Avcıoğlu, 1977:19).

Anadolu'daki kervansaraylarda yolcular hayvanları ile birlikte 3 gün parasız olarak kalabiliyor ve yemek yiyebiliyorlardı. Her 18 milde (33 km) ticaret yolları üzerinde ya bir han ya da bir kervansaray yapılmıştı. Böylece, yolcuların yolculuk ettikleri her günün akşamı geceleyip, ihtiyaçlarını giderebilecekleri bir yer sağlanmış oluyordu (Tamara Talbot Rice, The Seljuks in Asia Minor, s:101, nakl. Yetkin, 1980:47).

Bu devrin en mühim ticaret merkezleri olan Konya, Aksaray, Kayseri, Sivas, Erzurum, Diyarbekir, Harput, Malatya, Kırşehir ve Ankara şehirleri, Batı ve Doğu tüccarlarının uğrak yerleriydi ve Bizans ile Doğu, Mısır ile kuzey arasındaki ticaret münasebetlerini temin eden yollar da buralardan geçiyordu (Akdağ I:435). 14'üncü asırda Ege ile birlikte bütün Yakın Doğu ve Akdeniz'in dünya ticareti bakımından en hakim elemanı Türklerdi (Akdağ I:462). Maden ve madenî eşya ihracatı yapılıyordu. Deri sanayi, Batı'dakinden çok önde idi. Konya'dan başlamak üzere bütün Batı Anadolu'da muazzam bir dokuma sanayii gelişiyordu (Akdağ I:467).

Demek ki, daha Selçuklular zamanından başlayarak, Anadolu Türk toplumu, coğrafî mevkii gereğince, milletlerarası ticarete bağlı olarak, a) zanaatın tarımdan ayrılması ve b) şehirlerarası ticaret aracılığıyla zanaat ve ticaretin birbirinden kopması gibi, ortaçağ düzeninden modern çağa geçişte önemli rol oynayan iki evrimi gerçekleştirme yolunda büyük mesafe almıştı. Ticaretin büyük önemini kavrayan Türk devletleri, çağına göre mükemmel bir ticaret örgütü kurmuşlardı. Derbent örgütü, yol ve köprülerin iyi halde bulundurulması kadar, tüccarın can ve mal güvenliğini de sağlamaktaydı. "Derbentçiler, bulundukları yerlerde hiç kimsenin canına ve malına zarar gelmeyeceğini, aksi halde zararı tazmin edeceklerini" taahhüt eyliyorlardı (Cengiz Orhonlu, Osmanlı İmparatorluğu'nda Derbent Teşkilâtı, s:12, nakl. Avcıoğlu, 19). Her 30-40 kilometrede bir kervansaray, ayrıca hanlar vardı. Vergiden muaf tutulan bir çok köy, derbentçilik yapmaktaydı. Bunlar, büyük ve zengin köylerdi. Meselâ, Konya'nın Karapınar adlı derbent köyünde, cami, imaret, han, hamam ile 2 değirmen ile 39 tane dükkan vardı. Eskişehir'de Kızıl Kilise âdeta bir kasaba gibi idi (Orhonlu, nakl. Avcıoğlu, 19-20).

İslâm ve Kapitalizm'in yazarı Maxime Rodinson'a göre, Müslüman âlemi içindeki ticarî ilişkilerin yoğunluğu, "o zamana kadar görülmemiş boyutlarda bir cins dünya pazarı" teşkil etmişti. Mübadelelerin gelişmesi, gerek tarım, gerek sanayide bölgesel ihtisaslaşmaya imkân vermiş ve böylece ekonomik planda bazen çok uzak mesafeleri kapsayan bir karşılıklı bağımlılık meydana getirmişti (Avcıoğlu, 20-21).

Bu devirde, dokumacılık ve ikinci derecede dericiliğin çok ilerlemiş olduğunu görmekteyiz. Alaşehir, Denizli, Konya, Aksaray, Kayseri, Erzincan gibi, Anadolu'nun geniş bir sahasında bulunan şehir ve kasabalarda dokunan perdeler ve bezler çok mükemmeldi... Sürülerle koyun sahibi Türkmenlerin pek ustalıkla dokudukları halı, kilim gibi şeyler ile, Ankara'nın yün kumaşları dünyaca tanınmıştı (Akdağ I:30). Selçuklu tarihini inceleyenler, Türkiye'nin bu devirde büyük bir iktisadî refah ve medeniyet seviyesine erişmiş olduğunu ifade ederler. Hattâ Batı kaynakları, bu yükselmenin, İlhanlıların Anadolu'da tatbik ettikleri baskı rejimi ve buna karşı gelişen büyük karışıklıklar devrinde bile sürdüğünü belirtir (Akdağ I:39).

Selçuklular dönemindeki canlı sanayi hayatı, Osmanlılar döneminde gelişerek devam etti. Gaziantep'te ayakkabıcılığa ehemmiyet verilmişti. O zaman Antep'te herkes yemeni, çizme ve her neviden ayakkabı yapardı. Çünkü kervan onu istiyordu. Antep muhiti, büyük ve küçük baş hayvanları mebzûlen yetiştiriyordu. Maraş'ta demir sanayii himaye edilmişti. Nal, mıh, çivi, zincir, gem, silah ve kervanlar için gerekli her nevî demir avadanlığın yapılma ve işlenme merkezi orası idi. Çünkü Maraş'ın üstündeki Berit dağında zengin demir madeni vardı. Konya ve Afyon'a kadar olan sahada keçecilik yaygındı. Ankara'nın meşhur Ahî esnaf teşkilâtı, büyük kervanların deri ve demirden yapılır malzemesini hazırlıyordu. Sivas tarafında şal, cerim ve Uşak taraflarında halı, seccade dokunuyordu (Tankut, 12-13).

Öte yandan, loncalarda örgütlenmiş zanaat tipi sanayi, önemli bir gelişme göstermekteydi. Bu konuda bir fikir vermek için, 1638 sayımına dayanarak, Adnan Giz'in verdiği rakamları belirtmekle yetineceğiz. Bu rakamlara göre, yalnız özel sanayide 46.426 kişi çalışmaktaydı. Ayrıca, ordunun ve büyük devlet örgütünün ihtiyaçlarını karşılayan geniş bir devlet sektörü vardı. 2 tersane, 1 tophane, 5 barut 1 top arabası iş, üretim yeri ve yapım yeri, 1 humbarahane, 1 at meydanı mumhanesi, çok sayıda peksimet fırını, kurşunhane, dökümhane, şişehane, boyahane, doğrama hane, vb. devlet sektörüne ait kuruluşlardı. Büyükçe bir kısmı ağır sanayi kesimine giren bu kuruluşlarda 10 binlerce işçinin çalıştığı tahmin edilebilir. Özel sektöre gelince, burada da önemli sayıda işçi kullanan iş yerlerinin çokluğu dikkat çekmektedir. Meselâ, ipek hilat kumaşı dokuyan 5 işyeri vardı ve bu iş yerlerinde 105 kişi çalışmaktaydı. Ortalama işçi sayısı 21 idi. Ulema hilatı yapan 20 işyerinde 400 kişi vardı ve ortalama işçi sayısı 20 idi. Şişe imalâtında ise ortalama işçi sayısı 35, ipek dökmecilerde 12, güllaççılarda 20 idi. Peştamal kumaşı yapan bir iş yerinde ise 400 kişi çalışmaktaydı. (Avcıoğlu, 41).

Bilim-Teknik

Teknik seviye bakımından Türkiye, 16'ncı yüzyılda Batı'nın gerisinde değil, daha ilerisindedir. Teknik Uygarlığın Kökenleri adlı bir Batı kitabı, yalnız Doğu'nun en ileri ve Batı'ya en yakın toplumu Türkiye'nin değil, bütün Doğu'nun teknik üstünlüğünü 17'nci yüzyıla kadar sürdürdüğünü yazmaktadır. Çeşitli Müslüman ülkeler ve daha başkaları, Avrupa'nın ancak sanayi ihtilâli eşiğinde eriştiğinden üstün bir teknik evrim düzeyinde bulunmaktaydılar.

Türk tarımında kuru ziraat teknikleri tanınmaktaydı. Karasaban, çeşitli uç demirleri kullanarak geliştirilmişti. Bu uç demirleri sayesinde, rutubeti sağlayabilecek biçimde toprağın hazırlanması mümkün olmaktaydı. Ayrıca, sulu ziraat teknikleri de geliştirilmiş, tarlaların sulanması için nehir kenarında su dolapları kurulmuştu. Çok çeşitli tarım ürünleri, meyve ve sebze yetiştirilmekteydi. Hububat hasadında düvenden yararlanılmaktaydı. Su ve rüzgâr enerjisi kullanılmaktaydı. Ağır toplar ve bu topları İran ve Mısır'a götürme imkânı veren taşıma tertibatı, teknik düzey hakkında kaba bir fikir verecek niteliktedir. Sinan'ın köprüleri, İstanbul su yolları ve öteki eserleri hakkında bir şey söyleyecek değiliz. İngiliz Kraliçesi Elizabeth'in Türklerin yün boyama tekniklerini çalmak için İstanbul'a ajan gönderdiği hatırlanırsa, Türk bilim ve teknik tarihinin ilgi çekici bir araştırma konusu olduğu düşünülebilir.

Fakat daha önemlisi, 15 ve 16'ncı yüzyılda Türkiye, her türlü bağnazlıktan uzak olarak, Batı bilim ve tekniğine canlı bir ilgi göstermekte, dinî ve siyasî baskı dolayısıyla Batı'da barınamayan bilim adamlarına, teknisyenlere ve uzmanlara kucağını açmakta ve onlara geniş imkânlar sağlamakta tereddüt etmemektedir. İspanya ve Portekiz'den kovulan Yahudiler, en büyük ilgiyi, onların tababetteki bilgilerinden yararlanmaya hazır Türkiye'de görmüşlerdir. Batı'nın teknik buluşları Türkiye'ye aktarılmıştır. Fatih'in ağır topları, gemilerin karadan yürütülmesi, okyanuslara çıkma teşebbüsleri, Volga ve Don nehirlerini birleştirmek, Süveyş Kanalı'nı açmak gibi projelerin ciddiyetle üzerinde durulması, Hezarfen Ahmed Çelebi'nin kanatlarla uçmaya girişmesi, Lagarî Hasan Çelebi'nin "füze"si, o zamanların kültürel ortamını hatırlatmak bakımından ilgi çekicidir. Batı'da ise, bilimsel ve teknik gelişmeye rağmen, devletin 17'nci yüzyıl sonuna kadar bilimsel ve teknik ilerlemeye karşı her zaman olumlu davrandığı söylenemez. Nitekim 1586 yılında Dantzig şehri, bir çok ipliği aynı zamanında dokuyan bir tezgâhın kullanılmasını yasaklıyor ve mucidini boğduruyordu. İngiltere Kralı Charles, iğne imal eden bir makinenin tahribini emrediyor, bronz halkalar dökülmesini engelliyordu (1632). Kurulu düzeni bozan değişikliklerin iyi bir şey olmadığına inanılıyor ve yeniliklerden korunmak isteniyordu. Bu tutum özellikle ekonomik durgunluk ve buhran dönemlerinde çok daha sık görülmekteydi. Gelişen kapitalizmin zorlamasıyladır ki, bu tutum, 18'inci yüzyıl içinde değişecektir. Esasen kapitalist gelişmeyi, teknik ilerlemeden çok, kapitalizmin kendisi sağlamıştır. Teknik ilerleme, kendiliğinden olmamıştır. Kapitalizmin ihtiyaçlarıdır ki, teknik ilerlemeye yol açmıştır. Nitekim ilk dokuma makinesini icat eden Cartwright, bir köy papazıdır. Hayatında ne mekanikle uğraşmış, ne de bir dokuma tezgâhı görmüştü. Lancashire imalâtçılarının mekanik tezgâha müthiş ihtiyaçları olduğunu, fakat yapmasını beceremediklerini duyunca, konuyla ilgilenmişti. İngiliz sanayiinin gelişmesinde büyük rol oynadıkları söylenen Hargreaves bir dokumacı, Arkwright ise berberdi (Avcıoğlu, 43-44).

Anatomi sahasında, Amasyalı Sabuncuoğlu Şerafeddin, 1465'te, cerrahi müdahalelere ait Cerrahiye-i İlhaniye'yi yazmış ve burada operatörlük aletlerini gösteren resimler de yapmıştır. Antakyalı Davud ise, operatörlüğe ait bir başka eser yazarak, insan ve hayvan anatomisini mukayese etmiştir. 17'nci asrın başlarında Şeyhulharameyen Şemsettin, Teşrîhu'l-Ebdân'ı kaleme almıştır. Bunu yazarken, Vasabius'un De Humani Corporis Fabrica'sından faydalanmıştır ki, bu, Osmanlı ilim âleminin Batı'daki gelişmelerden habersiz olmadığını ortaya koymaktadır. 17'nci asırda, Batı'dan önce Osmanlılarda çiçek aşısı biliniyordu. Kanuni döneminde bir savaşta kafatasından bir kemiğini kaybeden bir gaziye, şehid olan bir başka askerin aynı kafatası kemiğinin nakledildiği Şerefnâme isimli eserde anlatılmaktadır. 16 ve 17'nci asırlarda Tıp sahasında daha pek çok kitaplar telif edildiği gibi, 18'inci asırdan itibaren de, Batı'da yazılan eserler tercüme edilmeye başlanmıştır. 16'ncı asırda yaşamış pek çok meşhur Türk doktorunun isimlerine kaynaklarda rastlıyoruz: İzmitli Muhyiddin Mehmet, Amasyalı Lütfullah oğlu Mehmet, Hacı Hekim, Kaysunizade Bedreddin, Sinaneddin Yusuf, Perviz Abdullah, Ahi Ahmed Çelebi gibi.

18'inci asra kadar Avrupa'da akıl hastaları şeytanla işbirliği yapan lânetliler olarak görülürken, Selçuklu ve Osmanlı hastanelerinde, bunlar için ayrı hastaneler vardı ve musiki ile tedavi usulü uygulanıyordu. Bu uygulamaya 1956 yılında Amerika'da da başlanmıştır. İngiliz doktor John Heward, 1788'de yazdığı eserinde, Türklerin akıl hastaları için yaptıkları hastane ve tatbik ettikleri tedavi usullerinden hayranlıkla bahseder.

Pastör'den asırlarca önce Ak Şemseddin, hastalıkların gözle görülmeyen canlılar tarafından meydana getirildiğini, Mâddetü'l-Hayat adlı eserinde şöyle ifade etmekteydi: "Cümle marazların suret-i nev'iyesi hasebiyle, nebat ve hayvanlarda olduğu gibi, tohumları ve asılları vardır."

Osmanlılar, Riyaziyat veya İlm-i Riyaziye dedikleri Matematik'te de bir hayli ileri idiler. Mimari âbideler, tek başına matematik ve mühendisliğin ne ölçüde ileri olduğunu göstermeye yeter. Medreselerde yüksek matematik ve cebir okutuluyordu. Venedik, Bologna ve Floransa üniversiteleri, öğretimlerinde bu medreseleri örnek almışlardı (2. Türk Tarih Kongresi, s. 632) 1734'te Yenişehirli Mehmet Said Efendi, üçgenlerin açılarını ölçen ve arazi ölçümünde de kullanılan bir alet icat etmişti. 1730'da İstanbul'da vefat eden Hoca Mehmet Esat Efendi, artık o dönemde medrese eğitiminden kaldırılmış olan Matematiği hususi hocalardan öğrenmiş, teleskop ve mikroskoba ait yazılar yazmış ve kendisine medresede müderrislik vazifesi verilmişti. 1834'te vefat eden Hoca İshak Efendi, Doğu dillerinden başka İbranice, Yunanca, Latince ve Fransızca gibi dilleri de biliyordu ve Avrupa'daki Matematik, Fizik ve Mekaniği Türkçe'ye nakletmişti. Yine 18'inci asırda yaşamış bulunan ve büyük bir sufi olmasının yanısıra, aynı zamanda Anatomi, Tıp ve Matematik de bilen İbrahim Hakkı hazretlerinin Marifetnamesinde tarif ettiği toplama sağlama işlemi, bugünkü modern matematikçe de halâ meçhul bulunmaktadır. 18'inci asrın ortalarında açılmaya başlayan askerî okullarda Matematik, modern bir ilim dalı olarak artık çoktan okutulmaya başlanmıştı.

Osmanlılarda İlm-i Nücum, hurafelerle karışık astroloji değil, Astronomi idi. Osmanlılar, Astronomi'de Orta Çağ Arap Müslümanları kadar ileri değil idiyseler de, yine de çok geri de değillerdi. Zatü's-Sukbeteyn adlı bir astronomi âletinin kurucusu olan Takıyyüddin Efendi, III. Murad'ın emriyle Tophane bayırında bir rasathane kurmuştu. Bu devirde kullanılan duvar ve masa saatleri tekniği Batı'dakinden çok ileri idi. Türk saatçiliği, bilhassa işçilik bakımından şayan-ı takdir bulunuyordu. Muvakkıtlar (vakit tayincileri), irtifa aleti denilen sekstan ile, namaz vakitlerini ve güneşin batışını saniyesi saniyesine tesbit ederlerdi. 16'ncı asrın ilk yarısında yaşamış bulunan Matrakçı Nasuh, güneş sistemini izah ediyordu.

Tecrübe ve pratiğe dayalı mekanik, Osmanlılarda çok ileri idi. IV. Murad döneminde Hezarfen Ahmet Çelebi'nin kanat takarak uçması, böyle bir tecrübi mekaniğe dayandığı gibi, havai fişek, hayret verici derecede gelişmişti. Timsah şeklinde denizaltı tecrübeleri, daha 18'inci asrın başında Lâle Devri'nde yapılmıştı. Bu denizaltı, şehzadelerin sünnet düğününde III. Ahmed'in önünde gösteri yapmış ve bir saat suyun altında kalabilmişti. 1753 kasımında bostancılar tulumbacısı Mehmet Ağa, hortumlu yangın tulumbalarını icat etti. Daha sonra Batı'nın tekniği de Türkiye'ye derhal ithal edilmiş, buharlı gemiler ve uçaklar, Avrupa'da yapılışının üzerinden çok geçmeden Türkiye'ye gelmiştir. Birinci Cihan Harbi'nde Türk ordusunun 400 uçağı vardı.

Mustafa oğlu Mehmet, 1590'da yazdığı Kitabü'l-Felâha (Çiftçilik Kitabı)'nda, 30 bölüm halinde tarımı ve 4 bölüm halinde hayvancılık konularını işlemişti. Suni civciv üretme, asırlardan beri biliniyordu. Yumurtalar, fırında veya at gübrelerinde kuluçkaya yatırılmakta idi. İlm-i Hayvanat denilen Zooloji ve İlm-i Nebatat denilen Botanik de hiç de geri seviyelerde değildi. Haritacılık çok gelişmişti. İlm-i Hikmet, Felsefe ve Ahlâk, yüksek medreselerde okutuluyordu. Fakat, bilâhare Felsefe medreselerden çıkarılmış, Kâtip Çelebi, bunu tenkit etmiştir. Ansiklopedik eserler de veriliyordu. Taşköprülüzâde Ahmed Efendi'nin (öl. 1560) 500 kadar ilmi içine alan Miftahü's-Saadesiyle, Kâtip Çelebi'nin Keşfü'z-Zünun'u çok meşhurdur. Bu ikinci eser 7 cilt halinde Latince'ye tercüme edilmiş ve 1838 yılına kadar bile, Avrupa'da bu ölçüde mükemmel bir katalok henüz telif edilmemişti. (Öztuna 1983: 11:136-156)

Bilhassa Cumhuriyet'ten sonra, Osmanlı Devleti'nde ilme ve teknik gelişmelere hiç önem verilmediği, hattâ karşı çıkıldığı iddia edilmiştir. Bu konuda öne sürülen birkaç menfi örnek maalesef genelleştirilmiş ve bütün Türk-İslâm tarihi mahkûm edilmiştir. Oysa gerçeğin hiç de böyle olmadığı yukarıda verilen bilgilerden anlaşıldığı gibi, bu konuda çokça öne sürülen matbaanın Osmanlı ülkesine geç gelmesinin de, yine resmî iddialarla bağdaşır bir yanı yoktur.

Bazı aydınlarımız, matbaanın dînî bağnazlık yüzünden ve "gâvur icadıdır, dine manidir"diyerek engellendiğini iddia etmektedir. Niyazi Berkes'e ait olan şu ifadeler ise meselenin gerçek sebebini açıklar mahiyettedir:

Kitap basımının şeriata aykırı olduğu iddiasıyla basımevi açılmasına ulemanın karşı geldiği yollu yaygın bir inanç vardır... Gerçekte ise, ulemadan böyle bir direnme geldiğini gösteren hiçbir delil yoktur. Şeyhülislam Abdullah Efendi (matbaa açılması için) fetvayı hemen vermiş, ulemadan on bir kişi ilk kitabın başına konan 'takriz'ler yazmıştır... Şeyhülislam, İbrahim Müteferrika'ya basılmasını gerekli gördüğü iki kitabı salık vermiştir. Matbaanın tashih işlerine bakmak üzere de ulemadan üçü Kadiri, biri Mevlevi şeyhi dört kişi memur edilmiştir." (Berkes: 188-89)

Niyazi Berkes'e göre, matbaanın geç gelmesinin sebebi, Osmanlı lonca sistemi, yani esnaf teşkilatlanması usulü idi. O dönemde, Kapitalizm öncesi Avrupa'da olduğu gibi Osmanlı Devleti'inde de, ticarî anlaşmalarla teknik uygulamalar, kısaca ekonomi üzerinde loncaların çok önemli belirleyici etkisi vardı. Fabrikanın el tezgâhlarını çökerteceği ve bu sebeple, matbaanın gelmesiyle birlikte pek çok hattatın işsiz kalacağı ortada idi. Bu dönemde sadece İstanbul'da hattatlar locasının 90.000 üyesi bulunuyordu. Ekonominin bozulduğu, işsizliğin sürekli arttığı, devam eden savaşların ülkenin belini büktüğü bir zamanda bu kadar çok kişinin bizzat işsiz kalmasının getireceği kargaşa ortada idi.

Hukuk-Adalet ve Kanun Hakimiyeti

Devlet, mutlakiyetçi görünse de, bizzat padişah adalete riayet ederdi. Bunun binlerce misali vardır. Meselâ, Sultan III. Mustafa (1757-1774), Beylerbeyi Sarayı'nı genişletmek istemişti. Bunun için civardaki bir dul kadının arsasını almak lâzımdı. Kadın arsasını satmak istemeyince, Padişah kızmışsa da, arsayı zorla almaya çalışmadı (Öztuna, 10:194).

Esasen sistem, ta baştan bunun üzerine kurulmuştu ve padişahlar, kanunlara belki herkesten daha çok saygılıydılar. Onlar, şer'î hukukun ayrıntılı olarak düzenlememiş bulunduğu sahalarda kanun koyarken, bunun bu hukukun genel prensiplerine uygun düşmesine dikkat ederlerdi. Osman Gazi'ye, ilk örfî vergi olan pazar vergisi koyması teklif edildiğinde o, "Allah'ın emri değildir" diye karşı çıkmış, fakat şer'î esaslara aykırı olmadığı kendisine söylenince razı olmuştu (Aydın, 384).

Esasen, padişah kanunnamelerinin hazırlanış sebebi de, Osmanlı hukuk anlayışını göstermesi bakımından önemlidir. Diğer pek çok Müslüman devlet gibi Osmanlı Devleti de, Hanefî fıkhını uyguluyordu. Fakat, devlet büyüyüp, problemler arttıkça, şüphesiz her meseleye Hanefî fıkhından da olsa hemen verilmiş bir fetva bulunamıyordu. Bu durumda, başka mezheplere mensup müçtehidlerin içtihadlarından faydalanma gereği duyulmuştur. Kanunî'ye Kanunî unvanını kazandıran meşhur kanunnamesinin kaynağı budur. İşin daha dikkat çekici yanı, 1537 yılında "nizam-ı din ve devlet ve ahval iktiza etmeğin bazı mesailde eimme-i dinden bazı müçtehidîn kavli üzere amel eylemek" için ferman çıkarması yolunda Padişah'a başvuran kişinin Ebussuud Efendi olmasıdır (Akdağ II:67).

Yavuz Selim, adaletinin yanısıra hiddetiyle de tanınırdı. Devrin müftüsü veya şeyhulislâmı Zenbilli Ali Efendi, onun bu mizacından gelen kararlarını tadilde ne derece başarılı idi ise, Padişah da kanunlara ve âlimlere o derece saygılıydı. Bir defasında Yavuz, gazaplandığı bazı insanların, kamu selâmeti adına idamını istedi. Ali Efendi derhal müdahalede bulundu. Padişah, siyasete niye karıştığını sorunca da meşhur mütfü, "Âhiret'e taallûku cihetiyle müdahale vazifemizdir" cevabını verdi ve Padişah, kararından vaz geçti. Yine bir defasında Padişah, Ali Efendi'ye, "Bütün dünyayı fethetmek mi, yoksa milletleri İslâm'a getirmek mi daha hayırlıdır?" diye sorar. Zenbilli, Müslüman olmalarının Allah'ın rızasına daha uygun bulunduğu fetvasını verince, Yavuz, zaman zaman canını sıkan Rumeli hıristiyanlarının Müslümanlaştırılmasını ve kiliselerinin cami yapılmasını emreder. Fakat bu emir de, yine Zenbilli Ali Efendi'nin, zorla Müslümanlaştırmanın Kur'ân'a aykırı olduğunu söylemesiyle uygulamaya konmaz (Lütfi Paşa Tarihi'nden Turan, 410).

Herhangi bir vatandaş, gerektiğinde padişahı mahkemeye verebilirdi. Fatih'in bir rum mimarla İstanbul kadısı Hızır Çelebi önündeki duruşması meşhur olduğu gibi, bir defasında, I. Bayezid (Yıldırım) döneminde Bursa kadısı bulunan Molla Şemseddin Fenari, Padişah'ın bir davadaki şahidliğini kabul etmez. Gerekçe olarak da, cemaatle namazı kaçırdığını söyleyince Padişah, kesin özrü olmadıkça bir daha cemaati terketmez (Taşköprülüzâde'den Turan, 411).

Osmanlılarda ekonomik düzen gibi, devlete de şekil veren başlıca dinî prensipler adalet ve ona bağlı olarak eşitlik şeklinde özetlenebilir. Adalet, hem dinin hem devletin temel hedefidir ve eşitliği de özünde taşır. İslâm'ın, "insanların tıpkı bir dokumacı tarağının dişleri gibi eşit olmaları" şeklinde benimsediği eşitlik kavramı, soylu zümrelerin kast sisteminin, sayısız ayrıcalıkların var olduğu bir dünyada çok yeni ve çok ileri bir düşünce olup, sadece İslâm'ın doğuşunda değil, sonraki dönemlerde de devrimci bir nitelik taşıyacaktır (Cem, 72-3). Bu prensipler üzerine kurulu Osmanlı adalet sisteminde kazaî teşkilat ile idarî teşkilat, yapı olarak âdeta iç içedir. Şu manâda ki, siyasî coğrafya kazâî teşkilata göre bölünmüş gibidir ve kadıların bulunduğu şehirlere kaza adı verilmektedir. İktisadî ve coğrafî şartlar bakımından elverişli mevkilerde kasaba veya şehir vasfını kazanmış olan yerler, hep birer kaza, yani adliye merkezi idi. Kadılar doğrudan padişah tarafından tayin edilir ve bulundukları yerlerde, bugünkü manâda hem vali veya kaymakamın, hem de hakimin fonksiyonu görürlerdi. Bulundukları dairede padişahın mümessili sıfatıyla adeta siyasî bir hakimiyet sembolü idiler de.

"Şer'î mahkeme" de denen mahkemeler, her türlü hukukî ve cezaî ihtilafları halletmeye yetkili idi. Ayrıca, bugün noterlerde yapılan akit muameleleri de burada yapılıyordu. Bütün bu vazifeler için, başta davaları karara bağlayan kadı bulunuyordu. Onun, yerinde hallolunması gereken işlerde yardımcılığını yapan, keşif ve tahkikatta bulunan naipleri vardı. Osmanlılardaki zabıt, kayıt ve arşiv sistemini tarihte başka hiç bir ülkede görmek mümkün değildir. Adliyede de zabıt, hüccet ve senet gibi işleri görmek üzere kâtipler, bir de normal hizmetler için hademeler, kaza müessesesinin diğer elemanlarını teşkil ediyordu. Bunlardan ayrı olarak, mahkemenin tebliğlerini taraflara duyurmak ve gerektiğinde tarafları mahkemeye celbetmek için 'muhzır' denilen görevlileri de anmamız gerekiyor.

Bütün mahkemeler, mutlak surette alenî, yani halkın önünde cereyan ederdi. Mahkeme oturumlarında, kadıların yanında "şühûdü'l-hâl" veya "udûlü'l-müslimîn", ya da "şühûdü'l-udûl" gibi adlarla anılan ve kararların altına imza atan 5, 6 veya daha fazla sayıda, genellikle müderris, eşraf gibi şehrin ileri gelen güvenilir, bilgili insanlarından oluşan bilirkişi ya da jüri heyeti diyebileceğimiz bir heyet de hazır bulunurdu. Kadı, gerektiğinde bunlarla istişare de ederdi. Kadıya, hükümlerinin hukuka uygun olup olmaması bakımından yol gösteren bir diğer müşavir de müftü idi. Müftü mahkemede hazır bulunmamakla birlikte, taraflar gerekirse müftüden fetva alıp, bunu mahkemede ibraz edebilir, bazen de fetva için bizzat kadının müftüye başvurduğu olurdu (Akdağ, 400-405).

Yüksek medreselerden mezun olan danişmendlerden kadılık için müracaat edenler, önce büyük vilâyet merkezlerindeki kadıların yanına, en az beş kişi halinde stajyer olarak verilir ve bunlar 3-5 yıl bu işte kalırlardı. Daha sonra İstanbul'a gelerek bir yıl da "mülâzemet" süresini doldururlar ve sonra kadı olarak tayin edilirlerdi. Kadı, tayin edildiği yerde ancak 2 sene kalır ve yeniden İstanbul'a dönüp, bir yıl daha mülâzemette bekledikten sonra bir başka yere tayin edilirdi (Akdağ II:97-8).

Meşhur maliyeci Jean Bodin, Türkiye'deki refah ve huzurun Fransa'da da sağlanabilmesi için, Türk devletinde alınan tedbirlerin uygulanmasının zaruri olduğunu yazar. Ünlü İngiliz kralı VIII. Henry, Kanunî'nin kanunlarının Türkiye'de nasıl tatbik edildiğini öğrenip, İngiliz adalet sistemini Türk adalet sistemine göre ıslah etmek üzere Türkiye'ye bir tetkik heyeti göndermiş ve heyet, Türk İmparatorluğu'nda Siyaset adlı büyük raporunu krala takdim etmiş ve bu rapor, daha sonra bir kitap halinde yayınlanmıştır (Öztuna, 8:368).

Osmanlı Devleti, merkeziyetçi görünümünün yanısıra, aynı zamanda adem-i merkeziyetçi bir yapıya da sahipti ve merkezî otoriteyi bir tür adem-i merkeziyetçilikle de sağlıyordu (Cem, 102). Meselâ, Yavuz Sultan Selim, Güneydoğu Anadolu'yu Osmanlı topraklarına katınca, buradaki 19 Kürt aşiretine, kendi başkanlarını kendilerinin seçmesi hürriyetini tanımıştı. Aynı şekilde, ülke içinde diğer dinî cemaatler de, dinlerini yaşamakta serbest oldukları gibi, aralarındaki davaları da kendi mahkemelerinde çözebiliyorlardı. Fakat, Rum, Ermeni ve Yahudi cemaatleri gibi cemaatler, sadece devlet, hükümet ve Müslüman halk ile olan münasebetlerinde değil, kendi aralarında, cemaat örgütlerinin çözeceği meselelerde bile, büyük bir güven ve itimatla müftülere veya kadılara başvuruyorlardı (Akdağ II.57).

Devletin Halka Bakışı ve Fırsat Eşitliği

Osmanlı Devleti'nin halka karşı görevi, İslâm ilkelerinin ışığında "koruyucu" olmak ve "güvenliği sağlamak"tı (Cem, 75).

Reaya Tanrı emaneti olarak kabul edildiği için, devletin başlıca vazifesi onun durumunu düzenlemek ve refahını sağlamaktı: "Saltanat (idare) onlar ile onlardan tahsil olunan hazine ile ve memleketin bayındırlığı ile olur" gerçeği ilke kabul edilmişti. Kanunî Sultan Süleyman bir gün meclisinde bulunanlara "bu memleketin hakîkî efendisi kimdir?" sualini sorunca, "Zat-ı hazret-i Padişahîleridir" diye verilen cevabı kabul etmemiş ve "hakikî efendi reayadır" demek suretiyle asırlarca sonra herkesçe idrak edilecek bir hakikatı ifade etmişti. Reaya fukarasının tahammüllerinden ziyade mal alınmasını bir hanın temelinden toprak alıp sathına sarfetmeye teşbih eylemişler ve "temelden alınan toprak ile temele zaaf gelip, ol sutuhun ise ol ağırlığı çekmeye iktidarı kalmayıp, tamamen yıkılmasına sebep olur" demişlerdir (Cem, 76).

15'inci yüzyılın bir Avrupalı tarihçisi, Osmanlı sistemini şöyle tanıtır: "Osmanlı yönetiminin kurulmasına ait zemin hazırlığı şu idi: Osmanlı Devleti, her ferdin sadarete kadar yükselmesine imkân veren geniş bir demokrasi içinde, eski görüş yerine yeni bir görüşle kurulmaktaydı." (Cem, 76)

Kanunî zamanında Almanya büyükelçisi olan Busbecq, Türk başarısının sırrını, şahsî meziyet ve liyakate öncelik verilmesinde görür: "Türkiye'de, hattâ Türklerin kendi aralarında bile, şahsî meziyet ve liyakatten başka hiçbir şeye kıymet verilmez. Padişahın maiyetini teşkil eden mecliste hiçbir adam yoktur ki, haiz olduğu mevki ve rütbeyi, kendi şahsî liyakat ve cesaretine borçlu olmasın... Memuriyetlerin başında, o vazifeleri görmeye liyakatli kimseler bulunur. Türkiye'de herkes, kendi mevki ve ikbalinin bânisidir. Sultanın hükmü altında en yüksek mevkie çıkmış olanlar, çok kere çobanlıktan gelmedirler... Türkler, meziyetin bir miras gibi elde edildiğine inanmazlar. Bunu, kısmen Allah'ın ihsanı, kısmen de çalışmanın ve gayretin mükâfatı olarak telakki ederler." (Öztuna, 8:372)

İhtisap Müessesesi

Bir de ihtisap müessesesi vardı. Bu, İslâm'da iyiliği yayıp, kötülüklerin önünü alma prensibinin ortaya çıkardığı bir müesseseydi. Muhtesiplerin vazifeleri: çarşı, pazar ve sokakları teftişle, kanuna aykırı gördükleri fiil ve hareketleri, hayvanlara tahammüllerinden fazla yük yüklemeyi, hamallara ve gemilere, yine taşıyamayacakları malları yüklemeyi men etmek ve bundan başka, yol ve sokaklarda yıkılmak üzere olan binaları tesbit edip, yıkılmalarını sağlayarak, muhtemel kazaların önünü almak; erzak, yiyecek ve içeceklere hile karıştırılmasına ve noksan tartılara mani olmak gibi işlerdi (Berki, 77).

Başlıca Sosyal Kurumlar: Vakıf, Hastane ve İmarethaneler

Osmanlı yönetiminde ferdi korumaya yönelik devletçiliğin tabiî bir sonucu olarak sosyal güvenlik kurumları ve "vakıf" sistemi çok gelişmiş, yaygınlaşmıştı.

Devlet, öğrencilere, memurlara ve fakirlere bedava yemek dağıtan imarethaneler, hastaneler, mescidler, medreseler, muallimhaneler, hanlar, kervansaraylar yaptırmış olup, onların gelirini sağlamaktaydı. Dinî fonksiyonun yanısıra bir çeşit sosyal yardımlaşma, toplanma ve dayanışma aracı olan camiler de, bu sosyal kurumların içinde önemli yer tutmaktaydı. Günümüzdeki kamu hizmetlerini andıran bu sosyal güvenlik kurumları "devlet eli ile kurulmuş olup, devlet geliriyle işleyen, fakat idarî ve malî bakımdan muhtar ve hususî bir statüye tâbi" idiler (Cem, 95).

Anadolu Selçuklularının son döneminde devlet çeşitli yardımlaşma kurumlarını işletmekte, yenilerini yapmaktadır. Örneğin, Kayseri'de, Sivas'ta, Konya'da, Çankırı'da, Divriği'de, Amasya'da, Kastamonu'da ve Tokat'ta muazzam hastaneler yaptırılmıştır.

Hastaneler, Selçuklular devrinin önemli sosyal yardım müesseseleridir. Anadolu Selçukluları 12'nci yüzyıldan itibaren hastane yapmaya başlamışlar ve bu sağlık kuruluşlarına darüşşifa, darüssıhha, bîmaristan, maristan gibi isimler vermişlerdir.

Selçuklu hastaneleri, başlangıçtan itibaren tıp öğrencilerine teori ve pratiği beraber gösteren tıp fakülteleri gibi çalışmışlardır. Meselâ, Kayseri'de Gevher Nesibe tarafından 1205'te, Sivas'ta İzzettin Keykavus tarafından 1217'de yaptırılan hastaneler, bitişiğindeki tıp medreseleri ile yekpare binalar olarak hizmet görmüşlerdir (Çetin, 1990:210).

Osmanlılar, hastane kurmakta, Selçuklu ananesini devam ettirmişlerdir. 13'üncü asırda Selçuklular, Kayseri, Sivas, Divriği, Çankırı, Kastamonu, Konya, Tokat, Erzurum, Erzincan, Mardin, Amasya gibi şehirlerde bir çok hastane kurmuşlardı. Osmanlılarda hastanelerin ekserisi, tıp medreselerinin tatbikat yerleri idi. Yani, hastane hekimleri, bağlı bulundukları tıp medresesinin müderrisleri idiler. Gene Selçuklularda olduğu gibi Osmanlı medrese-hastaneleri, çok zengin vakıflarla besleniyordu ve hiç biri devletçe yaptırılmamıştı, hepsi hayır sahiplerinin eseri idi. Bu suretle Osmanlılar, yalnız İstanbul şehrinde 70 hastane yaptırmışlardı. Diğer şehirler bununla kıyas edilebilir (Öztuna, 11:145).

II. Bayezid devri müelliflerinden Cantacacis, klasik eserinde o devir için şöyle der: "Küçüğü ve büyüğü ile Türk ileri gelenleri, cami ve hastane yaptırmaktan başka bir şey düşünmezler. Onları zengin vakıflarla teçhiz ederler. Yolcuların konaklaması için kervansaraylar inşa ettirirler. Yollar, köprüler, imaretler yaptırırlar. Türk büyükleri, bizim senyörlerimizden çok daha hayır sahibidirler, son derece misafir severler. Türk, Hıristiyan ve Yahudileri memnuniyetle misafir ederler. Onlara yiyecek, içecek ve et verirler. Bir Türk, karşısında yemek yemeyen bir adamla - adam Hıristiyan ve Yahudi bile olsa - yemeğini paylaşmamayı çok ayıp sayar (Öztuna, 10:318).

15'inci asrın ilk yıllarında Bursa'da 7 imaret vardı. Alman gezgini Schiltberger'e göre bu 7 imarette "Hıristiyan, Mûsevî veya putperest olmasına bakılmaksızın, her yoksul yiyip içebiliyordu." Bu yazar, Yıldırım Bayezid devrinde, Osmanlı taht şehri Edirne'ye nakledilmeden hemen önceki yıllarda Bursa'nın nüfusunu 200.00 olarak vermektedir (Öztuna, 10:331).

İstanbul'da II. Bayezid'in Bayezid İmareti, günde 1.000 muhtaca iki öğün yemek dağıtıyordu. Kanuni'nin yaptırdığı Süleymaniye imaretinde ise, medresenin 600 talebesi ve hastalar dışında sayısız muhtaca yemek veriliyordu. Bu imaret, 1 büyük mutfakla 3 yemek salonundan ibaretti. Arka tarafta, yolcuların hayvanları için bir ahır vardı ve burada da yolcuların hayvanları bedava yedirilip tımar ediliyordu. Bir yolcu, bu şekilde 3 gün misafir ediliyordu. Misafir yolcuların 5 kişisi bir sofraya alınıyor ve her öğünde böyle 40 sofra kuruluyordu. Demek ki, yalnız yolcu sıfatıyla günde 200 kişi yemek yiyordu. Her yolcuya günde 50 dirhem bal, misafirin hayvanına günde bir şinik arpa veriliyordu. Fakat bu yolcu mühimce bir şahsiyetse, büyük ölçüde ikram ediliyordu. Padişahın vakıf şartı böyleydi. İmarette 6 aşçı, 4 sofracı, 3 bulaşıkçı ve pek çok hizmetkâr çalışıyordu (Öztuna, 10:328).

1500 yıllarında Fatih imarethanesinde her gün 1.650 kişiye bedava yemek verilmektedir. Bunların çoğu öğrenci, Fatih vakfının diğer bölümlerinde çalışan doktor, öğretmen gibi memurlar ve yolculardır. Ancak bu resmî rakamın dışında fakirler ve dul kadınlar da imarethaneden yemek alabilmektedir. Fatih imarethanesinden yararlanan fakirlerin sayısı belli değildir. Ancak bazı kuruluşlarda, örneğin Edirne'deki II. Bayezid imarethanesinde, her gün 1400 fakire yemek verildiği tahmin edilmektedir.

Bir külliyenin görevlileri ve talebeler ile ülkenin çeşitli yörelerinden gelen yolcular ve fakirler, öğle yemeğini hep birlikte imarette yiyorlardı. Personel ve talebelerden başka 5'er kişilik 40 sofra daha açılıyor, yani talebe ve personel dışında 200 kişiye daha yemek veriliyordu. Böylece burada bedava yemek yiyenlerin sayısı 800'ün üzerine çıkıyordu. D'Ohsson'a göre, 18'inci yüzyılda İstanbul'da her gün 30.000'den daha fazla kişi imaretlerde bedava yemek yiyorlardı (Yediyıldız, 495).

İmarethane hesapları, vakıflarda işlerin ne kadar düzenli yürütüldüğünü göstermeleri bakımından ilgi çekicidir: Gerekli maddelerin nereden, ne miktarda geleceği, bunların değeri, verilecek yemeğin niteliği, Cuma ve Bayram menüleri hep önceden planlanmış, para dikkatle harcanmış ve hesaplar tutulmuştur (Cem, 97).

Tarih boyunca, bütün İslâm ülkelerinde vakıflar önemli içtimaî müesseseler olarak hizmet görmüşlerdir. Bilhassa Selçuklular ve Osmanlılar zamanında artan sosyal refaha ve halkın zenginleşmesine paralel olarak çok zengin vakıf tesisler kurulmuştur. Bu vakıf müesseselerinin vakfiyeleri ile günümüze kadar gelebilen binaları, geçmişte vakıfların cemiyette ne büyük hizmetler ifa ettiklerini göstermeleri bakımından çok önemlidir. 18'inci yüzyılın ikinci yarısında, İstanbul'da imaretlerden günde iki öğün yemek yiyenlerin sayısının 30.000 oluşu, vakfın Türk cemiyetindeki yerini belirtir. Bugün ülkemizde devlet tarafından yerine getirilmeye çalışılan her türlü kamu hizmeti, Osmanlılar ve Selçuklular devrinde vakıf hizmetleri olarak değerlendirilmiş ve yerine getirilmiştir. Böylece vakıflar sosyal yardım müesseseleri olarak çalışmış, ilmî, dinî ve medenî hayatın bütün tezahürleri hep vakıf tesisler yoluyla tanzim ve idare edilmiştir (Çetin, 210).

Osmanlılar, kerim devletin, halkı düşünen, koruyan devletin bir sembolü olan vakıf sistemini görülmemiş çapta büyütmüş, vakıf kurup yaşatmayı kendilerine temel görev edinmişlerdi. 1530-1540 yıllarında yapılan nüfus ve vergi tahririnde belirtildiğine göre, Kastamonu, Alaiye, Teke, Hamid ve Karahisar-ı Sahip livaları dahil, bütün Batı Anadolu sancaklarını içine alan o zamanki Anadolu eyaletinde sağlanan tüm gelirin %14'ü vakıflara ait olup, bu kanaldan kamu hizmetlerine, din ve hayır işlerine yönelmekteydi.

Bu dönemin Anadolu eyaletinde 45 imaret, 342 cami, 1.055 mescid, 110 medrese, 626 zaviye, 75 büyük han ve kervansaray vakıflarca işletilmekte, 7.000'den fazla kamu hizmeti görevlisi ve öğrenci, vakıf yoluyla maaş almaktaydı. Aynı yıllarda, öteki bölgelerin durumu da buna eşti. Devletin gelirinin önemli bölümü sözü geçen kamu hizmetlerinin görülmesi için vakıflara bırakılmıştı. Vakıf gelirlerinin %14'e ulaştığı Karaman eyaletinde bu yolla 3 imaret, 75 cami, 319 mescid, 45 medrese, 272 zaviye, 2 dârüşşifa, 14 kervansaray işletilmekteydi. Halep ve Şam eyaletlerinde gelirin %14'ü, Zülkadriye ve Rumeli'nde %5'i vakıflara ayrılmaktaydı (Cem, 96).

Bu şefkat, yalnızca insanları değil, hayvanları ve bitkileri de içine alıyordu. Zira onlar da Cenab-ı Hakk'ın mahlûku olarak, gereken şefkati görüyordu. Hiç bir millet, klasik devir Osmanlı Türkü kadar çiçeğe değer vermemiştir. Bursa'da Tahta'l-Kal'a'daki "Gurabahane-i Lâklâkan" denilen leylek hastanesi, yeryüzü tarihinde eşsiz bir müessesedir. Güvercinler için yapılan vakıflar ise, çok sayıda idi. D'Ohsson şöyle der: "Hayırseverlik akideleri, hayvanlara da şamildir. Hiç kimse, hayvanlara kötü muamele edemez. Bir atın, katırın, devenin sahibi bile, onları mutedil şekilde kullanır. Türk zabıtası, hayvanlara kötü muamele edenleri cezalandırmaya yetkilidir. Hayvanları fazla çalıştırmak da yasaktır. Her gün, Türklerin hayvanlara ne kadar iyi davrandıkları görülür. Bu da, şüphesiz bir millet için şeref teşkil eder. Kuşlara yem vermek için kurulan vakıflar bilinmektedir. Camilerin saçakları altına kuşların sığınması için hususi yuvalar ve meşhurların mezarlarındaki mermer sandukaların yanına, yağmur suyu birikip kuşların içmesi için küçük tekneler yapmak, Türk medeniyetine mahsus hususiyetlerdendir." (Öztuna, 10:321)

Bu konuda, Münevver Ayaşlı'nın İstanbul'la ilgili olarak yazdıkları da dikkate değerdir: "... Öyle bir şehir ki, her başıboş köpek için bile olsa, kapılarında daima su ve yiyecek bulunduran, kediler için ayrıca sokaklarından ciğerci geçen, camilerinde daima güvercin besleyen güzel İstanbul..." (Pertev Beyin Üç Kızı, 57)

Hayır sahipleri neler yaptırmışlardır? Akla gelen her şey: Cami, mescid, külliye, medrese, mektep, hastane, çarşı, bedesten, arasta, han, kapalıçarşı, çeşme, sebil, selsebil, şadırvan, fıskiye, havuz, kuyu, kaplıca, hamam, çifte hamam, ılıca, tuvalet, yol, köprü, kervansaray, imaret, kütüphane, namazgâh, musalla, gasilhâne, tekke, ribat, zaviye, hücre, dergâh, türbe, künbet, çarşı, pazar, han, bahçe, tarh, kışla, kale, hisar, hisar-beçe, planka, burç, hendek, tabya, kaldırım, sokak, park, bulvar, miskinhane, kalenderhane, dârulkurâ, dârulhuffaz, dârulhadîs, muvakkıthane, liman, fener, deniz feneri, yunak, yağhane, mumhane, şekerhane, demirhane, dökümhane, fırın, tezgâh, mezbaha, tophane, güllehane, şişhane, ahır, hara, dershane, tımarhane, darüşşifa, nişangâh, fetvahane, menzilhane, nişantaşı, sayehan, kemeriye, çardak, suyolu, sarnıç, tabhane, müftihane, mahkeme, sığınak, kabristan, köşk, konak, saray, sahil-saray, yalı, ev, meşrutahane, liman, iskele, kahvehane, bozahane, şırahane, kıraathane, eczahane, mahzen, cedvel ve daha pek çok şey... (Öztuna, 10:322).

Anadolu'da Birlik ve Düzenin Sağlanması

Mükrimin Halil Yınanç, Osmanlı Devleti'ni şöyle anlatır: "Karakoyunlu ve Akkayonlu devletleri, sekenelerinin ekserisi göçebe ve yarı göçebe olduğu için, devletleri de, cemiyetleri gibi bünyece çürüktü. Şehirleşme hususunda geri kalan bu Türkmen ulusları ve devletleri, Müslümanlıktan önceki Türk devletleri ve 12'nci ve 13'üncü asırlarda kurulan Moğol imparatorlukları gibi, daha fazla fütuhat ve genişleme kabiliyetleri göstermelerine rağmen, pek az zaman içinde çökmüşlerdir. Buna karşılık, Anadolu beyliğini kuran ve 2 asırlık fetret devrine nihayet veren ve Anadolu Selçukluları devletini daha esaslı, daha büyük ve daha geniş bir ölçüde tesis eden ve hattâ bazı sahalarda, o devirdeki medeniyetten daha üstün bir medeniyet vücuda getiren ve bilhassa Türk dili ve edebiyatını canlandırmak hususunda pek büyük rol oynayarak, Türk dilini, yalnız şiir ve devlet lisanı değil, ilim lisanı bile yapmaya çalışan Osmanlılar, Moğol istilasından beri ortadan kalkmış olan içtimai nizamı, Anadolu'da yeniden tesis etmişlerdir." (İslâm Ansiklopedisi, Akkoyunlular md.)

Bir Medeniyet Silûeti

Osmanlı İslâm medeniyetinin genel silûetini, yabancı bir seyyah şöyle çizer:

İstanbul'un büyük caddelerinin birinden geçiyoruz... Yol bizi, camilere, köşklere, minarelere, kubbeli çeşmelere, altın ve arabesk yazılarla süslü padişah türbelerine götürüyor. Her taraf mimarî şaheserleri, su şırıltıları, âhenkli bir musikî gibi hisleri kucaklayan ve ruha neşe veren serinlikteki gölgelerle dolu... Buradan padişahların kendi adına yaptırdıkları camilere varılıyor. Bunların her biri, caminin muhteşem kubbesi yanında hemen hemen silikleşen medrese, hastane, kütüphane, dükkân ve hamamlardan mürekkep küçük bir şehir teşkil etmektedir... Burada artık güzellik duygusundan çok daha derin ve çok daha kudretli bir şey hissetmeye başlıyoruz. Bize başka bir düşünce ve duygu dünyasının mermerden örülmüş muhteşem bir ifadesi gibi görünen, bize yabancı ve karşı bir ırkın, bize düşman bir imanın iskeletini temsil eden ve zarif sütunlarının azametli diliyle, bizimkinden apayrı bir ALLAH'ın önünde eğilen, ecdadımızın titrediği bir halkın zaferini ilan eden bu âbideler, bu eserler, insana korku ve kuşku ile karışık bir hürmet telkin ederler. (Reclus, 149, nakl: Ünal: 73-74)

Ahmed Hamdi Tanpınar, bu kompozisyonun mimarî unsurunu şöyle ifade eder:

Koca İmparatorluğun her tarafında beyaz taş yontuluyor, büyük kazanlarda kubbeler için kurşunlar eritiliyor, yarı simyager, yarı nar çiçeklerinin, karanfillerin, badem, erik çiçeklerinin bir daha solmayacak baharları; tevhidlerin inancı, fetih âyetlerinin müjdesiyle beraber ağır ağır pişiyor; küçük, izbe dükkânlarda, yassı tunç tokmakların altında medreselerin, şifahanelerin, kervansarayların, hanların, büyük sarayların, sebil ve çeşmelerin saçakları, kitabeleri, yıldız süsleri için altın dövüle dövüle kelebek kanatları kadar ince, menevişli yapraklar haline getiriliyordu. (Tanpınar: 34)

Bu kompozisyonun mayası, yine Tanpınar'ın, "Hususi bir yaşayış şekli, bütün hayata istikamet veren ve her dokunduğunu rahmanîleştiren dînî bir kisve bu terkibin mucizesini yapıyordu. Gümrükten geçen her şey Müslümanlaşıyordu" (s: 22) sözlerindeki tesbitiyle, İslâm idi.

Yabancı Gözlemcilere Göre Müslüman-Türk Toplumu

İslâm, Türk tarihinde, bugün Türkiye'de yaşayan hiç kimsenin hayal edemeyeceği bir toplum meydana getirmiştir. Onun ancak son ve yıkılış dönemine yetişmiş Mehmet Akif, Yahya Kemal ve Ahmet Hamdi Tanpınar gibi yazar ve şairlerimizin bazı kesitlerini sunduğu bu toplum hakkında Batılı seyyah ve gözlemciler şunları yazıyordu:

Halkın ve Toplumun Karakteri

Türkler, çok dindar ve merhametlidirler. Büyük saygı besledikleri padişahlarına son derece sadık ve itaatkârdırlar. Türkler, birbirleriyle pek münakaşa etmezler. Şehirde askerler de dahil, kimse silah taşımaz. Pek az kavga ederler, düello nedir bilmezler... Gerçekten halis Türkler şarap içmezler... Çok sayıda oyunları vardır ama, parasız oynarlar... Türkler, az yerler, ne çok çeşitli, ne de çok nefis yemeklere düşkündürler... Kötü taraflarına gelince, çok izzet-i nefis sahibidirler; kendilerini bütün milletlerin üstünde görürler. Yeryüzünün en cesur ve asil kavmi olduklarına inanırlar...

Türkler, her sahada intizamı o kadar severler ki, onu korumak için hiç bir şey yapmaktan çekinmezler... Her türlü eşya makul fiyatlara satılır. Mal satanların tartılarını kontrolle tavzif edilmiş memurlar her gün satıcıları kontrol ederler. Eğer terazisi hileli olan veya pahalı satan bir satıcıya tesadüf ederlerse, derhal değnek cezasını infaz ederler ve ayrıca tazminata da mahkûm ederler... (Monsieur de Thevenot, Relation d'un Voyage Fait Au Levant, Paris 1665, s: 111, 126; nakl: Ünal: 7, 9)

Türkler, oyun oynamayı çok istihkâr ederler. Para kazanmak için oynayan bir adam, yani kumarbaz onların nazarında hırsızdan da âdi bir mahlûktur. Türkler dansı, kendileri için insanlık şeref ve haysiyetlerini lekeleyen, insanın en bayağı ve iptidâî taraflarına hitap eden basit bir maharet telâkki ederler. (Porter, 32, nakl: Ünal: 144)

İnsan, paşadan küçük bir bakkala kadar bütün Türklerin aynı okulda yetişmiş, aynı asalet mertebesine sahip büyük senyörler olduklarını zanneder... İstanbul halkı, yeryüzünün en medenî ve en dürüst halkıdır. İstanbul'da sokak kavgalarına, maksatsız dolaşan serserilere, dedikoducu kadınlara, herhangi bir fuhuş belirtisine, yüz kızartıcı hiçbir harekete tesadüf etmek mümkün değildir. Bütün yüzler, eller ve ayaklar tertemizdir. Yırtık elbiselere nâdiren rastlanır. Ama kirli olanlarına hemen hiç rastlanmaz. Hiç bir tarafta haylaz ve dilenci güruhuna tesadüf edilmez. Her tarafta muhtelif ictimaî sınıfların birbirlerine, karşılıklı saygı duydukları müşahede edilir. (Reclus, 165, nakl: Ünal: 66-67)

Birbirlerine karşı dürüst ve müşfiktirler. Yemek yerken kaç kere yanlarından geçen bir fakiri yanlarına çağırıp doyurduklarını gördüm. Biz bunu yapmazdık. Bir menfaat elde etmek yahut göze girmek için asla dalkavuklukta bulunmazlar. Hürmetkâr, cesur, ciddi ve sadedirler. Kimseye hakaret etmek istemezler. Az ve öz konuşurlar. O kadar dürüst ve namusludurlar ki, başka türlü olunabileceğini düşünmediklerinden ve herkesi kendileri gibi sandıklarından daima aldatılırlar. Türklerde sonsuz bir iyilik, şefkat ve sadelik hazinesi, güzel olan her şeye karşı köklü bir saygı ve zayıfa karşı derin bir merhamet mevcuttur. (Garanville Murray, nakl: Ünal: 79, 84, 85)

Kadın ve Aile

Sokakta bir kadına rastlayan erkek, bakmak yasak edilmiş gibi başını çevirir. Bir Türk için hiddetlenip kadına el kaldırmak kadar ayıp bir şey yoktur. (Porter, nakl: Ünal: 81)

İranlılarda görülen gösterişe Türklerde rastlanmaz. Türkler arasında çelimsiz ve hastalıklara nadiren rastlanır. Kanaatkâr ve sade bir hayat sürmek, onları böyle sıhhatli tutmaktadır. Türk, hiç bir zaman aldatmaz. Namuslu, iffetli, doğru sözlüdür. Yakınlarına çok bağlı olan Türk, elinde bulunan her şeyi onlarla paylaşır, karşılığında da hiç bir şey talep etmez. Türk, aile içinde âdil ve müşfiktir. Asya Osmanlıları arasında çok kadınla evlenme yaygınlaşmamıştır. Türk, umumiyetle aile ve izdivaç bağlarına Avrupalılardan çok daha hürmetkârdır... Evin içinde mutlak hakim olan kadın, daima müşfik ve mültefit bir muamele görmektedir... Türklerdeki fıtrî iyilik, tesir sahasını hayvanlara kadar teşmil etmekte ve meselâ bir çok bölgelerde eşeklere haftada iki gün dinlenme izni verilmektedir. (Elisee Reclus, Nouvelle Geographie Universelle, "La Terre et Les Hommes," 1884, c:9, s: 543, nakl. Ünal: 44-46)

İdareye Saygı ve Ordu

Türklerde yalancılık, cinayet ve hilekârlık yoktur. Padişahlarına tahtta kaldıkları müddetçe itaat ettikleri gibi, ALLAH'a da hiç bir engizisyona ihtiyaç olmadan mü'min ve mutidirler. (Lord Byron, La Crise de O'rient, Paris 1907, nakl: Ünal: 76)

Türkler, hükümdarlarına derin bir hürmet beslemelerine ve ondan bahsederken çok nazik ifadeler kullanmalarına rağmen, çok kere onunla serbestçe konuşmakta, şikayetlerde bulunup, gerek padişahı gerekse vezirlerini haksızlık yaptıkları takdirde tenkit etmekten çekinmemekte.... ve hattâ baskı ve tahakküm ifrata vardırıldığı takdirde, isyanlara bile tevessül etmekten kaçınmamaktadırlar. (Porter, nakl: Ünal: 189)

1832'de Arnavutluk, Manastır, Makedonya, Bulgaristan, Sırbistan'ı dolaştım. Bilhassa batı ve kuzey taraflarında padişah ve sadrazamdan bahsederken, "Allah, ömrümün 10 senesini alıp onunkine eklesin" demeyen pek az köylüye rastladım. (Ünal:127)

1526'da 200.000 kişi (Mohaç'a giden ordu) ekilmiş tarlalara ayak basmadan ve bir tek ot koparmadan, yaya olarak İmparotorluğu bir baştan öbür başa katetmiştir. (J. Michelot, nakl: Ünal: 90)

Sükûn, intizam, ordugâhlarındaki temizlik, lüzumunda hapis veya idam cezaları gibi müeyyidelerle desteklenen mutlak itaat, uzun yürüyüşlere, az gıdaya razı olmak, savaşa karşı iştiyak, muharebede şevk, disiplindeki mükemmeliyet, nefsi kontrol, gayeye sadakat: bütün bunlar, Türk askerlerinin mucizevî hasletlerinden bazılarıdır. (Ünal: 175)

Türkler, bizim askerlerimize göre üç sebepten dolayı üstündürler. Komutanlarına derhal itaat ederler. Savaşırken hayatlarını hiçe sayarlar; uzun müddet arpa ve su ile iktifa ederek ekmek, su istemezler ve şarap içmekten nefret ederler. (Ünal: 176)

Ali Ünal, Bir Portre Denemesi, Nil Yayınları, İstanbul, 2002


Akdağ, Mustafa, Türkiye'nin İktisadî ve İçtimaî Tarihi I, II, Tekin ve Cem Yayınevi, İstanbul
Avcıoğlu, Doğan, Türkiye'nin Düzeni I, Tekin Yayınevi, İstanbul, 1977
Berki, Ali Himmet, Fatih Sultan Mehmed Han, Nur Yayınları, Ankara
Çetin, Osman, Anadolu'da İslâm'ın Yayılışı, Marifet Yayınları, İstanbul, 1990
Yavuz, Hakan, "Towards an Islamic Liberalism?" The Middle East Journal, Sonbahar 1999
Tankut, Hasan Reşit, Köylerimiz, Maarif Vekâleti (MEB) Yayını, 1939
Ünal, İsmail, Fethullah Gülen'le Amerika'da Bir Ay, Işık Yayınları, İstanbul, 2001
Ünal, Tahsin, Yabancılara Göre Eski Türkler, Bedir Yayınevi, İstanbul