İrfan Kopuz

Gölcüklü İrfan Amca, babası, amcaları, dedeleri, dedelerinin babası ve daha eskiye doğru kim varsa, hepsi cephelerde savaşmış Rizeli bir aileye mensuptur. İrfan Kopuz'un dedesi Hüseyin Efendi, 93 Harbi'nde (1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı), hanımı ve çocuklarını da alarak ailesiyle birlikte İzmit civarına gelip yerleşir: "Servetiye'ye yerleştiler. Körfez'de yol yoktu o zamanlar. Gölcük de bataklıktı." Hüseyin Efendi, artık hayatının geri kalan kısmını burada geçirecektir. Ancak savaş yılları olduğu için büyük oğlunu Yunanlılarla yapılan o savaşlarda şehit verir: "Yunanlılarla yapılan savaşta İzmit/Bahçecik'teki savunma hattında Ahmet amcam, bir kişi ile birlikte öncü kuvvet olarak gönderilmiş. Çok ilerleyince Yunanlıların içine düşmüş, diğer arkadaşı el bombasını atarak kurtulmuş ama amcam orada şehit olmuş." Savaş yıllarıdır, doğal olarak İrfan Amca'nın babası Ali Bey de savaşlara intikal etmektedir. Ali Bey, askerliğini, Osmanlı donanmasının yeni satın almış olduğu Yavuz (Göben) ve Midilli (Breslav) savaş gemilerinden Yavuz'da yapar. Yavuz, hatırlanacağı üzere, bizim Birinci Dünya Savaşı'na girmemizin son noktası olan Sivastopol'u bombalayan gemidir. Dolayısıyla Ali Bey de, Alman Şouchon'un komutanlığındaki o bombalama hadisesini yaşayanlardan birisidir: "Babam 9 sene bahriye askerliği yaptı. Askerden sonra Boğaz'da, Türkçe yazıyı öğrenmek şartıyla bir gümrük memurluğu teklif etmişler ona. Babam da öğrenmediği için o iş olmamış."

Yamalı Çarıklı Yıllar...

O yıllar Osmanlı ve sonrasında kurulacak Türkiye için hakikaten çok sıkıntılı yıllardır. İrfan Amca'nın doğduğu 1930 ve sonrasındaki yıllar da, önceki yıllardan çok farklı değildir aslında: "Kocaeli'nde doğdum. Babam, sandalla taşımacılık yaparak geçimimizi sağlardı. Biz fakir bir aileye mensubuz." Hani, ayaklarında yamalı çarıkların bulunduğu, sofralarında sadece ve sadece buğday ekmeği olsun diye çalışıldığı yıllardır o yıllar: "1942 senesinde bir kıtlık oldu ki, herkesin tarlasında olan ürünleri yazmaya başladılar. 600 dönüm bir yer vardı. İnsan gücü ile bellenmiş. Orada yetişen mısır biz ve bizim kadar bir aileye de baktı ve biz o kıtlık senesini ucuz atlattık. Rızık için, birkaç kilo mısır için Adapazarı'na, Sapanca'ya gidiyorduk, onları hatırlıyorum."

İrfan Kopuz, 1936 veya 37 senesinde ilkokula başlar. Sonra da tek parti dönemindeki son İnönü idaresinde açılan Köy Enstitüleri'ne devam eder, Çayırova Ziraat Okulu'nu birincilikle bitirir. Ardından İstanbul Halkalı'da makine kursuna gönderilen İrfan Kopuz, burayı da birincilikle tamamlar. Sonrasında ise Balıkesir'e tayini çıkarılır: "Bizi numune ziraatçı olarak yetiştirdiler fakat foyaları çabuk çıktı ortaya. Yer veremeyince bize, biz muallakta kaldık. Ve Sabri İlter diye bir arkadaşım vardı. Onunla beraber, dünyada en rahat edilebilecek meslekleri düşündük. Önce doktorluk geldi aklımıza, ama bir tane üniversite vardı, o da İstanbul'da. Ayrıca okutulacak durumumuz da yoktu. Sonra, 'asker olabiliriz' dedik. Onun da imkanlarını bulamadık. 'Peki esnaf olabilir miyiz?' dedik. 'Oluruz. Pazarcılıkla başlar, yine oluruz' diye düşündük. Yani bizi numunelik ziraatçı yapamayınca biz böyle bir şeye kafayı taktık."

İrfan Kopuz, Balıkesir'de bir sene kaldıktan sonra askerliğini (Hadımköy Çiftenöbetçiler, Akpınar ve Trakya'da üç sene) yapar ve döndüğünde bir yıla yakın da şoförlükle zaman geçirir. Ardından 1952 senesinde önce cam, daha sonra da kademe kademe geliştirerek ve değiştirmemek üzere nalburiye/hırdavat işine başlar: "Ben tahsil hayatıma devam ettiğim için fırsat bulamamıştım Kur'an okumayı öğrenmeye. Ama kardeşlerime (Kopuz, ikisi erkek toplam beş kardeştir) ve bir çok gence Kur'an okumayı, Anzaklardan, daha sonra benim kayınvalidem olacak Fatma Anzak (İrfan Bey, Fatma-Kamil Anzak çiftinin kızları Müjgan Hanım'la evlidir) öğretmiştir. Ben Kur'an'ı esnaflığa başladıktan sonra kendi gayretimle öğrendim. O yıllarda hatırladığım, şu el kadar bir Kur'an-ı Kerim vardı, onu derilere sarar ve bazı zamanlar toprağa gömerdik."

1950'lerden sonra dinî yaşama biraz daha serbesti gelir. Kopuz da şuurlu bir şekilde bu konudaki açlığını gidermeye çalışır. 1960'ların ikinci yarısında ise Fethullah Gülen Hocaefendi'yi tanıma fırsatı bulur: "Hocaefendi askerden geldikten sonra İzmir'de vaiz olduğunda buradan bir arkadaşla İzmir'e dinlemeye gidiyorduk. Kestanepazarı'nda vaaz ederken, o arkadaş dedi ki 'Sakal yok, bir şey yok. Hoca mı olacak?' Bunu kendi içinden söylüyor tabii.

İrfan Kopuz, yakın çevresinden Mustafa İz Hoca vesilesi ile tanımıştır Fethullah Gülen Hocaefendi'yi: "Allah'ın bu dünyayı yaratmasının hikmeti kendisinin bilinmesidir. Kendisinin bilinmesi de varlıkların bilinmesi ile olur. Yani varlıkları yaratmasının sebebi kendisinin kudretinin görülmesi içindir. İlimsiz Allah bilinmez. Ne kadar ilim olursa insan da Allah'ı o kadar iyi bilir. Yaratılışın hikmetine göre insanı yaratan, bilinmez bir varlıktır. Bilinmesini istedi, insanları ve cinleri yarattı. Bütün şey insanların ilmiyle tamamlanıyor. Bu anlayışı kabullendiğimiz için, Hocaefendi de bizim zihnimizi açtığı için baktık ki Hocaefendi'nin yolu bizim istediğimiz yol. Bundan daha ölene kadar ayrılacağımız yok. Gelen arkadaşlar, insanlar yanlış edebilir ama sistem yanlış eder mi? Etmez. Şimdi bizim talebelerin yanlışını Hocaefendi'nin tuttuğu yolla bağdaştıramayız. Hizmetin gayesi insan yetiştirmektir. İnsanın gayesi de, bugünkü terimlere göre sosyal adalet denen, demokrasi denen, en üstün seviyede yaşamaktır. Hocaefendi'nin anlayışı da budur. Hocaefendi'nin anlayışı da İslâmın anlayışıdır. Beşeriyete ahlaklı, terbiyeli, yüksek ilimle mücehhez kâmil insan yetiştirmekten başka hiçbir amacı yoktur Hocaefendi'nin. Dolayısıyla ta o zamandan bu çalışmaları çok hoşumuza gitti. Bütün varlığımızla beraber bu iş için uğraşıyoruz. Şimdi, belki yaparım belki yapamam ama, her zaman için şunu derim. Bilsem ki kurtarmaya yetecek bütün insanları, bütün mallarımı bırakıp, herşeyimi verip tek başıma kalmaya razıyım. Yeter ki şu insanlık kurtulsun. Bizim devletle bir alakamız yok, insanlarla var. Çünkü siz meyvayı yetiştirin de onu yiyen bulunur."

Sıkıntılar ve yasaklar yüzünden medrese eğitimi almamış, Kur'an'ı bile delikanlılık çağını biraz geçtikten sonra öğrenmiş olan İrfan Amca işte böyle düşünmektedir. Bu düşünce onda küçüklüğünden beri mevcuttur. Hırdavat/nalburiye dükkanında sattıkları için de bakın nasıl düşünmektedir o: "Sattığımız her hangi bir malzeme insanların işine yarayacaksa bu bile bir hizmettir."

Tabii bugüne kadar kolay gelinmemiştir. İrfan Amca da ilklerden olarak, yaşanan ve yaşanacak ne tür sıkıntılar varsa hepsinin çilesini en derinden hissederek hizmetlerine devam etti, bugün de hâlâ devam etmektedir: "Biliyorsunuz, dünyada ne zaman sıkıntıları hoş karşılayabilirseniz o zaman sıkıntılar sıkıntı olmaktan çıkar. 'Ben derdimi dert bilirdim/Derdim bana derman imiş' diyen dostlarımız derdin şifa olduğunu bildiriyor bizlere. Allah kuluna zulmetmez. Yeter ki anlayabilelim."

'Ne zaman ki yolda kalırsınız...'

"Öyle bir varlıklı kimse değildik ki hemen bütün varlığımızı döküp de bir şeyler yapalım. Olan kadarıyla..." diyen İrfan Amca, o kıt imkanlarla öğrencilerin eğitimi için okul ve kalacakları yerler için de yurtlar tesis edilmesine önayak olanlar arasında yer alır: "Bir okul yeri arıyorduk fakat bir türlü bulamıyorduk. Hocaefendi'ye ilettiğimizde o da 'Ne zaman ki bulmak için uğraşır da eve gidemeyecek kadar yorulur ve yolda kalırsınız o zaman çalıştığınızı anlayın' diye bir söz söyledi bize. Bunu dedikten belki bir hafta, belki bir ay sonra biz, iki sene dolaşıp da bulamadığımız yeri bulduk." Buldukları arazinin sahibi Mustafa Öztürk adlı hayırseverdir. Arazisinden 70 dönüm yeri gençlerin eğitim yapabilmesi için bağışlar: "Biz kendisine 'Verme, önce gör, sonra bağışlarsan bağışlarsın' dedik. Bu, hoşuna gitti. Türkiye'nin çeşitli yerlerindeki eğitim hizmetlerini gezdi, gördü. 'Aman' dedi, bir hafta içinde bunu almanız lâzım, belki ölür kalırım. Birşey de istemiyorum."

'Allah alınca nasıl yaşıyorsun?'

O dönemde, saygı duydukları ilmen büyükleri Gölcük ahalisine bir hayır için yardım çağrısında bulunur. Ancak bu, en sonuncusu 15 Ağustos 1999'da olmak üzere birkaç kez tekrarlanmak durumunda kalır ve fakat yine gerçekleşmez. Sonunda Gölcük'ün yerine hiç itirazsız Gebze'ye nasip olur o hayır işi. Ve ardından vuku bulan 17 Ağustos 1999 depreminden 5 veya 6 ay kadar önce Arif Kopuz Amca, bir gece rüyasında o okulun bahçesinde kurulu 40 çadır görür. Gölcük ve çevresi ile hafızalarımızdaki izleri halen silinmemiş olan o zelzeleden sonra, ihtiyaca binaen okulun bahçesinde çadırlar kurulur. Sayar ve bakarlar ki çadırların toplam sayısı rüyadaki ile aynıdır. Daha önce 1939'da olan Erzincan depremini hatırlayan, 1944'teki Sakarya depremini atlatan Arif Kopuz, bu depremin de en yakın yaşayanlarından birisi olmuştur. Kopuz, kaybettiği yakınlarına olduğu gibi, apartmanın yedinci katında oturup da kurtulan akrabalarına da şahit olur: "Yedinci katta bacanağımın kızı ve ailesi oturuyordu. Bina yere çakıldı ve altı kat yerle bir oldu. Yedinci kattakiler, bir tanesinin burnu bile kanamadan ayaklarını yere bastılar. Kız kardeşimin çocukları vardı, onların evleri yıkıldı. Hatta bir damadımız göçüğün altında kaldı. Bir çocuğu öldü. Alttan sesini duyuyorduk ama ancak bir ayağı koparılarak çıkarılabildi. Ben orada şunu anladım. Ne istersek 'Ben veremem, yapamam' diyordu. Rabbimiz bir sarsıntıda bütün varlığını, çoluğunu çocuğunu da elinden aldı. Belki birkaç kişiyi sağ bıraktı. Hani 'Yaşayamayız verince' diyordun. Allah alınca nasıl yaşıyorsun? Bu kemâle erelim. Dünyada milyonlarca kuş var. Bir tanesi bile yarınki rızkını saklamaz. Sabahleyin kalkar, hem kendini hem yavrusunu besler, yaşar."

Elindeki imkanlar ölçüsünde fakir öğrenciler de okutan İrfan Amca, her yıl başında, zekatını vermek amacıyla, maliyecileri bile şaşırtan biçimde dört-beş bin malın sayımını yapmak için dükkanını üç-dört gün kapalı tutan birisidir de. 50 yıllık esnaflığı boyunca ticari tecrübeler edinen Arif Kopuz, tecrübelerini kendisine saklamayıp, dinleyenlere ve ulaşabildiklerine de aktarmaktadır bugün: "Eskiden dağdaki eşkıyadan korkardılar, şimdi ise şehirdekilerden daha çok korkar olduk."

Hatıralar Aksiyon Dergisi'nin 393. sayısında Cemal Kalyoncu imzasıyla yayınlanan yazılardan iktibas edildi.