Kırklareli Günleri: Bekir Filiz Anlatıyor

Şimdilerde Kırklareli Huzurevi'nde kalan ve terzilikten emekli Bekir Filiz de hatıralarını fgulen.com'a anlattı. Bekir Filiz 1923 doğumlu. Tam 82 yaşında. Kendisiyle 20 dakika kadar röportaj yaptık. Hocaefendi'yi anlattıkça ağlıyordu. Ağlayarak "fazla kalmadı buralarda, Kırklareli'nden ayrılırkenki günü bugün gibi hatırlıyorum, Allah kendisine uzun ömürler versin, hizmetini artırsın. Türkiye'de iken tebrik kartları atardı, selam gönderirdi, şimdi çok uzaklarda.." diye ağlıyordu. Bir yandan da "Benim çocuğum olmadı, eşim hasta idi. Çok doktor dolaştım, bir çare bulamadık. Ama Allah bana Risale-i Nur talebelerini nasip etti. Onlar beni boş bırakmıyorlar." diyerek sevincini izhar ediyor ve "Ya Rabbi senin rızan dışında geçireceğim bir ömrü ben ne yapayım?" diyerek Allah'a yalvarıyordu.

Röportajdan sonra odasını ve yattığı yeri gösterdi. Dolabından küçük cep boyu risaleleri çıkardı, "Kur'an'ım işte burada, üç aylarda bitirelim diye hatime başladık" dedi. Bizi uğurlamak için onca yaşına rağmen kapıya kadar arkamızdan geldi. "Fethullah Gülen Hocaefendi'ye selam götürün" dedi.

-Terzi Bekir Filiz kimdir? Kendiniz hakkında kısaca bilgi verebilir misiniz?

Efendim ben Kırklareli'nin Kara Hamza köyündenim. Kırklareli'ne 25 km ilerde Toros nahiyesine bağlı Kara Hamza köyünde 1923 yılında doğdum, Allah'a şükür şu anda 82 yaşındayım. 1933 senesinde 10 yaşında iken Kırklareli'ne geldik. O zaman köylerde üçüncü sınıfa kadar okutuyorlardı. Üçüncü sınıftan sonra 1933 yılında Kırklareli'ne göç ettik. Buraya köyden gelince Hasan usta diye bir terzinin yanında çıraklığa başladım. 1935 yılına kadar iki sene o terzinin yanında çalıştım. Sonra Hasan usta askere gitti. O zamanlar askerlik bir sene idi. O askere gitti geldi. Ustam askerden geldikten sonra beş yıl Pınarhisar'da kaldık. 1941 senesinde zorunlu olarak ailece Gebze'ye gittik. O yıllarda İkinci Cihan Harbi yaşanıyordu. Trakya hemen hemen boşalmıştı. Doğuya doğru kaçıyorduk. Dokuz ay kaldık Gebze'de.

Savaş şartları yaşandığından umumi seferberlik ilan edilmişti ve 17 yaşından 38 yaşına kadar olanları askere alıyorlardı. Biz Gebze'de annemler, yengemler ve akrabalarla beraberdik. Ben hemen yine terzilik yapmaya başladım orada. Mesleğimizin bir kıymeti vardı o zamanlarda. Dokuz ay Gebze'de kaldıktan sonra tekrar Kırklareli'ne döndük.

Gebze'den döndükten sonra 1942 yılında asker oldum. Balıkesir'de tam dört sene askerlik yaptım. 1946 yılında askerliğim bittikten sonra yine Kırklareli'nde terziliğe devam ettim.

-Risale-i Nurları ne zaman duydunuz, tanıdınız?

Terziliğimiz devam ederken 1950'li yıllarda 1960'a doğru Risale-i Nurları ve Üstad Bediüzzaman'ı duymaya başladık. Gazetelerde Bediüzzaman'ın mahkemelerde yargılandığı haberleri yazıyordu. Ondan sonra 1960-1961 yılında Kırklareli'ne Abdülhamit Oruç hocamız geldi. Hem namaz kıldırıyor, hem de vaaz ediyordu. Değişik sohbetler de tertip ediyordu. Ben o zaman risaleleri tanıdım gördüm ve okudum. Bizden daha yaşlı ağabeylerimiz vardı. Şekerci Salih abi, Hasan Akkaynak abi vardı. Salih abi vefat etti ama Hasan abi hala sağdır. Otelci Hasan Akkaynak abinin evinde sohbet için toplanırdık. Sohbetlerimiz değişik evlerde devam ederdi. Bir akşam Salih abide, diğer akşam Abdülhamit hocada ve benim evimde de sohbetler ederdik. O günlerden bugüne sohbetlerimizi devam ettiriyoruz. Çoğunun ismini unuttum ama Saatçi Mümin ile Ekrem Tan hala sohbetlere gelirler.

-Fethullah Gülen Hocaefendi Kırklareli'ne geldiğini nasıl duydunuz? Hocaefendi burada ne gibi hizmetlerde bulundu?

Fethullah Gülen Hocaefendi Kırklareli'ne 1965 yılında gelince onunla ilk tanışanlardan biriyim. Hoş geldiniz dedik, güzelce karşıladık onu. Ona küçük bir evceğiz tuttuk, Paşa camisinin hemen üst tarafında. Altlı üstlü bir evdi. Üst katında da bir odacığı vardı. Orada yatardı mübarek. Alt girişte de ders yapar sohbet ederdik. O evde güzel günlerimiz geçti. Giderken evdeki eşya ve yiyeceklerden birazını saatçi Mümin'e bıraktı. Çoğunu bana verdi. Hatta evinde bal varmış, onu bana verdi. Benim hanım kemik hastalığına yakalanmıştı. Hanımına bunlardan ver demişti. Benim bu zor hallerimi biliyordu. Yakından tanıyordu. Giderken ağlaştık, hiç unutmuyorum. Hızır Bey Camii'nin merdivenlerinde kucaklaşıp vedalaştık. "Bekir abi ben gidiyorum ama sen en itibar ettiklerimdensin" diyerek beni teselli etmişti. Biz layıkıyla hizmet edemedik ama daima onun hizmetinde tutunmaya çalıştık. İzmir'e gittikten sonra yine irtibatını sürdürdü. Bayramlarda hiç unutmadı bizi. Tebrik kartı attı, mektup yazdı. Bizim İzmir'e kadar gidecek imkanımız yoktu ama işte dediğim gibi Hocaefendi çok vefalı davrandı ve bizi unutmadı. Allah kendisinden razı olsun. Hatta iki sene önce Amerika'dan haber göndermiş. Kırklareli'ndeki abileri bulun bir görüşün, konuşsunlar da bir kaydedin demiş, selam göndermiş. Sağ olsunlar buradaki arkadaşlar bizi büyük otelde ağırlayıp yemek yedirdiler, güzel bir hatıra gecesi oldu. Abdülhamit hoca ve diğer arkadaşlar da gelmişti. Eski hatıralarımızı anlattık orada. Banda kaydettiler, sanıyorum Hocaefendi'ye gönderdiler onları.

-Hocaefendi'yi tanıdıktan sonra neler yaptınız?

O burada iken ben 42 yaşındaydım. Hocaefendi ise 26 yaşında tığ gibi bir delikanlı idi. Hocaefendi Edirne'de iken ben görmedim. Ama Abdülhamit hoca Edirne'de ziyaretine gitmiş. Ben burada tanıdım. Hocaefendi Kırklareli'ne geldikten sonra buranın havası değişti. Çok faydası oldu bizlere ve halkımıza. Buradan gittikten sonra da alakasını kesmedi. Birçok arkadaşı arayıp sordu. Benimle daha bir ayrı ilgileniyordu.

Terzilik zor zanaattı, işleri yetiştirmem gerekiyordu. Bir yandan hanımım rahatsızdı. İki ay buradaysak beş ay İstanbul'da hastanelerde kalıyorduk. Baltalimanı hastanesinde, ortopedi kliniklerinde çok kaldık. Düzenli bir hayatımız olmadı. Eşim kemik hastalığına yakalandığından çocuğumuz da olmadı. Doktorlar hanım iyileşmeden çocuk olmaz dediler. Zeynep Kamil hastanesine de gittiğimizi hatırlıyorum. Cenab-ı Hak böyle murad etmiş, çocuğumuz olmadı.

Onu diyorum "Ya Rabbim bana çoluk çocuk vermedin ama bu ihtiyarlık halimle beni yine de yalnız bırakmadın, sana şükürler olsun" diyorum. Çünkü burada Huzurevi'nde bakanımız edenimiz olduğu gibi dost ve tanıdıklarımız bizi yalnız bırakmıyor. Camideki arkadaşlar, nur talebeleri ve genç arkadaşlarımız devamlı gelip gidiyorlar. Edirne'den, Burgaz'dan ve bu civardan çok dostlarımız arayıp soruyor. Bekir abi Bekir abi! diye çıkıp geliyorlar. Ben de "Bekir Berk gitti ama Bekir Filiz var" deyip şakalaşıyoruz onlarla. Daha bugün gittiler, Eskişehir'den abimin kızı ve damadı bana ziyarete gelmişler. Rabbime şükürler olsun, bunun gibi arayıp soruyorlar.

1941 senesinde Gebze'ye gittikten sonra abilerim geriye dönmediler, biri Eskişehir'e, biri de Gölcük'e yerleşti. Onlar o zamanlarda oralarda kaldılar. Şimdi onların çocukları arayıp soruyor, yardım ediyorlar. Gölcük'teki abimin oğlu Yeşilköy'de uçuş amiri, albaylıktan emekli. Bana para ve ilaçlarım konusunda yardım eder.

-Terziliğiniz esnasında Hocaefendi'ye elbise diktiniz mi?

Hocaefendi'ye elbise dikmek kısmet olmadı. Dedim ya dükkânda fazla kalamıyordum, hanımımın rahatsızlığından dolayı da beni meşgul etmek istememiş olabilir. Fakat kitaplara çok meraklıydı. Kitap satan yerleri, kitapçıları dolaşırdık beraber. Okumaya özen gösteren biriydi mübarek. Tercüme edilmiş fikir kitaplarını arardı. İkimiz çok dolaştık kitapçılar çarşısında. Oralardan kitaplar alırdı. Ben Hocaefendi'yi çok sevdim. Yaşça O'ndan 15 yaş büyüğüm. Aramızda onca yaş olmasına rağmen o da beni severdi. Belki o yüzden hiç sıkıntı çekmedim hayatımda, aramızda hiç sıkıntı verecek bir durum olmadı.

O yıllarda Kara Hamza köyündeki en büyük abim ciğerlerinden rahatsızlandı, hanımımı götürdüğüm gibi onu da İstanbul'a çok götürüp getirdim. İstanbul'a her gidişimde oradaki Risale-i Nur evlerine gittim. Bilhassa o Süleymaniye'deki Kirazlı Mescit sokağındaki eve çok gittim. Kocamustafapaşa ve Edirnekapı'da birer ev vardı. Onların hepsine gittim.

Üniversite talebeleri vardı. Odabaşı Camiinin yanında, Gureba Hastanesi'nin karşısında Başvekil Caddesi'nde otururlardı. Onlarla beraber Edirnekapı'daki dersaneye giderdik. Orada Bekir Berk beyi tanıdım. Arkasında namaz kıldık, beraber Demirköy'e gidip geldik. Orada bir mahkemesi vardı. Sonra tanışıklığımız devam etti, bizimle ilgilendi, biz de onunla ilgilendik.

-Sizi fazla yormak istemiyorum, son olarak Hocaefendi'ye neler söylemek istersiniz?

Allah bizi hizmetten ayırmasın. Çok istifade ettik kendisinden. Geçen sene 18 Haziran 2004'te burada Huzurevinde merdivenlerden düştüm, kalçam kırıldı. Yemekhaneye inerken yerler ıslakmış, ben fark etmedim, ayağımda da terlikler vardı. Ayağım kayınca kalçamın üzerine yığıldım, paramparça olmuş kemikler. Hemen Hastaneye kaldırdılar. Bağkur bu ameliyat masrafını ödemiyor dediler. 6-7 milyardan bahsettiler. Fakat Allah'ın hikmeti işte doktorlar toplandı ve görüştüler. Sonra bir kuruş bile para almadılar benden. Benden imza aldılar ve Edirne'den bir şirketten platinleri alarak kalçama ameliyatla taktılar. Ameliyatım 24 Haziran 2004'te oldu. Halil Bey diye bir ortopedi doktoru vardı. Benimle çok alakadar oldu. Ameliyattan iki gün sonra kolumdan tutarak küçük tuvaletime kaldırdı beni. Şimdi de gelir ziyaret eder beni. Bu yaşta bu tür kırıklardan çoğu kimse düzelmiyordu. Ödüm kopuyordu öyle kırık kalır da kımıldayamam diye. İşte ben hep ona bağlıyor ve şöyle diyorum: "Ya Rabbi ubudiyetlerimi ifa edemeyeceksem, benim dünya ile alakam olmadığını benden daha iyi biliyorsun, Yaradanımsın." Üç dört ay ne banyo yapabildim, ne tırnağımı kesebildim, ne abdest alabildim, hiç eğilemiyordum. Fakat üç dört ay sonra 15 Ekim 2004'te Ramazan mübarek girdi, biraz yürümeye ve hareket etmeye başladım. Bir sürü doktor toplandı başımıza yardımcı oldular Allah razı olsun.

Hocaefendi'nin hizmetlerini Allah daim etsin, kendisine Allah uzun ömürler versin...