Merhum Cahit Erdoğan

1933 Denizli'de doğan Cahit Erdoğan, iman ve Kur'an'a hizmetleri yüzünden ordudan subaylıktan atılmıştı. Kur'an hizmetinin neşriyatında kıymetli emekleri geçen, bu uğurda hapislerde yatan ve servetiyle büyük hayırlara vesile olan merhum, dostlarının gönüllerinde "Tuzcu Cahit" adıyla yer etmişti.

Cahit Erdoğan 10 Haziran 1991'de vefat etti. Cenazesi vasiyeti üzerine Selçuk Ortaklar'da bulunan Çamlık Mezarlığı'nda, Ahmet Feyzi Kul Efendi'nin kabrinin yanında toprağa verildi.

Merhum Cahit Erdoğan'ın Dilinden Fethullah Gülen

"1965 yılında mesleğimi bırakmak durumunda kaldım. Çiğli'de bir tuz fabrikam vardı. Ancak o gün için meşhur olan Tahir Büyükkörükçü ve Yaşar Tunagür gibi hocaların vaazlarını kaydedip, civar bölgelerde dinletmeyi kendime göre bir hizmet telakki ediyordum. Bilhassa Yaşar Tunagür Hocaefendi'nin vaazları bana daha heyecanlı geliyordu. Onun için Yaşar Hocanın vaazlarının mümkün mertebe civara yaymaya çalıyordum. Bir gün Yaşar Hocanın tayini Ankara'ya çıktı. Diyanette Reis Muavini olarak vazife yapacaktı. İzmir'in ileri gelenleri bu tayinin durdurulması hususunda Yaşar Hoca'ya müracaat ediyorlardı. Bir gün toplu halde gelip müracaat ettiler. Aralarında ben de bulunuyordum. Bize, benim gitmeme üzülmeyin, ben size benden daha çok seveceğiniz birisini göndereceğim, dedi. Tabii ki orada bulunanların hepsi, bunu tahakkuku mümkün olmayacak bir teselli kabul ettik. Ve Yaşar Hoca gitti. Gelecek şahsı merakla bekliyorduk. Ancak ben, o günün bütün meşhur vaizlerini tanıdığım için, gelen vaizin pek öyle Yaşar Hocaefendi'nin dediği gibi çıkacağına inanmıyordum. Derken Hocaefendi geldi. Dinlemeye gittim. Tabii ki teybimi götürmeye lüzum görmemiştim. Fakat o gün vaazı dinlerken beni bir pişmanlık aldı. Keşke bu vaazı kaydetseydim, diyordum. Vaaz bitmiş ben de bitmiştim. Hayatımda dinlediğim en tesirli vaazdı. O gün karar verdim. Bu şahsın vaazlarını zayi etmeyecek hepsini kaydetmeye çalışacaktım. Rabbime hamd ederim ki beni bu kararımda muvaffak kıldı. Ben kendime bunu birici bir vazife kabul ettim ve bu günlere kadar, Cenab-ı Hakk'ın inayetiyle getirdim. Ömrüm oldukça da aynı vazifeyi yürütmeyi düşünüyorum. Rabbim muvaffak kılsın.

Hocaefendi vaazlarının teybe kaydedilmesine razı değildi. Hiçbir zaman da razı olmadı. Ancak biz ısrar ettik. Onun razı olmayışını göz ardı ettik ve vaaz ve sohbetleri kayda muvaffak olduk. İmam Gazali'nin bir sözü var: "Bazen emri dinlememek edeptir." der. Biz de bu yola sülûk ettik.

Bu mevzuda Yaşar Hocaefendi çok müsamahakar ve lütufkardı. Hatta bir gün kendisine "Hocam, dedim, ben bandı değiştirinceye kadar epey bir zaman geçiyor ve bu arada konuşulanları kaydedemiyorum. Bant bittiğinde ben size işaret etsem, bir müddet durur musunuz?" Verdiği cevap beni sevindirmişti:" Evet, dururum, işin bittiğinde yine haber verirsin" demişti. fakat Hocaefendi'ye böyle bir teklif götürmeye asla cesaret edemedim. Bu sebeple de makaralı teypten kasete geçeceğimiz ana kadar arada bazı cümleleri hep kaçırmış oldum. Şimdi ise tek kelimeye zayi etmeden kaydedebiliyorum.

Hocaefendi'nin İzmir'e gelişinin ilk günlerindeydi. Kestane Pazarı Caminin imam odasında oturuyorduk. Bir ara imam: "Hocam" dedi, arkadaşlardan ve cemaatten çok soran oluyor, bilmediğimden dolayı da cevap veremiyorum. Acaba hangi okuldan mezunsunuz? Hocaefendi cevap verdi: "Mağaradan, mezunum". Ve tebessüm etti. Bu tebessüm hepimize cevap olarak yetti. Elbette ki, ilim için okumak şarttı, ama okula gitmek şart değildi."

Bir Yıldız Koptu Bağrımdan… (1)

Elimden tutup beni mürşidime raptettiği günden beri minnet ve şükranımı, ona karşı olan muhabbet ve sevgimi içinde hiç eksilmeyen bir derinlik ve hararetle sakladığım kulu vesilem Cahid Erdoğan'ın, tevâzu ve mahviyet dolu pırıl pırıl hayatını dünyaya ait kısmıyla noktaladığını duyduğumda bağrımdan bir yıldızın koptuğunu hissettim, içimi yakan sızıyla inledim ve ızdırabıma ancak gözyaşlarımı ortak ettim. O bir buuddu, derinlikti, murakabe ve muhasebe insanıydı. Hayır, o, oldum olası bir mirastı: Çeyrek asırdan fazla bir zamandır, "Elest Bezminin Şekillenmiş Yankısı" gözü yaşlı, sinesi feryat dolu bir Hatib'in bütün konuşmalarını, kaydetmiş, saklamış ve mesaisini böyle bereketli bir işe mahbes yapmıştı… Mahbes, diyorum, çünkü onun içini dolduran başka hiçbir düşünce yoktu. Ve işte ondan geri kalan, şimdi bir kültür harmanı. Ebedlere kadar amel defterine hasenât kaydettirecek hayır menbaı… "bir şeye sebep olan onu işlemiş gibidir" muştusunun garantilediği kurtuluş ümidi…

Ben ve neslim onu, hafızamıza, hep elinde teybi ve kürsünün yanındaki yeriyle tespit ettik. Fakat o, susadığımız solukları ebed-müddet yapma cehdinin hummalı faaliyeti içinde, genç kuşağın minnet dolu bakışlarıyla nasıl yıkandığını hiç fark edemedi! Zaten bunu beklediği de, istediği de yoktu. Aradığını, hep istiğna köşesinde bulmuştu.

O'nun her zaman yaptığını, bir defaya mahsus ben de yaptım. Sohbetimizi bir banda kaydettim. Şimdi ise ona ait hatıraları saklayan bir kaset benim tek tesellim. İstedim ki, bir kısmını naklederek sizleri de tesellime ortak edeyim:

"Bediüzzaman Hazretleri'ni beş defa ziyaret etmek lütfuna mazhar oldum. Bu ziyaretlerimin ilki 1958 yılında gerçekleşmişti.

Kemal Hepşen diye beraber kaldığım bir arkadaşla Üstad Hazretleri'ni ziyarete karar verdik. Ramazan Bayramı'nın ikinci günü Denizli'de buluşup gidecektik. Biz yola çıkacağımız sırada Tevfik Abi denen bir şahıs da bizimle gelmeyi arzu etti. Kıramayıp onu da yanımıza aldık. Beraberce tiren istasyonuna gittik. İstasyonda eski talebelerden Bakırcı Kazım Abi'yi gördük. Ziyarete gittiğimizi söyleyince bana: "Benim namıma Üstad'a bir soru sor" dedi. Ben "olur" dedim. O sıralarda Kıbrıs Hâdisesi gündemdeydi. Taksim Meydanı'nda mitingler düzenlenmiş, azınlıklara ait dükkanlar yıkılıp yıkılmıştı. Kâzım Abi, benden bunu sormamı istiyordu. İlave etti: "Sakın bunu lisanen sorma! Sadece: ‘Kıbrıs meselesi ne olacak' diye kalbinden geçir yeter."

İsparta'ya vardığımızda doğrudan Nuri Abi'nin oteline gittik. O da eski talebelerden mübarek bir zattı. Geldiğimiz arkadaşlardan sadece beni tanıyordu. Onun için bana sordu: "Geliş gayeniz nedir?" Ben, Üstad'ı ziyaret gayesiyle geldiğimizi söyleyince, "Yanlış vakitte geldiniz" dedi. "Üç aydır Üstad kimseyi kabul etmiyor, hem de çok hasta. Üç ay kadar önce Hüsrev Abi geldi, geri dönmek zorunda kaldı."

Ben: "Biz, Allah rızası için geldik. Yine Allah rızası için döneriz. Hele bir deneyelim" dedim.

Ertesi gün çok erken bir vakitte yola çıktık. Nuri Abi'nin oğlu önümüzde, biz arkada, Üstad'ın kaldığı evin önüne geldik. O zile basıp gitti. Biz üç kişi beklemeye koyulduk. 40-45 dakikaya yakın kapının önünde bekledik. Artık ümidim kalmadı. Tam arkadaşlara, "Dönelim, kapı açılmayacak" diyecektim ki, kapı açılıverdi. Kapıyı Mustafa Ezener Abi açmıştı. Beni daha önceden tanıyordu, "Siz burada mıydınız?" diye sordu. Ben, bir sata yakındır beklediğimizi söyledim. "Kardeşim, hoş geldiniz ama, Üstad çok hasta. Üç aydır da kimseyi kabul etmiyor. Fakat madem ki geldiniz, elçiye zeval yok, ben gidip bir söyliyeyim, ancak, sakın ümitlenmeyin."

Bu arada bir hususu da anlatayım: Biz otelden çıkıp gelirken, baktım Tevfik Abi'nin elinde bir paket var.

Sordum:

"Bu paket nedir?" Bana:

"Aman Abi, şimdi Üstad'a peksimet götürmenin sırası mı? Zaten üç aydır kimseyi kabul etmiyormuş. Bir de senin peksimetler yüzünden biz dönüp gitmeyelim."

"Canım, sana ne? Bunu Üstad'a verecek olan ben değil miyim?"

"O zaman, sen bizden ayrı git" dedim.

Ben böyle deyince peksimetleri otele bırakmayı razı oldu.

Mustafa Ezener Abi içeriye girdi. Daha bir dakika dahi geçmeden bizi çağırdı. Donup kalmıştık. Bedimiz, benzimiz sapsarı içeriye girdik. Baktım, Üstad Hazretleri üst kattan iniyor. Hiç de hastaya benzemiyordu. Ayağında eski bir lastik ayakkabı, üzerinde de yine eski bir cübbe vardı. Ben hemen koşup elini öptüm. Kemal Hepşen de öptü. Tevfik Abi'ye gelince Üstad ona elini vermedi. Ve ilk sözü de ona söyledi:

"Kardeşim, ne zaman birisinin hediyesini alsam, daha ilk lokmada hasta oluyorum. Onun için kimsenin hediyesini kabul etmiyorum."

Bir daha da ona dönüp bir şey söylemedi. Kırkbeş dakika kadar ayak üzeri konuştuk, hep benimle ve Kemal Abi'yle meşgul oldu. Bu sırada bana ne iş yaptığımı, adımı, memleketimi sordu. Ben askeriyede olduğumu söyleyince:

"Kardeşim, benim Rus cephesinde beş tane çavuşum vardı, seni de altıncı çavuş olarak kabul ettim" diye iltifat etti.

Dünyalar benim olmuştu. Böyle bir iltifat göreceğimi hayalimden dahi geçmezdi. Lokum, bal, şeker verdi, gırtlağımıza kadar bizi tatlıya boğdu. Bir ara Kemal Abi'yle meşgul oluyordu. Benim aklıma birden Kazım Abi'nin sorusu geldi. İçimden geçirdim, "Üstad hemen onunla konuşmasını kesti, bana döndü ve

"İnşallah tamamı bizim olacak" dedi ve tekrar Kemal Abi'ye döndü, ona bir şeyler anlatmaya devam etti.

1965 yılında ordudan ihraç edildim. Çiğli'de bir tuz fabrikam vardı. Ancak o gün için meşhur olan Tahir Büyükkörükçü ve Yaşar Tunagür gibi hocaların vaazlarını kaydedip, civar bölgelerde dinletmeyi kendime göre bir hizmet telakki ediyordum. Bilhassa Yaşar Tunagür Hocaefendi'nin vaazları bana daha heyecanlı geliyordu. Onun için Yaşar Tunagür Hoca'nın vaazlarını mümkün mertebe civara yaymaya çalışıyordum. Bir gün Yaşar Hoca'nın tayini Ankara'ya çıktı. Diyanet'te Reis Muavini olarak vazife yapacaktı. İzmir'in ileri gelenleri bu tayinin durdurulması hususunda Yaşar Hoca'ya müracaat ediyorlardı. Bir gün toplu halde gelip müracaat ettiler. Aralarında ben de bulunuyordum. Bize, "Benim gitmemle üzülmeyin, ben size, benden daha çok seveceğiniz birisini göndereceğim" dedi. Tabii ki, orada bulunanların hepsi, bunu tahakkuku mümkün olmayacak bir teselli kabul ettik. Ve Yaşar Hoca gitti. Gelecek şahsı merakla bekliyorduk. Ancak ben, o günün bütün meşhur vaizlerini tanıdığım için, gelen vaizin pek öyle Yaşar Hocaefendi'nin dediği gibi çıkacağına inanmıyordum. Derken Fethullah Gülen Hocaefendi geldi. Dinlemeye gittim. Tabii ki teybimi götürmeye lüzüm görmemiştim. Fakat o gün vaazı dinlerken beni bir pişmanlık aldı. "Keşke bu vaazı kaydetseydim" diyordum. Vaaz bitmiş, ben de bitmiştim. Hayatımda dinlediğim en tesirli vaazdı. O gün karar verdim. Bu şahsın vaazlarını zayi etmeyecek ve hepsini kaydetmeye çalışacaktım. Rabbime hamdederim ki, beni bu kararımda muvaffak kıldı. Ben kendime bunu birinci bir vazife kabul ettim ve bugünlere kadar, Cenab-ı Hakk'ın inayetiyle getirdim. Ömrüm oldukça da, aynı vazifeyi yürütmeyi düşünüyorum. Rabbim muvaffak kılsın.

Rahmetli Ahmet Fevzi Abi, pek vaiz beğenmezdi. Kendisine hiçbir hocayı dinletmem mümkün olmadı. Zaten kendisi de âlim bir zattı. Hocaefendi'nin İzmir'e gelişinin tahminen üçüncü haftasıydı. Ben vaaza giderken yolda Ahmet Fevzi Abi'yle karşılaştım. Nereye gittiğimi sorunca, vaaza gittiğimi söyledim. "Beraber gidelim" dedim, kabul etmedi. Israr ettim. Beni çok severdi. Çok fazla ısrar edince teklifimi kabul edip, geldi. Vaaz bitti, Cuma namazı kılındı, cemaat boşalmaya başladı. Ben de malzemeleri toparlıyorum. Baktım Hocaefendi oturuyor. Ahmet Fevzi Abi'de birkaç saf arkada oturuyor. Hocaefendi yerinden doğrulunca o da ayağa fırladı ve koşup Hocaefendi'yle musafaha ettiler. Aralarında neler konuştular bilmiyorum; fakat bildiğim bir şey varsa Ahmet Fevzi Abi'nin bu vaaza gelişinden gayet memnun olmasıydı. Çünkü biraz sonra yanıma gelip, "Sen haklıymışsın, bu diğerlerine benzemiyor" demişti. Bu cümleyi vaaza gelmeden evvel ben ona söylemiştim ve şimdi o da aynı kanaatı benimle paylaşmış oluyordu.

Hocaefendi vaazlarının teybe kaydedilmesine razı değildi. Hiçbir zaman da olmadı. Ancak biz ısrar ettik. Onu razı olmayışını göz ardı ettik ve vaaz ve sohbetleri kayda muvaffak oldu. İmam Gazali'nin bir sözü var: "Bazen emri dinlememek edeptir" der. Biz de bu yola süluk ettik.

Bu mevzuda Yaşar Hocaefendi çok müsamahakâr ve lütufkârdı. Hatta bir gün kendisine: "Hocam, ben bandı değiştirinceye kadar epey zaman geçiyor ve bu arada konuşulanları kaydedemiyorum. Bant bittiğinde ben size işaret etsem, bir müddet durur musunuz?" dedim. Verdiği cevap beni sevindirmişti: "Evet, dururum, işin bittiğinde yine haber verirsin" demişti. Fakat Fethullah Gülen Hocaefendi'ye böyle bir teklif götürmeye asla cesaret edemedim. Bu sebeple de makaralı teypten kasete geçeceğim ana kadar arada bazı cümleleri hep kaçırmış oldum. Şimdi ise tek kelimeyi zayi etmeden kaydedebiliyorum."

Ruhun şâd, makamın cennet olsan Cahid Abi!..

[1] Bu makale Zaman Gazetesi'nin 12 Haziran 1991 tarihli nüshasında Şemsettin Nuri tarafından kaleme alındı.